Fethullah Gülen Hocaefendi, Bu Süreci Hep Yaşamış

Fethullah Gülen Hocaefendi’yi Bademli'deki hapishaneden daha sonra alıp Şirinyer'deki askeri hapishane'ye götürdüler. Burası beyaz badanalı bir binaydı. Onun için oraya "Beyaz Köşk" adını verdiler. Havalandırma yeri 1-2 kat aşağıda, güneşin öğlen vakti ancak görülebildiği, derin ve dar bir yerdi. Hücre tipi yapılmıştı. Yemekleri kapının altından veriyorlardı. Hela içerdeydi. Burası çok kokuyordu ve su problemi vardı.

Kadir Kaymaz, bir mimar, Mustafa Birlik ve Hocaefendi olmak üzere dört kişi aynı koğuşta, daha doğrusu hücrede kalıyordu. Ramazan olduğu için oruç da tutuyorlardı. Kadir de oruç tutuyordu. Diğer solcular, oruç tuttuğu için onu boykot ettiler. Bahçede diğerleriyle beraber olunabiliyordu. Fakat onlar Kadir'le konuşmuyorlardı. Sigara içmemesinden oruçlu olduğunu anlamışlardı.

Hocaefendi o günkü hatıralarını şöyle anlatıyor: ‘Kadir'in Yahudi asıllı bir kız arkadaşı varmış. Bir gün ziyaretine gelmiş. Onun oruç tuttuğunu öğrenince ona elini vermemiş. Kadir o gün çok sarsılmıştı. Onun için her an takviyeye ihtiyacı oluyordu. Biz Kadir gecesi çıkmıştık. Daha sonra Kadir Kaymaz'ın bir iki defa ziyaretine gittim. Hediyeler aldım, götürdüm. Benim hissiyatımı bildikleri için onu ziyaretime idare göz yumuyordu. Yoksa üzerinde ciddiyetle durulan bir suçluydu… O devrede pişmanlık yasası yoktu; ama Kadir duyduğu pişmanlık sebebiyle solcuların bazı planlarını savcılığa herhalde söylemişti. Tabii biz çıktıktan sonra o diğer solcularla beraber kaldı. Daha sonra takip etmem mümkün olmadı.. Hakkında 25 yıl hapis isteniyordu.

Arkadaşlar arasında unutamadığım bir solcu daha vardı. 12 Mart öncesi terziymiş. Biz onu sağcı olarak tanıdık. Hep Dadaloğlu'ndan türküler söylüyordu. Çok şuurlu birisiydi. İçeriye alınmasına sebep; sol ihtilale hazırlanırken sivil ve talebe kesimini askerleştirmeyi planlamışlar. Sivillere askeri elbise giydirecek ve bunları kullanacaklar. Diktikleri elbiselerle beraber basılıp yakalanmışlardı. Çok müstehzi birisiydi. Sabahtan akşama kadar şen şakrak türkü söyler dururdu. Tabii biz de koğuşun önünde onu dinlemek zorunda kalırdık. Başımın çatlayacak derecede ağrıdığını hatırlarım. Orada da solculara demokrasinin nimetleri; bize de nikmetleri düşmüştü. Edib’in ifadesiyle bütün batı ve batılı onların arkasındaydı. Edip, Semih Paşa’nın akrabası olduğunu söylerdi. Öyle veya değil; davasında şuurlu, insanlık yanlarıyla da mesafe almış birisiydi. Herkesi taklid eder, herkesi güldürür ama bir kalbi kırık görürse onu da teselli etmesini bilirdi.

Aslında idare biraz insaflı olsa ve bunların bizim istediğimiz ölçüde bilgilendirilmelerini isteseydi bir kısım yararlı işler yapmak mümkün olacaktı. Mesela bizden iki kişi onlardan bir kişi olacak şekilde bizleri hücrelere koysalardı, arkadaşlarımız çoğuna tesir eder ve işte o zaman hapishane medrese-i Yusufiye olurdu. Ama idareden böyle bir şey elbette bekleyemezdik. Zaten adamlar, biz dışta böyle şeyler yapıyoruz diye bizi derdest edip buraya tıkmışlardı… Ayrıca bunlar da kendilerine göre dava adamıydı. Düşüncelerinden dönmeleri muhakkak çok zordu…

Mahkemeler çok sinir yıpratıcıydı. Her gün ayrı bir insanın ayrı münasebetsizliğini görüyor, işitiyor ve adeta şirazeden çıkıyorduk. Bir de bu esnada bir düzine ucuz kahraman zuhur etmişti. Bunlar kendilerince iki önemli husus peşindeydi:

Birincisi, tam bu bulanık havada, rahatsız oldukları Mü'min kardeşlerini karalama, mahkum ettirme ve intikam alma.

İkincisi, Solcuların da yaptığı gibi isnad edilen her şeyi kabullenip perdeyi yırtma. Oysa ki su-i niyetli hasım cephe bunları bizim aleyhimize kullanacaktı. Ve öyle de oldu.

Mahkemeler başlayınca yakın ve uzak daireden o kadar çok muhbir zuhur etti ki, hepsini hatırlayıp burada zikretmem mümkün değil. Zaten böyle bir şey yapmaya İslami terbiyem de müsaade etmez. Herkes kendi ruh yapısı ve karakterine göre hareket edecektir ve etti de. Böyle her mahkemeden sonra, bu konuşmalar ve bize karşı yapılan taarruzlar ister-istemez sinir yapımıza ve moralimize tesir ediyordu.

İddianame

İlk mahkemeye iki-üç ay sonra çıkardılar. İddianameleri gördük. Tevkif edilenlerin tevkif durumlarını biraz anlamaya başladık.

Mesela benden sonra Mustafa Asutay Bey ve Hüseyin Çağdır Bey tevkif edilmişlerdi. Fakat savcı onların 141'den tevkif edilmelerini istemişti. Öyle anlaşılıyor ki işi çok ciddi tutuyorlardı. Solcular silahlarıyla yakalanıp getirildikleri halde, bizim üzerimizde daha çok duruluyordu. İddianamenin durumu bunu açıkça ortaya koyuyordu.

Savcı Ali Rıza Hafızoğlu, bir trafik kazası sonucu rapor almış ve ayrılmıştı. Onun için onların dosyalarıyla Nureddin Soyer ilgileniyordu.

Nureddin Soyer işi çok geniş tuttu, büyüttü… Bu ülke ve bu vatanın en samimi, en hasbi, en vefakar evladları canilerin, vatan hainlerinin, hesap verdikleri bir yüce divanda terzil, tezlil ve tenkil ediliyorlardı. 

(O gün, önünü kesemedikleri, üfleyip söndüremedikleri bu davayı bugün çok daha tehlikeli bir yolla engellemeye çalışıyorlar. Tarih bugün de aynen tekerrür ediyor. Ama bugün, bu zulümler Müslüman olduğunu iddia eden bir kesim tarafından yapılıyor. Daha doğrusu Ahzab Ordusu’ndaki gibi inananı inanmayanı Peygamber Efendimiz’in (sav) davasına karşı bugün yine ittifak etmiş.)    

Hocaefendi o günleri anlatmaya devam ediyor: ‘Benden sonra tevkif edilen H. Çağdır ve M. Asutay Beyler 141. maddeye göre tevkif edilmişlerdi. Demek ki bizi cezalandırmak isteyenler, 163'le takdir edilen cezaları kafi görmüyorlardı. Bizlere karşı duyulan antipatinin sebepleri makuldü veya değildi, önemli olmayabilir, ama demokratik hak ve hürriyetler açısından bizim insan yerine konmadığımız muhakkaktı...

Herkes avukat tutuyordu. Benim param olmadığı için bir şey diyemiyordum. Av. Yılmaz Taşkan Bey, insani yanları iyi olan birisiydi. Mustafa Birlik ile Cahid Efendi vekaletlerini ona vermişlerdi. Bana da teklif ettiler. Ben param olmadığını söyledim. Bunun üzerine, benim vekaletimi ücret almadan yapabileceğini söyledi ve dediğini de en güzel şekilde yaptı. Onun yaptığı bu insanlığı hiçbir zaman unutamam. Burkay Kaynak, İsmail Efendioğulları, Ömer Lütfi Bozcalı Beyler gibi Müslümanların çok sevdiği müstesna insanlar da her birimizin vekaletini almışlardı.

Mahkemeye ilk çıktığımız duruşmada bütün gazetelere mevzu olduk. Boy boy fotoğraflarımızı çektiler. İddianameyi dinledik. Tekrar gelme günleri belirlendi. Ve gelip gitmeye başladık. Her gün iş biraz daha büyüyordu. Daha evvel sözünü ettiğim meczup grup bu isnadlarla uzaktan-yakından alakası olmayan bir kısım masum insanları da bu girdabın içine çekmişlerdi...

Anlatmak Zor

Elbetteki söylenenlerin hepsi iftiraydı. Ancak bunu anlatmakta epey zorluk çekeceğimiz muhakkaktı. Halbuki rahmetli İrfan Akça'nın benim vaazlarımı dinlemeye gelmekten başka hiçbir şeyle alakası yoktu. Neredeyse onu da içeriye alacaklardı. Neyse ki ifadesini alıp onu bıraktılar. İşin içine Yaşar Hocaefendi de çekilmiş. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nca içeriye alınmış. O da orada aylarca kalmıştı.

Daha da acısı, gerek Kestanepazarı gerekse Diyanet camiasından aleyhimizde ifade verenler vardı. Önce savcılığa ifade vermişlerdi, sonra mahkemede de bu ifadeler vicahi olarak okunmuştu. Okununca hepsi de utanıp nedamet duymuş ve tevil yollarına sapmışlardı. Meczuplardan bir-iki çocuk da aleyhimizdeki yetkililerle içli dışlıydı. Bir defasında şöyle bir hadiseye şahit oldum:

Ben abdest hazırlığı yapıyordum. Baş yetkili tuvaletlerin bulunduğu kısımda bunları çekmiş konuşuyordu. Şu sözleri kulaklarımla duydum. Onlara hitaben "Bulduğunuz şeyleri getirin de kullanalım" diyordu.. Yani aleyhimizde iki grup içli dışlı çalışıyordu. Ve böyle yapmakla tahliye edileceklerini zannediyorlardı. Halbuki daha sonra en ağır mahkumiyet alanlar arasında onlar da vardı. Bizi darbelemelerinin onlara hiçbir faydası olmadı.

Her mahkemeye çıkışta bunlar karşımıza muhakkak bir problem çıkarıyorlardı. Adeta korkulu rüyalarımız olmuşlardı. Artık biz, başkasıyla değil, meczuplarla uğraşıyor, onlarla baş etmenin çarelerini arıyorduk. Tam işler düzeldi derken, bakıyorsun yepyeni bir şey çıkarıyorlar, yine işi çıkmaza sokuyorlardı.

Mahkeme heyetini reddettik. Bu sefer daha sert bir ekip getirdiler.

Bu arada bir başka hadise daha oldu. Solcular mahkeme heyetindekiler için hep galiz tabirler kullanıyorlardı. Mesela Kaya Alpkartal'ın isminden dahi rahatsız oluyor ve ona "Faşist" diyorlardı. Kemal Yağcıoğlu -ki mazbut ve terbiyeli bir insandı. Yardımcısı Necati Karakuş da öyle görünüyordu- bunlar için de ağıza alınmayacak şeyler söylüyorlardı.

Ama Nureddin Soyer'i "baba adam, bulunmaz adam" gibi sıfatlarla anıyorlardı. Nureddin Soyer ise mahkemelerde bize karşı çok sert davranıyordu. Mesela bir keresinde hiç yeri değilken ve hiçbir münasebet yokken, kalkmış "Kürt Said" demişti. Hatta "Alçak" gibi de bir laf söyledi. Bekir Bey, bütün medeni cesaretiyle ayağa fırladı ve "alçak sensin" diye gürledi. Karşılıklı atışmaya başlayınca, mahkeme heyeti her ikisini de susturdu. Fakat Bekir Berk'in bu medeni cesareti hepimizi çok rahatlatmıştı.

Tahrik

Aslında hepimizin aynı karşılığı vermesi gerekirdi. Mahkeme olan bizdik. Bediüzzaman değildi ki orada onun adı anılıyor ve hakaretler yağdırılıyordu. Bu kabil taarruzlar o kadar sık oluyordu ki nihayet bir gün mahkeme heyetinden müsaade isteyerek ayağa kalktım ve şunları söyledim.

"Müsaadenizle bir şey arzetmek istiyorum. Savcı burada hukukun ve ammenin müdafaasını mı yapıyor, yoksa kendini bize taarruz etmekle vazifeli biri olarak mı görüyor? Hem şunu açıkça soruyorum: Acaba nedendir ki, bizimle aynı hapishanede kalan solcular -ki hepsi de komünizm suçundan tutuklanıp gelmişlerdir- bütün mahkeme heyetine kimine keriz, kimine faşist, kimine de odun derken sadece savcı hakkında, baba adam, eşi bulunmaz adam, diyorlar. Acaba aralarında ne gibi bir münasebet var?"

Kulakları Kızardı

Ben bunları söyleyince mahkeme heyeti şöyle bir durakladı, Nureddin Soyer ise kulaklarına kadar kızardı..

Terbiye hudutlarımı zorlayan böyle bir çıkış beni rahatsız etmedi değil; ama her şey çok tahammülüstü haline gelmişti. Yoksa maznun durumunda dahi olsak mahkeme heyetinin yanında olduğumuzu ihsas etmemiz bizim genel terbiyemizin ifadesiydi. Öyle de olmuştu. Ve bu tutum, heyeti zannediyorum biraz yumuşatmıştı.

Bir defasında mahkemeden döneceğiz. Bizi arabaya bindirdiler. Fakat meczup arkadaşlar Bekir Bey'in bindiği arabaya binmeyiz diye direttiler. Baktım onlar için ayrı bir araba gelecek, ben de onlara katıldım. Deniz kıyısında, ellerimizde kelepçe oturup sohbet ettik. Onlara verdikleri ifadelerin çok yanlış olduğunu, böyle yapmakla kimin hesabına çalıştıklarını iyi düşünmeleri gerektiğini ve zaten hepimizi mahkum etmek istemelerinin ana sebebinin müşterek duygu ve düşüncelerimiz olduğunu izah ettim. Yumuşar gibi oldular. Birisi "Zaten rüyada iki Üstad beraber görüldü. Birleşmek gerekiyor" gibi bir laf etti. Önce verdikleri yanlış ifade ve iftiralardan dönerler ümidiyle bu hezeyanları kerhen dinliyordum. Zaten o esnada bu gibi meseleleri konuşacak halde değildik.

Ben elimden geldiğince yumuşak davranmaya çalışıyordum. Sohbet koyulaştıkça bunlar açılmaya başladılar ve bu esnada keşif sahibi Hüsrev adında, havlu, çorap gibi şeyler satan birinin, mahkeme heyetini hayvan suretinde gördüğünü naklettiler. Daha sonra mahkeme heyetine de söylediğim bu meseleyi aynen onlardan duymuştum.

Orada ikna oldular. Yaptıklarının hata olduğunu itiraf ettiler. Bilhassa İrfan Bey'le ilgili söylediklerini -ki hepsi de iftira idi- geri alacaklarını söylediler. Böyle bir söz aldıktan sonra biraz rahatlamıştım.

Ertesi gün bunların ifadeleri yeniden okundu. Heyet "Ne diyorsunuz?" diye sordu. Bunlar sanki dün hiçbir şey konuşmamışız gibi, "Kendi hakkımızda söylenen şeyleri polisler kasten yazmışlar. Diğer ifadeler ise tamamen doğru" dediler.

Ben Bekir Bey'e "Bir şeyler söyleyelim" dedim. Meğer orada konuşmamız doğru değilmiş. Kemal Yağcıoğlu bana hitaben "Fethullah sen arkaya geç" dedi. Beni kaldırıp onların arkasındaki üçüncü sıraya oturttular.

Ben parmak kaldırdım. Önce iltifat etmediler. Fakat çok ısrar edince "Kalk" dediler. Ben de ayağa kalktım ve şu mealde bir şeyler söyledim:

'Muhterem mahkeme heyeti! Bence bu arkadaşların yeri burası değil, en yakın bir psikiyatridir. Geçen gün denizin kenarında bana çok enteresan şeyler anlattılar. Müsaade buyurursanız bunları size nakletmek istiyorum. Değişik buuddan baktıklarını söylüyorlar. Çok affedersiniz. Önce mahkeme heyetini tenzih ederim.

Bu hezeyan içindeki ruhların mahkeme heyetini değişik suretlerde hikayeye devam ederek; "Efendim kadir ve kıymetleri bizce müsellemdir ama bir gerçeği belirtme mecburiyetindeyim. Bunlar sayın paşamızı "At" şeklinde görüyor, sayın savcıyı da -çok afedersiniz- sırtlan gibi müşahede ediyorlarmış" Rica ederim, kusura bakmayın; bunlar bana ait müşahede ve düşünceler değil, onların iddiaları.. Bunlar mahkemenin değerli hâkimini de "Öküz"e benzetiyorlarmış. Ben sözleri bu noktaya getirince mahkeme heyetinin tavırları değişti, çehrelerinde rahatsızlık hissedilmeye başlandı. Biraz kızardılar biraz da ne diyeceklerini, nasıl cevap vereceklerini şaşırmış gibiydiler. Dinleyicilerin arkadan ne hal aldıklarını bilemeyeceğim ama sonra kendisine gelen Hâkim Necati Bey, pürheyecan meczupların onun hakkındaki takdirlerini beklediğinde şüphe yoktu. Ben yine edebimin gerektirdiği mukaddimatı arzettim ve "bağışlayınız bendeniz bir hezeyanı naklediyorum; bunlar sayın yardımcı hâkimi de "Eşşek" şeklinde görüyorlarmış" diyebildim.

Son Cümle...

Müşahitler, halk ve heyet-i hâkime bundan sonra ne olacak kimi neye benzetecekler diye bekleyedursun, benim içimi bir anda ciddi bir korku sarmıştı; ya kalkarlar da: "Hayır efendim, biz bunların hiçbirini söylemedik. Hoca uyduruyor..." derlerse, ne yaparım. Tam ben, anlattığım şeylerin muhtemel komplikasyonlarıyla mütehayyir beklerken, önde gelen bir meczup müsaade isteyip ayağa kalktı ve "Efendim, biz bu müşahedelerimizin hepsini Kur'an'ın ayetleriyle ispat edebiliriz" dedi. Derken arkadan da Hâkim Kemal Yağcıoğlu'nun gürül gürül sesi duyuldu: "Otur yerine be adam! Bizi hayvana benzetsen ne olur, benzetmesen ne olur!" Bir anda üzerimden kocaman bir yük kalkmış gibi oldu; bütün korku ve endişelerim silinip gitti.

Bize öyle geliyordu ki, mahkeme heyeti dosyayı bir kere daha gözden geçirir ve bunların ifadelerine bina edilen kanaatlerini kısmen dahi olsa değiştirir. Heyhat!..

Müthiş Senaryo

Menemenli Mahmud bizim aleyhimize konuşmuş. Cahid Efendi'yi, Bekir Bey'i ve beni içine alacak bir kombinezon içinde senaryo yapmışlar. Adam o kadar talakatle, o kadar selis ve akıcı bir üslupla anlattı ki ben dahi hayretler içinde kaldım. Eğer hâkim ben olsaydım, anlatılanların yalan olabileceğine ihtimal dahi vermezdim. Hiç takılmadan ve hiç kızarmadan bir sürü yalan söyledi.

Aklımda kaldığı kadarıyla şunları söylemişti: "Bunlar üçü öyle bir bütündür ki, öteden beri bilirim, hiç birbirlerinden ayrılmazlar. Ben Kestanepazarı'na gelir giderdim. Bu hoca oradaydı. Bir gün Bekir Berk oraya gelmiş. Sene 1963.. Hep beraber akik yüzük almak için kalktık ve kuyumcular çarşısına giderek akik yüzük aldık. Cahid Erdoğan hanımı için de bir yüzük aldı. Daha sonra Bekir Berk'i uğurlamak için Çiğli Havaalanı'na gittik. Hatta Karşıyaka da şerbet içtik. Paralarını da ben ödedim. Sonra havaalanına gidip Bekir Berk'i uçurduk. Onun söylediklerinin hepsi kayda geçti. Bunun üzerine ben müsaade istedim ve şunları söyledim. Birincisi: "Ben sizlere "Bekir Bey, Kestanepazarı'na hiç gelmedi" desem, şu anda bunu ispat edebilme durumunda değilim. Fakat ispat sadedinde söyleyeceğim tarihler var.

Sene 1963'den bahsediliyor. Halbuki ben İzmir'e 1966'nın başına doğru geldim. Cahid Erdoğan'ın 1963'de hanımına yüzük aldığından bahsediyor. O 1968 yılında evlendi. Çiğli Havaalanı’ndan bahsediyor. Resmen sabittir ki, Çiğli Havaalanı 1968'de açıldı. 1963'de Cumaovası işler durumdaydı. Bu üç mesele dahi bu şahsın yalan şehadette bulunduğunu isbat etmeye yeter. Varın gerisini siz kıyas edin.

İkincisi: Ben bana yöneltilen bu şeyleri yapmadığımı nasıl isbat edebilirim ki? Bütün hayatımı bir filme almış olsaydım ve burada sizlere gösterseydim, ancak böyle bir şeye muvaffak olabilirdim. Aslında hakkımda söylenenlerin varid olduğunu sizin ispat etmeniz gerekir. Halbuki ortada böyle bir ispat sözkonusu değildir..

Ben bunları söyleyince savcı hemen kalktı: "Tarihlerde yanılmış olabilir" dedi. Çok enteresandır. Anlaşmalı oldukları aşikârdı. Biraz dikkat etseler tarihleri de uydurabilirlerdi.

Savcının Suçu

Aslında bugünkü şartlarda, böyle üç kişinin bir araya gelmesi suç sayılmayabilir. Fakat o gün böyle bir araya geliş dahi suç sayılıyordu ki savcı bu meselenin üzerinde hassasiyetle durmuş ve yalan şehadette bulunan birini müdafaaya kalkmıştı.

Kestanepazarı yetkililerinden ve idare heyetinden çok temiz, evliya ruhlu bazı kimseler bile aleyhimde ifade verdiler. Mahkemede ifadeleri okununca çok ezildiklerini gördüm. Hatta birisi: "Ben öyle demek istemedim de şöyle demek istedim" gibi tevillere girmek zorunda kaldı. Belli ki aleyhimize tahrik edilmişlerdi.

Bir din görevlisi çok şiddetli aleyhte ifade verdi. Ona, savcıyı kasdederek "Bu adam, dedim, senin de benim de dinimin karşısında. İslam dini için 14 asırlık köhne fikirler, diyor. Sen de tutmuş ona yardımcı oluyorsun" Hiç tavrını değiştirmedi ve "Sizin için başka ne yapabilirim ki?" dedi.

Başka Bir İftira

Kumarhane işleten bir müezzin vardı. Adı Haydar'dı. O da aleyhime şehadette bulunmuştu. Sözde Kestanepazarı'na talebe alınırken o da yanımdaymış. Katiyyen böyle bir şey vaki olmadı. Fakat o böyle söylüyordu. Ben imtihana giren talebelerden birine mülakatta Atatürk'ü sevip sevmediğini sormuşum. Çocuk da "Sevmiyorum" demiş ve çocuğu Kestanepazarı'na almamışım.. O da gidip bu durumu Kahramanlar Camii imamına söylemiş ve o da gelip diğeriyle beraber mahkemede şahitlik yapmış.. Bir kere talebe mülakatlarını belli bir heyet yapıyordu. İkincisi ben böyle çocuksu imtihanlar yapacak bir insan değildim. Üçüncüsü, kumarhaneciyle bir defaya mahsus dahi bir arada bulunmadım. Ama gel gör ki adamlar hiç yüzleri kızarmadan bu türlü ifadeler verebilmişti. Bir de aynı kadro içinde ney çalan bir imam vardı. O da aleyhte konuşanlardandı. Son olarak ilahiyatçı hemşehrim bir şahıs da aynı kadroya dahil oldu. Etrafımızı çeviren böyle bir fasid daire vardı. Yani sadece dış dünya ile değil, içimizden insanlarla da uğraşıyorduk..

Yirmi defadan fazla mahkemeye gelip gittim. Hemen her hafta geliyorduk. Bu arada istihbarat yetkilileri gelip mahkeme heyeti üzerine baskı yapıyordu. Bu arada unutamadığım bir hatıra da şudur: Buca'da sohbetlere bir albay getirmişlerdi. Adamın bakışları pek içime sıcak gelmedi. O gün sohbette Hizmet Rehberi'nden bir yer okumuştum. İkinci hafta bu adamı yine getirdiler. Ben yine aynı kitaptan ders yaptım. Mahkeme ve duruşmalarda öğrendik ki, albay istihbarat elemanlarındanmış. Bir gün beni kelepçesiz olarak götürüyorlardı. O gün kelepçe almamışlar. En çok bana güvendikleri için sadece beni kelepçesiz götürmeye karar verdiler. Ben öyle ellerim kelepçesiz merdivenlerden aşağıya inerken albay da yukarıya çıkıyordu. Merdivende karşı karşıya geldik. O hemen heyecana kapıldı "Yoksa seni de mi bıraktılar?" dedi.. "Allah'ın inayetiyle beni de bırakacaklar" dedim ve yoluma devam ettim.

Bir de uzun boylu bir albay vardı. Burkay Bey'in müdafaalarından dolayı rahatsız olmuş ve onun üzerine yürümüştü. Burkay Bey bizim müdafiimizdi. Ben İzmir'e geldiğimden bu yana hep sahip çıktı, saygılı davrandı ve bizleri sevdi.

O devreye ait unutamadığım vakalardan biri de Ali Osman'ın küçük oğlu Hüsrev'in durumuydu. Daha ilkokula dahi gitmeyen bir çocuktu. Bir gün tel örgüden içeriye aldılar. Ali Osman oğluna sormaya başladı: "Oğlum birinci kat semayı görüyor musun?" Çocuk cevap veriyor: "Görüyorum." O yine soruyor: "Peki birinci kat semada ne var?" Cevap: "Misvak var". Ve babası "Görüyor musun nasıl bildi" manasına bana bakıyor ve çocuk ikinci kat semada da "Sarık" olduğunu söylüyor. Zaten onlar da bu ikisine çok ehemmiyet veriyorlar.

Kuş Ne Demiş?

Yine bir ara tel örgüye bir kuş kondu ve birkaç kere öttü. Ali Osman oğluna kuşun ne dediğini sordu. O da "Annen seni merak ediyor, artık eve dön" diyor, dedi. Ve onu annesinin yanına gönderdiler. İşte Hüsrev böyle saçma sapan şeyler söylüyordu; ama Yazıcı denilen grup bu çocuğa kesin olarak inanıyorlardı. Hatta bir çocuğun anlattıklarıyla komünistlere tesir etmeye çalışıyorlardı. Hüsrev'i Türkeş ve Erbakan'la da görüştürmüşler.. Belki çocuğa cinler musallat oluyordu, bilemiyorum. Ama onun bir çocuk olduğunu unutup meseleyi bu kadar büyütenleri anlamak mümkün değildi. İnsan ister istemez Bekir Bey'in hafakanlarına hak veriyordu.

Esasen benim lehimde ifade veren hiç yok gibiydi. Sadece Cahid Efendi ile Mustafa Birlik Bey'in ifadeleri aleyhime değildi. Bekir Bey'in ifadeleri de dikkatliydi..

Kestanepazarı'ndan getirilip ifadeleri alınan çocuklar çok güzel ifade vermişler ve savcının söylediklerinin hiçbirinin vaki olmadığını ispat etmişlerdi. O küçücük çocukların böyle akıllıca ifadelerini asla unutamam.

İfadesine başvurulanlardan biri de Refet Helvacıoğlu’ydu. O salona alındığında Emekli Albay Mehmed Çatalkaya da orada bulunuyordu. Çatalkaya salona önce girmişti. Hâkimlerden Burkay Paşa, daha önce onun yanında ve emrinde çalışmış. Albay emekli olmuş diğeri ise daha sonra paşalığa kadar yükselmiş. Albay Çatalkaya içeriye girince, diğer şahitleri ayakta tutmalarına rağmen onu oturttular ve bu arada Refet Helvacıoğlu'nu içeri aldılar..

Refet Helvacıoğlu Halk Partiliydi. Tahsilli ve kültürlüydü. Çok güzel ve inandırıcı konuşurdu. Hatta o konuşmaya başlayınca Bekir Bey, mahkeme heyetine menfi tesir eder diye epey korkmuş.. Kendisi daha sonra böyle demişti. Refet Helvacıoğlu ifadesinde mealen şöyle diyordu:

"Kampa gittim. Herkesin başında sarık ve üzerinde maşlah. Sarıklar taylasanlı.. Çok garip ve esrarengiz şeyler döndüğü belli oluyordu. Zaten, Kestanepazarı idare heyetine seçilirken, onun bir sözünden de şüphelenmiştim. Orada "Ben ortaya çıkarsam arı vızıltısıyla değil top güllesiyle gelirim" demişti. Düşündüğü birtakım şeyler olduğunu anlamıştım. Talebeyi de kendi düşünceleri istikametinde evirdi çevirdi.."

Bunları söyledikten sonra bir de "Hani kendisini severim" gibi laflar da etti. Ben elimi kaldırıp müsaade istedim. Ve verilen müsaade üzerine ayağa kalkıp şunları söyledim:

"Ben, 5-6 sene bir müessesede vazife yaptım. Fakat size kasemle teminat veririm ki, bu zaman zarfında bu kişinin benimle bütün konuşması bir elin parmakları sayısınca değildir. Bunun ona göre çok ciddi bir sebebi vardır. Çünkü Ecevit'çilik damarına işlemiştir. Benim tayinim ise Demirel zamanında yapıldığı için, beni Demirel'ci zannetmektedir. Bu sebeple geldiğim günden beri bana antipatik davranmıştır. Mecbur kaldıysa bana selam vermiştir. Yoksa hususi olarak benimle tek bir sefer dahi konuşmuş değildir. Bütün söyledikleri bu adamda bir saplantıdır.."

Benim böyle konuşmam onun moralini iyice bozdu. Konuşmasındaki insicam tepetaklak oldu. Kem küm etmeye başladı. "Yok. Esasen bu arkadaşa karşı bir şey demem. Ben savcıya onun faziletli yönlerini de anlattım. Derneğimizden bir kuruş almadan çalıştı, dedim; fakat savcı bunları yazmadı. Çok sağlam bir ahlakı vardır, dedim; onu da yazmadı.." demeye başladı.

Kestanepazarı idarecilerinden bazıları da mahkemeye ifade vermeye geldiler, onlar da hep aynı havada aleyhte konuştular. Bütün bunlar olurken emekli albay Mehmed Çatalkaya oturuyordu. Sonunda ona sen ne diyorsun dediler. Ayağa kalktı ve hepimizin gözünü yaşartan şu konuşmayı yaptı:

"O kamplar bizimdi. Hocaefendi de orada vazifeliydi. Kampa gittim. İmam ve müezzinden başkasında sarık görmedim. (Daha önce bana kampa ait bir fotoğraf göstermişlerdi. Fotoğrafta bir imamın bir de arka safta duran birinin başında sarık vardı. Bu sarıkları bana sorduklarında, bunlardan biri imam diğeri de müezzin, demiştim. Şimdi Albayın dedikleri beni destekler mahiyetteydi..) Geldiği andan itibaren kürsünün dibine oturdum, vaazını dinledim ve şu anda da Allah'tan diliyorum, dışarıya çıksın ve kürsüsüne otursun yine gidip aynı yerimde oturacak ve kendisini dinleyeceğim."

İster bunu lehte bir şahitlik sayın isterse soylu bir Türk askerine yakışır mertçe konuşma deyin.. Çatalkaya'nın o günkü mertliğini hiç unutamayacağım. Orada bana ancak o kadar sahip çıkılabilirdi, o da gücü kadar sahip çıkmıştı.

Bu tablonun ruhaniler tarafından dahi takdirle karşılanacağı ümidindeydim. Çünkü orada sahip çıkılan benim şahsım değildi. Doğrudan doğruya beni maznun durumuna getiren meselelere sahip çıkılmış oluyordu.’