Bir Hocadan, Bir Alimden Çok Öte Bir Ufuk
Aklı modern bilimlerden, kalbi manevi ilimlerden uzak, ancak ezber usulüyle onları sırtında taşıyan, sahabenin aşkını, şevkini yeniden uyaracak bir düşünceye, heyecana; bir mum tutuşturacak kadar iradeye sahip olmayan birileri kalkmış bugün Hocaefendi hakkında konuşuyor.
“Hocaefendi, hülyalardaki yarınlara doğru köprü inşa eden salih zatların tacının varisi, onların son halkası, Üstad Bediüzzaman Hazretleri gibi Ehlullah’tan temayüz etmiş kimselerin kervanından bir zat. Bu ayardaki zatlar, bütün hayatlarını sıyam ve kıyamda geçirdiler; yaşatmak için yaşadılar. Yeryüzünün halifesi olan insanın, kendi ruhlarını yeniden ikameye yönelik olmayan hiçbir işe ayıracak zamanlarının olmadığını haykırdılar.” (Prof. Dr. Süleyman Aşrâtî, Vahran Üniv.)
Fethullah Gülen Hocaefendi Edremit'te 16 Ağustos 1974'te son Cuma vaazını da kıldırıp cemaatle vedalaştı. Tayini Manisa'ya çıkmış, oraya gidecekti.
Bu arada Hocaefendi’nin babası hasta olduğu için kendisi Erzurum’a gitti. Hocaefendi o günleri şöyle anlatıyor: “Tayinim Manisa'ya çıkmıştı. Fakat babamın hastalığını duyunca emri tebellüğ etmeden Erzurum'a gittim. Yanımda İlhan Bey, Dr. Kahid ve Muvaffak Bey de vardı. Babam ayakta idi. Yatağa düşmemişti. Fakat muayene eden doktor bana açık açık babamın hastalığını söylemişti. Kanserdi. Doktor kanaat olarak: ‘Ameliyat ettirseniz de ettirmeseniz de bir şey fark etmez, en fazla üç aylık ömrü var’ demişti. Ben de bir iki ağrı kesici aldırıp babama vermiştim.
Emri tebellüğ etme (Manisa'ya Tayin) vaktim gelmişti. Bu durumu babama arz ile elini öptüm ve 'Müsaade ederseniz gidip vazifeye başlayayım.' dedim. Bana: 'Gitme. Önümüzdeki perşembeden sonra gidersin.' dedi. Sonra daldı, durdu durdu ve 'Git. Burada bir çift göz, orada ise binlerce göz bekliyor.' dedi... Ben İzmir'e döndüm. Bir hafta sonra babamın vefat haberi geldi. (20 Eylül 1974’te Ramazan ayının üçüncü günü, babası Ramiz Efendi vefat etti.) İzmir'den otobüs ile o gece yola çıktık. Yanımda Yusuf Pekmezci ve Köse Mahmut vardı. Mustafa Birlik de bizi garaja kadar geçirmeye gelmişti. Vasıta yönüyle sıkıntı çekmedik.. Ankara'dan uçağa bindik ve öğle vakti Erzurum'a yetiştik. Son anlarında babamın yanında bulanamayışıma çok üzüldüm. Hele onun kerametvari, 'bir hafta sonra gidersin' demesini hemen kabul etmeyişim, içimde hep kanayan bir yara olarak kalmıştır. Öyle baba zor bulunur... O sene benim için bir hüzün senesi oldu.” (19 Eylül 2007, Özel Dosyalar)
Manisa Yılları (1974-1976 arası, 2 yıl)
Hocaefendi, Manisa’daki günlerinde hizmet adına beklediği heyecanı ve şevki ne yazık ki göremedi. Zira, Manisa halkı böyle bir hizmete karşı çok kapalıydı. İlgi ve alaka yok denecek kadar azdı. Bunu yorumlarken şöyle buyuruyor:
“Manisa'nın hem şahsım hem de hizmetimiz adına yeni bir şey ilave ettiğini söyleyemeyeceğim. Her şey eskinin bir uzantısı olarak sürüp gitti. Vaazlar, sohbetler, kamplar vs. hep eskiden olduğu gibiydi. Belki gelip gitmeler, Edremit'e kıyasla çok daha fazlaydı; ama bunu Manisa'nın bir hizmeti olarak değerlendirmek yanlıştır. Zira, zaten cemaat, o güne kadar olduğu gibi, İlahî inayetle gelişiyordu. Diğer taraftan Edremit'e gelmek isteyip de çeşitli sebeplerden dolayı gelemeyenlerin önündeki engeller, hususiyle de mesafenin azalmasıyla kısmen giderilmiş oluyordu. Bu da gelmeyi artıran bir husustu. Ama şunu da itiraf etmeliyim ki, o gün için Manisa böyle bir hizmete karşı çok soğuktu. ‘İlgi ve alaka yoktu’, denecek kadar çelimsizdi. Belki Necdet Başaran Bey'in gayretleriyle bir parça çözülme olmuş ve daha sonra orada hizmet veren arkadaşımızın çalışmalarıyla bu çözülme nisbeten hız kazanmıştı; ama Manisa'da o günlerde hizmetimiz adına bütün olup biten sadece kendi bünyelerinde bir yaz hizmetleri şeklinde olmuştu. Manisa esasen dindar bir yerdir. Ne var ki yakın tarihe kadar, iman ve Kur'an hizmeti adına, böyle mübarek bir yer beklenen ölçüde yüksek bir performans gösterememişti. Bunun bildiğim bazı sebepleri de vardı; ama şerhi gönül incitir, kalp kırar...” (05 Aralık 2001 - Hayatından Kesitler)
“Bizim bunlarla uğraşacak vaktimiz yok”
1974 yılı sonbaharıydı. Bazı dindar insanlar, siyasette Süleyman Demirel’in desteklenmesi gerektiği düşüncesini savunuyordu. Hocaefendi’ye göre ise dine hizmet etmenin yolu tamamıyla siyasetin dışında kalmakla mümkündü. O sıralarda bir gün Mehmet Ali Şengül, Hocaefendi’yi ziyaret etti. Hocaefendi evde hasta yatıyordu. Arkadaşına arkadaki dolabın kapısını açmasını ve üst üste yığılı mektuplardan rasgele birini çekip okumasını istedi. Şengül, Hocaefendi’nin dediğini yaptı ve mektuplardan birini zarfından çıkarıp okumaya başladı. Mektup baştan sona, Demirel’e destek vermediği için Hocaefendi’ye yapılan ağır hakaretlerle doluydu. Hocaefendi “Bizim bunlarla uğraşacak vaktimiz yok” deyip o gün bütün bu mektupları sobaya attı.
Milliyetçi Cephe (MC) Hükümetleri (31 Mart 1975)
Türk siyasi hayatına "Milliyetçi Cephe Hükümetleri" olarak geçecek olan ilk hükümet 31 Mart 1975’te kuruldu. Ondan sonra ülkede cepheleşme iyice artacak, Demirel 2 ayrı MC hükümeti daha kuracaktı. MC hükümetlerinin belkemiğini AP, MSP, MHP ve CGP oluşturacaktı.
Bu yıllarda aynı zamanda (13 Kasım 1975’te) Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu.
Hocaefendi’nin Konferanslar Vermeye Başlaması (1975)
Fethullah Gülen Hocaefendi, 1975 yılında Kur'an ve İlim, Darwinizm, Altın Nesil, İçtimaî Adalet ve Nübüvvet isimli konferanslar serisine başladı. 1976 yılında da devam eden bu konferanslar münasebetiyle İzmir dışında Ankara, Çorum, Malatya, Diyarbakır, Konya, Antalya, Aydın gibi iller başta olmak üzere (üç il hariç) Türkiye’nin hemen her yerini ziyaret etti.
“Konferanslara gelince; bu tamamen camiye gelmeyen insanlara mesaj götürmek zaruretinden doğmuştur. Gerçi bu meseleye zaten kahve sohbetleriyle kısmen başlanmıştı. Ancak, artık iş kahve istiabını aşmaya başlamıştı. Böyle bir konuşmayı, kalabalık bir kitleye kahvede dahi yapmak isteseniz, yine toplantı ve yürüyüş kanunlarına göre izin almak gerekecekti. Aynı izinle, daha büyük yerlerde ve daha kalabalık bir topluluğa hitap etme imkanı olacağına göre, bu işi o seviyede yapmak daha muvafıktır diyerek konferanslara öyle başladık.” diyor Hocaefendi.
Hocaefendi, ilk konferansını, askerde iken hava değişimi için gittiği Erzurum'da vermişti. Bu konferans, Mevlana’yla ilgiliydi.
İkinci konferans ise, Kestanepazarı'nda bulunduğu sıralarda oldu. Yeşilay'da her hafta seri konferanslar veriliyordu. Bir hafta konferans veriliyor, ikinci hafta da onun kritiği yapılıyordu. Hocaefendi’ye de Kur'an-ı Kerim ile ilgili bir konferans teklif edildi.
Hocaefendi’nin İstanbul’daki İlk Vaazı
Fethullah Gülen Hocaefendi, İstanbul’da ilk vaazını 1976 yılında İstanbul Beşiktaş’ta Yahya Efendi Dergâhı olarak bilinen camide verdi. Bu küçük camide o gün 100-150 arasında insan vardı.
Hocaefendi vaazın ardından yeniden İzmir’e döndü. Bundan sonra Bornova’ya tayin edildi.
İzmir Bornova Yılları (1976-1980 arası, 4 yıl)
Hocaefendi, 28 Eylül 1976’da Bornova'ya tayin edildi. Burada 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar görev yaptı. Bu dönem hakkında şu değerlendirmelerde bulunuyor:
“Vaazlar ve sohbetler adına, Bornova da Manisa'nın bir uzantısıdır, diyebilirim. Dizi halinde bazı konuları kürsüye getirme burada da devam etti. Ayrıca haftada bir gece, soru-cevap sohbetleri yapılmaya başlandı. Tabii ben bu arada sağa sola daha sık gitmeye fırsat buluyordum. Her yandan çeşitli vesilelerle davetler alıyordum. Mümkün mertebe de bu davetleri geri çevirmemeye çalışıyordum. Bunlar ya bir konferans için ya bir vaaz için ya bir sohbet için ya da herhangi bir hayır müessesesinin kuruluşu için gelen davetlerdi. Ben bunların hepsine yetişmeye çalışıyordum. Azmime, fizikî gücüm de inzimam edince bu her zaman mümkün olabiliyordu. Öyle ki bazen aynı günde üç ayrı yerde konuşma programına katılıyordum. İstirahatı da arabanın içinde, buralara gidip-gelmeler esnasında yapıyordum. Bugün aynı performansı gösterebileceğimi zannetmiyorum. Bu, sıhhat-i bedenimin bozulmasına da verilebilir, yaşımla doğru orantılı da görülebilir.. hatta daha başka sarsıntı verici hadiselerle de yorumlanabilir.
Hizmetimizin ağırlık merkezi İzmir'de olduğu için tayinimi İzmir'e istemiştim. Ancak, 'Bornova da İzmir sayılır' diye tayinim oraya yapıldı. Belki faydalı da oldu. Zira Bornova üniversite merkeziydi. Bu da talebelerin sohbetlere iştirakını kolaylaştırıyordu.
Bu arada, arkadaşların benden gelen teklifleri kabullenmesinde eskisine oranla belli bir mesafe kat edildiği söylenebilir. Bazı arkadaşların hazımsızlıkları devam ediyordu, ama onlar da en azından karşı cephe açmama gibi bir mürüvvet gösteriyorlardı veya kendilerini böyle davranmaya mecbur hissediyorlardı. Fakat ekseriyet itibariyle ufukları İzmir'le sınırlıydı. Bu ufku Ege ve Türkiye olarak açmak için bayağı zorlanmak gerekecekti. Nitekim öyle de oldu.”
Hocaefendi bu dönemde dar fikirleri açmak için 1975’te başladığı seri konferanslara devam etti.
İzmir’de 8 Aralık 1976 günü, üniversite öğretim üyeleri başta olmak üzere toplumun her kesiminden insanlar “Kur’an ve Modern Bilim” konferansında Hocaefendi’yi dinlemek için gelmişti. O kadar fazla bir ilgi vardı ki konferansın yapıldığı salonda insanlar dışarıya taşmıştı. Hocaefendi, Kur'an'ın fen ve tekniğe bakış keyfiyetini mevzu edinen bir konferans verdi. “Ancak bunlar, hizmete yeni bir buud kazandıracak türden gayretler değildi.” diyor Hocaefendi. “Sıradan, herkesin yaptığı gibi yapılan konuşmalardı. Organize işi de başkasına aitti; biz gidip sadece konuşuyorduk.”
Evrim Anaforu ve Gerçek Konferansı
Bir diğer konferansın konusu ise Darwinizm'di. İzmir fuar alanında beş bin kişilik bir salon kiralanmıştı. Bu konferansta da salondaki insandan daha çok dışarıda insan vardı. Hatta o gün fuar bir bayram yerine dönmüştü. Herkes akşam namazını bahçede, çayırların üzerinde kılmıştı. Dinleyici kitlesi yine çok değişikti. Kimisi merakla, bir vaiz bu mevzuda neler konuşacak diye gelmişti; kimisi cidden mevzuyu öğrenmek için orada bulunuyordu. Kimisi de orada bulunmayı kendisine ait bir vazife telakki ediyordu.
Hocaefendi bu hadiseyi şu şekilde anlatıyor: “'Yaratılış ve Darwinizm', münasebetli veya münasebetsiz ismi de bize aitti.. demek isteniyordu ki, evvela yaratılış gelir. Darwinizm ise sadece bir nazariyeden ibarettir. Ben bu konuyu önce cami kürsüsünde de işlemeye çalışmıştım. Ancak orada 'hayat' bahsini anlatırken, Darwinizm'e istidradi olarak temas etmiştim. Konferansta ise müstakil bir mevzu olarak üzerinde durma imkanı olmuştu ki, ciddi bir şey anlattığım söylenemez. Bütün arzum Kur'an hakikatlarıyla, Darwinizm denen safsatayı yere çalmaktı. Ben bu mevzuda ne kadar yeterliydim, o ayrı mesele... Ancak, inananların cephesine bir cesaret geldiğinde şüphe yoktu. Zaten daha sonra bu mevzuda birçok eser yazıldı ve hepsi de Darwinizm'i yerden yere vurdu.
Gençliğimde, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi'nin Darwin nazariyesine inandığını duyunca dünyam başıma yıkılmıştı. Çok takdir ettiğim bir müfessirin, 'İlim bu nazariyeyi ispat ederse, ben de Kur'ân âyetleriyle te'lif' ederim' demesi, beni iyiden iyiye yıkmıştı. Bu sebeple, mevzûm olmadığı ve hakkında çok fazla malûmatım bulunmadığı halde, konuyu kürsüye getirdim ve yurdun çeşitli yerlerinde konferanslarla takdime çalıştım. İmansızların pençesine düşmüş gençlerin, bu ve benzeri fikirlerle zehirlenmemeleri için buna ihtiyaç vardı. O dönemlerde, ülkemizde Batı'dan gelen çeşitli şokların sarsıntısı yaşanıyordu. Bu şok, en meşhur İslâm âlimlerini de maalesef etkisine almıştı.”
Hocaefendi, İslam’ın yaratılış felsefesine aykırı düşen ve Allah’ın varlığına dair şüpheler uyandıran Darwin’in evrim teorisini, İzmir ve Ankara’da “Yaradılış ve Darwinizm” başlığıyla konferans konusu yaptı ve âdeta bu teorinin destekçilerine meydan okudu. Ankara’daki Darwinizm konferansı 1976’da Arı Sineması’nda oldu. İçerisi dolduğu gibi dışarıda bekleyen dinleyicilere Hocaefendi’nin sesi hoparlörden verildi. Hocaefendi, konferansını, hitap ettiği topluluğa bir saygı ifadesi olarak tam üç saat boyunca ayakta veriyordu.
Hocaefendi aslında, daha 1970’li yılların başlarından itibaren İzmir’de bazı sohbet programlarında evrim teorisini ele almış ve bir ilki gerçekleştirerek konuyu cami kürsüsündeki vaazlarına taşımıştı. 1976’da biyolojinin en zor konularını çalışarak evrimi konferans konusu yapmasının bazı sebepleri vardı. Çünkü bazı Kur’an ayetleri bile Darwinizm’e dayanak yapılıyordu. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetnamesi’nden bölümler alıp, “O da evrimi kabul ediyor” diyenler vardı. Hocaefendi’nin askerdeyken okuduğu bir romanda, Şeyhülislam Hayrullah Efendi’nin bile evrim teorisine inandığı söyleniyordu. Öyle ki, XIX. yüzyıl İslam bilginlerinden Hüseyin Cisri, ‘Bu mesele henüz bir teoridir, ama eğer ileride ispat edilirse biz de Kur’an ayetleriyle açıklamasını yaparız” diyordu. Hocaefendi’ye göre Hayrullah Efendi ve Hüseyin Cisri düzeyinde insanlar bu şekilde etkilenmişse, konunun geniş kitleler önünde acilen ele alınması gerekiyordu.
Darwincilik ve nihilizm bir dönem toplumu öylesine sarstı ki, nice düşünce ve fikir adamı bile “ateşe koşan kelebekler” gibi bu akımlara kapılıp mahvoldular. Türkiye’de böylesine bunalımlı bir dönem yaşandı.
Konferansının başında, aslında bir biyokimyacı, bir genetikçi, bir paleontolog (fosilbilimci) ve bir ilahiyatçıdan oluşan bir çalışma grubunun müştereken yapması gereken böyle bir sunumu kendisinin tek başına yapmak zorunda kaldığını vurgulayan Hocaefendi, soruları peş peşe sıralıyordu.
Bir an için bir canlı türünün diğerine dönüşmesi kabul edilse bile hangi canlı türünün ömrü böyle bir dönüşüm için yeterliydi? Yoksa dönüşenler, diğerlerinden ayrı olarak milyonlarca yıl mı yaşadılar? Maymunlar içinde neden tek bir maymun evrimleşirken, diğerleri evrimleşmeden kalmıştı? Kadının evrimleşmesi nasıl olmuştu?
Darwin, “İnsan, kılları zamanla dökülüp seyrekleşerek bugünkü halini aldı” diyordu. O halde kadının vücudunda aynı tip kıllar neden hiç bulunmuyordu? “Kadının cazibesi için öyle olması gerekiyordu” diyen Darwin, aslında kendi teorisiyle çelişmiyor muydu? Darwin, “İnsanın kafası darbelere maruz kaldığından oradaki kılların kalması gerekiyordu” derken yine kendisiyle çelişmiyor muydu? Acaba insanın burnu, alnı, dizleri, ayakları daha mı az darbelere maruz kalıyordu ki, buralardaki kıllar dökülmüş ve seyrekleşmişti?
Hocaefendi, Darwin’in hayatını dikkatli bir şekilde incelemişti. Zengin bir aileye mensup bir doktorun oğlu olarak dünyaya gelen Darwin, tıp okumaya başlamış, ancak okulu yarıda bırakarak kırlara kaçmıştı. Sonra ilahiyat okumaya karar vermiş, ama yine zorlanmıştı. Nihayet İngiltere hükümetinin bir bursuyla Büyük Okyanus Adaları, Afrika, Güney Amerika ve Avustralya’da incelemelerde bulunmuş, burada hayvanlar, fosiller, yanardağlar ve mercanlar üzerinde çalışmıştı.
Hocaefendi, çevirisi Milli Eğitim Bakanlığı’nca yapılan Esrarlı Kâinat kitabını 1929’da yazan İngiliz bilim adamı James Jeans’in şu sözlerini hatırlatıyordu: “İnsan bilim yapar, uzayı öğrenir, derinlemesine insanın içine girer, sonra nasıl Allah’a inanmaz, hayret ediyorum.” Nitekim Darwin de insanın gözünü evrimle izah edemeyince, bir arkadaşına yazdığı mektupta, “Şu gözü düşündükçe tepem atıyor” demişti. Oysa eğer Darwin hücre hakkında bugünkü bilgilere sahip olsaydı, göz için söylediği sözün aynısını hücre hakkında söyleyecekti. Çünkü insandaki 60 trilyon hücreden sadece birinin sistemindeki bir bozulma bile bazen insanın ölümüne sebep olabiliyordu.
Hocaefendi’ye göre, “iman ile imansızlık arasında âdeta bir duvar” olan evrim sadece Darwin’e mal edilecek bir olay değildi, onun ölümünden sonra âdeta inkârcılığın ideolojisi haline getirilmişti. İnanca saldıran yedi başlı ejderha gibi vesveselerin (şüphelerin) başında gelen evrime dayanak yapılan “Güçlüler ayakta kalır, zayıflar silinir gider” tezi sömürgeciliği, ırk ayrımını, kuvvetlinin zayıfı ezmesini âdeta meşrulaştırıyordu. Nitekim komünizmin kurucusu Karl Marx, tarih görüşünü bu temele oturtmuştu ve Darwin’e çok şey borçluydu. Komünistler evrim teorisine inkarı savunduğu için sarılmakta ve bir ideoloji olarak savunmaktaydılar.
Oysa, yerde de gökte de ekolojik denge içinde yüzyıllardır zayıf varlıklar ve güçlü varlıklar hep yan yana yaşadı. Çünkü Yüce Yaratıcı her bir canlı türünü, varlığını sürdürmesi için gerekli olan cihazlarla donanmış olarak yarattı. Hocaefendi bu konuda şöyle diyor: “Evrimciler, bu harika yaratılış gerçeklerini kabul etmeseler bile, köşelerine çekilip susmaya mecburdurlar.”
“Bilim, inanç üzerinde yürümez” düşüncesine de cevap veren Hocaefendi, şu soruları soruyordu: “Allah’ı kabul edip bundan sonra çalışmalara devam etmenin bilime kaybettireceği şey nedir? Allah’ın varlığını ortaya koyan bunca şey varken; varlığın kökenini tabiat ve tesadüf gibi hurafelerle izah etmenin bilime kazandıracağı şey nedir? Evrimle Allah inkâr edilirken, tabiata ilahi bir güç verilmiş olunmuyor mu?
Hocaefendi, en sonunda konferansını şöyle bitiriyordu:
“İnsanlığın babası, ilk insan olan Hazreti Âdem, Allah tarafından toprağın elementlerinden bir mucize eseri olarak yaratılmıştır. Darwinizm’in iddia ettiği gibi bir evrim söz konusu değildir ve insan evrimleşerek bugünkü şeklini almamıştır.”
- tarihinde hazırlandı.