Vatanın En Sadık Hizmetkarları
Fethullah Gülen Hocaefendi, hizmetleri için yaşanmaz hale getirilen Edirne’de artık duramazdı. İnsanları sevgiyle kucaklamasına düşmanlık edenlerin yanı başında dostun vefasızlığı, hasedi, kini bahis mevzuu olunca hayat çekilmez hale gelmişti. Vaaz vesikası da elinden alınan Hocaefendi’nin ‘Biricik sevdam’ dediği Hizmet için Edirne'den ayrılmaktan başka çaresi kalmamıştı.
Ve 23 Temmuz 1965 günü Hocaefendi’nin Kırklareli’ne tayini çıktı. Edirne’den ayrılarak yeni görevine başlamak üzere Ağustos 1965’te Kırklareli’ne gitti. Bu arada, Yaşar Tunagür Hoca da 1965'te İzmir’den Ankara'ya gitti ve Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı oldu.
Hocaefendi, 11 Mart 1966 tarihinde İzmir’e tayin oluncaya kadar Kırklareli’nde yaklaşık 8 ay kadar vazife yaptı.
Kırklareli günlerini şöyle anlatıyor Hocaefendi:
‘Kırklareli'nde her cuma vaaz ediyordum. Ramazan'da her gün vaaz ettim. Kendiliğinden bir cemaat teşekkül etti. İlk gittiğimde, bir iki insandan başka tanıştığım yoktu. Fakat kaldığım zaman müddetince orada da epey dostlar edindim.
Edirne'de talebe arkadaşların kaldığı iki ev olmuştu. Kırklareli'nde de bir ev tuttum. İki odalı bir evdi. Borç iki kilim satın alıp eve serdim. Bütün eşyam bundan ibaretti. Hem Edirne'deki hem de Kırklareli'ndeki eve kira ödüyordum. Her gün bir bahane ile Edirne'ye gelip gidiyordum.
Müftü Mustafa Efendi, ihtilal olunca sakalını bıyığını kesmiş, başına da bir fötr yerleştirmişti. Kendisini mümkün mertebe ihtilalcilerden yana göstermeye çalışıyordu. Kendisine çok hürmet gösterdim. O da benim Edirne'ye gidip gelmeme ses çıkarmadı. Bir seneye yakın vaziyeti bu şekilde idare ettik. Sonra da izine ayrıldım.’
Soruşturma… Soruşturma
Cumalardan birinde vaaz ederken dışarıdaki çocukların gürültüsü bana kadar ulaşıyordu. O esnada ne söylediysem, sözlerimi bu çocukların gürültü edişine bağlayıp beni şikayet etmişler. Zaten mahkemem devam ediyordu; şimdi hakkımda bir soruşturma daha açıldı. Memurin Kanununa göre, vilayet bünyesinde bir encümen teşekkül ettirildi. Emniyet müdürü bu encümenin başında bulunuyordu. Konuşulan şeylerde suç unsuru olup olmadığını encümen araştırıyordu. Vali ve emniyet müdürü yumuşak insanlar olduğu için bu soruşturma hafif geçti. İfademi aldılar ve takipsizlik kararı verildi.
Atayolu Gazetesi, mahalli bir gazeteydi. Her fırsatta benim aleyhime yazılar yazardı. O sıralarda giydiğim siyah bir paltom vardı. Bu paltoyu, adice ifadelerine benzetme aracı yaptılar ve şu ifadeyi kullandılar: "Korkumuzdan geceleri dışarı çıkamıyoruz."
O yıllarda genellikle her türlü dini faaliyetler bazı çevrelerce gericilik olarak algılanıyordu. Özellikle Kırklareli’ndeki yerel Atayolu gazetesi, Hocaefendi’nin her sözünü ve hareketini “Devrimlere Saldırı” olarak görüyordu. Böylece Hocaefendi hakkında sürekli soruşturma açılıyor; ama her seferinde takipsizlik kararı veriliyordu.
Necip Fazıl Kısakürek'le...
O dönemde milliyetçi muhafazakâr kesimin sembol ismi olan Necip Fazıl Kısakürek, Hocaefendi’nin bizzat meşgul olduğu bir konferans için 29 Kasım 1965’te Kırklareli’ne geldi. O akşam belediye salonunda konuşan Kısakürek’in konuşmasının konusu: “Halimiz, Yolumuz, Çaremiz”di. Kırklareli’nde o günlerde yapılan bir başka konferansın başlığı ise şöyleydi: “Türkiye Neden Geri Kalmıştır?”
Hocaefendi, davet ettiği Necip Fazıl Kısakürek’in aynı zamanda değişik yerlerdeki konferanslarına da katılıyordu. Örneğin Kısakürek’in 1966 kışında Ankara’da verdiği “Mehmetçik” konferansının dinleyicilerinden biriydi. O yıllarda Ankara’da Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarı olan Turgut Özal da bu konferansı dinleyenler arasındaydı.
Hocaefendi Kırklareli’ndeki bu konferansı şöyle anlatıyor:
“Bu dönemde Necip Fazıl Kısakürek'i de konferansa davet etmiştik. Konferans işiyle bizzat kendim meşgul oldum. O gece Necip Fazıl merhumu, arkadaşlardan birinin evinde misafir ettik. Hatta, hiç unutmam, merhum o gün biraz tutuktu. Başka günlerde olduğu gibi coşkun değildi. Yakınlarından biri "Üstad, bu gece pasiftin" dedi. O hemen, sofrada bulunanları göstererek "Hayır, dedi, pasif olan bunlardı." Böylece dinleyicilerin ilgisizliğini anlatmış oluyordu.
Dar dairede yaptığımız uzun sohbet esnasında Necip Fazıl, haddimden fazla alaka gösterdi. Hatta, daha sonraki günlerde, Büyük Doğu'da üst üste iki-üç yazı yazdı ve Risaleleri methetti. Ben kendisine bir takım Külliyat vermek üzere İstanbul'a geldim. Fakat, Zübeyr Abi pek taraftar olmadığı için vermeden geri döndüm.
Atayolu Gazetesi Necip Fazıl'ın aleyhine de bir yazı yazdı. Biz de o yazıyı Necip Fazıl'a gönderdik. O sayıda, Büyük Doğu'da bir karikatür çıktı. Büyük bir çomar (köpek) yanında da küçük bir fino var. Ve altına şu yazı yazılmış. "Biz koca çomarlarla uğraşıyoruz. Bu küçük fino da nerden çıktı" Bu cevap hepimizi çok memnun etmişti. Kırklareli'nde bu ve benzeri sistemli faaliyetlerimiz de oldu. O tuttuğum bülbül yuvası gibi evde her gece sohbet yapıyorduk. Her cemaatten insan eve gelip giderdi. Aramızda iyi bir kaynaşma vardı. Hamid Hoca’nın (Abdülhamid Oruç’un) dostluğunu ise hiç unutamam...”
Abdülhamid Oruç anlatıyor
“Hocaefendi Edirne'den gelir gelmez, ilk gün benim çarşıdaki kitapçı dükkanıma geldi. Öğleden sonra ikindi vakti gibiydi. Oturduk, çay kahve içtik. Burada bizim tanıdık otelci Hasan Akkaynak vardı. İstanbul Oteli'nin sahibi idi. Ona "Edirne'den bir hocamız geldi, kalacak bir oda ayarlayalım" diye söyledik. Ondan sonra Hocaefendi yirmi gün kadar İstanbul Otel'de kaldı.
Ondan sonra, Kırklar şehitliğinin tam karşısında caminin avlusunda bulunan ve cami derneğine bağlı olan binada Hocaefendi iki ay kadar kaldı. Dernek mensuplarından bazıları kendi aralarında "kime sordular da burayı lojman haline getirdiler" şeklinde bazı şeyler konuşunca Hocaefendi oradan hemen çıktı. Adını, sonradan "bülbül yuvası" diye koyduğumuz Paşaçeşme sokaktaki iki katlı, üst katına içerden merdivenle çıkılan 70-80 metrekarelik evi bulup kiraladık. Hocaefendi İzmir'e gidinceye kadar o evde kaldı.
Cuma vaazlarında, bayram vaazlarında ve Ramazan ayında yatsıdan önce teravih vaazlarında merkezde bulunan Hızırbey Camii'nde vaaz ederdi. 1965 Yılında Ramazan ayı 24 Aralık'ta başladı ve 22 Ocak 1966'da bitti.
Hocaefendi ile kahvelere giderdik. Oturanlardan veya kahve sahibinden rica ederdik, sizinle beş on dakika sohbet etmek istiyoruz derdik. Bunun gibi birçok kahvede konuşmalar yaptık. Ayrıca esnaf dükkanlarına gider, ziyaret eder, bir çayhanede toplanıp esnaflara sohbet ederdik. Ama şimdiki gibi değil. O zaman biz bu sohbetleri mevcutlu, belli sayıda insanla yapardık. Peşimizde sürekli bir polis memuru bulunurdu. Söylediğimiz, konuştuğumuz şeyleri duyacak kadar alenen bir koruma memuru gibi yanımıza kadar yaklaşırdı. Biz dolaşırdık şehrin içinde, o da sürekli 20-30 metre peşimizde dolaşırdı. Eve gelinceye kadar arkamızda idi. Adeta eve teslim eder giderdi.
Onun için ben, Hocaefendi ve Risale-i Nur'un müntesipleri ile ilgili şöyle bir iddiada bulunuyorum. Bu vatanın en sadık evlatları, en ağır testlerden geçmiş, sağda solda falsosu olmayan kişiler, Hocaefendi ve onun gibi olan kişilerdir. Çünkü her dakikası test edilmiş, takip edilmiş ve kayıtlara geçmiş bu insanların. Devlet bunu en ince ayrıntısına kadar biliyor. Acaba o takip eden insanların kaçta kaçı bu kadar testten ve kontrolden geçmiştir sormak lazım.
Ev sohbetlerimiz olurdu. Köylere giderdik, köylerde sohbetlerimiz olurdu. İmam Hatip okuluna talebe bulmak maksadıyla köyleri ziyaret ederdik. Hocaefendi Kırklareli'nde sekiz ay gibi kısa bir zaman kaldı. Vaazları çok tesirli idi, birçok kimsenin düşüncesinin değişeceği kadar etkiliydi.
Hocaefendi Kırklareli'nde kaldığı sekiz buçuk ayı dolu dolu geçirdi. Bülbül yuvası dediğimiz Paşa Çeşme sokaktaki evinin önünde polis baskısı olduğu halde sohbetlerini devam ettirdi. Gelenler sokağın başında polisi görünce geri dönüp kaçıyordu, bir kısmı her şeyi göze alıp eve gelebiliyordu.
Kırklareli'nde sekiz ay geçtikten sonra Hocaefendi'ye Ankara'dan bir yazı geldi. Bütün vaizlerin asalete geçmeleri isteniyordu. Bir konuyu vaaz şeklinde, 15-20 sayfa halinde işlemeleri gerekiyordu. Hocaefendi de "insan" konusunu ele aldı. Hatta hatırlıyorum, söz söz bölünmüş, fasiküller halinde bende Risaleler vardı. Hocaefendi onlardan 23. sözü aldı ve satır satır altını çizerek vaaz konusunu oradan işledi. Yani 23. sözü esas aldı. Hazırladığı o vaaz çalışmasını Diyanet'e gönderince asaleti kabul edildi ve yeni bir yere atanmaya hak kazandı. Hocaefendi böylece İzmir'e Yaşar Tunagür Hoca tarafından tayin edildi.
Kırklareli'nde kalmasını, ona bir hanım bulacağımızı, eniştemiz olmasını teklif ettik. O böyle acı acı tebessüm ettikten sonra "Benim evleneceğim hanım kız üç yüz sene evvel öldü" dedi.”
“Benim evleneceğim hanım üç yüz sene evvel öldü” cevabıyla Hocaefendi aslında Türk milletinin dünyada hak ettiği yerde olmayışının gerisinde 300 yıllık bir süreç olduğunu vurguluyordu. Osmanlı’nın gerilemeye ve savaş kaybetmeye başladığı 1600’lü yıllar bu çöküş sürecinin başlangıcıydı. Türkiye yeniden büyük devlet olacaksa, bu ancak Hocaefendi gibi fedakâr insanların yetiştireceği nesillerle mümkün olacaktı.
Normal bir memur olursunuz, memuriyetinizin gereğini yaparsınız. Yani vaiz memurluğu yaparsınız. Fakat Hocaefendi öyle değil ki. Hocaefendi için memuriyet sadece resmi bir sıfat idi. Veya kürsüye çıkabilmesi için eline verilmiş bir anahtardı. Hocaefendi birkaç saat uykusunun dışında, 24 saat tam hizmet düşünen biriydi. Allah bilir o iki üç saatlik uykusunda bile bugünkü hizmetin rüyalarını görüyordu. Uykusunda bile vaizdi o. Onun için Hocaefendi gibi zatların bir memur, bir vaiz gibi düşünülmesi mümkün değildir. 24 saat kafasında problem çözen, ne yapayım diye düşünen, proje üreten, harmanlayan, dünyadaki dini hizmetleri, değişik fikir hareketlerini takip eden, tahlil eden, yorumlayan bir kimse idi. Dünyadan tamamen kopuk değildi. Olan biten hadiseleri ajans veya radyolardan dinler, günlük gazetelerde neler çıkmış diye bakardı. Tabii Türkiye'de 27 Mayıs 1960 ihtilali olmuş, birçok hadiseler zuhur etmiş, onlara yorum getirirdi. Siyasi düşünce ve falan parti, filan parti tarzında hiçbir eğilimini görmedim. Bazen insanların en uygun şartları meydana getirecek yerlere yönelmelerini, kavgadan, şiddetten uzak durmalarını ısrarla söylerdi.
Hocaefendi'nin bir özelliği daha vardır ki o zamanlardan beri bilirim. Çok vefalı olmasıdır. Çok enteresandır o kadar insan ve yüzle karşı karşıya gelmesine rağmen kolay kolay yüzleri unutmaması ve onların halini hatırını sorması çok dikkat çekicidir. Mesela burada az temasta bulunduğu kimseler hakkında bile karşılaştığımızda, "falanca abi, filanca kardeş nasıllar, ne yapıyorlar" diye bana sorular sordu. Tabii bazıları vefat etmiş, bazıları hayatta idi. Ekrem Tan'ı, Nihat Akay ve birçok insanı, -halbuki ben o kadar hatırlayamıyorum- sordu bana. Yani vefa duygusu çok yüksek bir zat. Ben şöyle bir bakıyorum da tarihte liderlik vasfıyla gelen insanlarda görülen bir özellik de insanlara olan vefa duygusunu muhafaza etmektir. Hep vefalı davranmışlardır. İnsanların halini hatırını sormak, yardımcı olmak vasfını ben daha o zaman onda görmüştüm.
Hocaefendi ile tanıştığımda Risale-i Nur'un içindeydim ben. Okuyor, araştırıyor ve sohbet ediyorduk. Ancak Hocaefendi'nin hizmet modelini karşımızda yepyeni görünce daha aktif ve faal olmaya başladık. Bizim için büyük bir zenginlik ve verimli bir hizmet çizgisi oldu, çevremiz genişledi, daha çok insanla muhatap olduk. Elhamdülillah çok güzel oldu... Ben Üstad Bediüzzaman'ı çölde su çıkaran biri, Hocaefendi'yi de o suyu bütün sahraya dağıtmaya çalışan, ortalığı yeşillendiren, meyvelendiren ve sebzelendiren kişiye benzetiyorum.”
Nihat Akay Anlatıyor
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Kırklareli'nde büyük hizmetleri oldu. Ama hangi sahada? 1960 ihtilalinden sonra Türkiye'de bir Marksist sistem kurulacak gibiydi. Din diyanet baskı altındaydı. Fethullah Hocaefendi çok ateşli idi, cemaatini çok iyi uyardı ve ikaz etti. Nasıl Milli Mücadelede din ve manevi büyüklerimiz savaşı kazandırmışsa 1960'tan sonra da Hamid (Abdülhamid Oruç) ve Fethullah Hocaefendiler büyük hizmet verdiler. Milletimize ruh ve şuur verdiler. Yatsı namazından çıktığımızda evlerimize gitmek için beraberce yürürdük. Ondan önce 3 kişi yan yana yürüyemezdi. Hocaefendi’nin vaazları o marksist ve komünist baskıyı kırdı.
Fethullah Gülen Hocaefendi birinin yüzüne baktı mı o adam adeta erirdi. Allah ona baştan aşağıya öyle bir heybet, öyle bir şekil vermiş. İnsanlar onu yakından gördüğünde etkilenmemesi mümkün değildi. Giyimi kuşamı temiz ve nizamlı. Henüz 26 yaşında, boylu poslu, ağırbaşlı, dolgun ve oturaklı sesi ile engin bir derya gibiydi. Anlatmaya başlayınca başka bir âleme gider gibi olurduk. Ağlar ve ağlatırdı. Bilgisi çoktu, günümüzün şartlarını iyi bilirdi. Herhangi bir mevzuda ikna etmeyeceği insan yok gibiydi. Bu bir gerçek. Bazıları onu gördüler mi burada ödleri kopuyordu.
Hocaefendi gelince vaazları hemen dikkat çekmeye başladı. Hamid Hoca’dan dinlediğimiz vaazlardan sonra Hocaefendi'nin vaazları adeta insanın içine işleyecek gibiydi. Kısa zamanda dikkatimizi celbetti ve vaazlara gitmeye başladık. Sonra Hamid Hoca bizi Fethullah Hocaefendi ile tanıştırdı. O tanışmadan sonra güzel hukukumuz oldu. Çayımızı içti, dükkanımıza geldi. Fakat çok az kaldı Kırklareli'nde. Tam ortalık ısınmaya başlamış, kütük yanmaya başlamıştı ki bir duyduk Hocaefendi'nin tayini İzmir'e çıkmış.
Devlet ve millet bütünlüğü için milli ve manevi değerlerimizi bize aktarmış ve şuurlu olmamızı sağlamıştır. Bu, iki kere iki dört eder derecesinde inkâr edilemez bir gerçektir. Devletin varlığını, bölünmez bütünlüğünü, dilini ve dinini korumak için mücadele eden bu seviyede ben başka adam görmedim. Devletine sadık bir adamdı. Devlet düşmanlarına çok çatardı. İslam'ı müdafaa ediyor diye bazıları bu yüzden ona kızardı. Bakın mesela Necip Fazıl cesur bir adamdı, burada konferanslar verdi, hatta kendisi için mahkemede şahitlik yaptım. Ama Fethullah Hocaefendi'nin tesiri ve üslubu apayrı idi. Vaaz konuşmalarında bambaşka bir hava vardı. Türkiye'de bu konuşmaları yankı buldu ve büyük bir isim yaptı. Bu yüzden Hocaefendi'den rahatsız olanlar çok olmuştur.
Hocaefendi cumaları mutlaka vaaz ederdi. Ramazan ayında ise her gece vaaz ederdi. Vaazları tesirli ve etkileyici idi. Bizim Kırklareli'nin değişik bir halkı var. Öyle kolay kolay vaaz dinlemez. Ama Hocaefendi'nin vaazlarını duyunca insanlar dinlemeye, kulak kabartmaya başladılar. Müthiş bir cami cemaati oluştu. Hatta namaz niyaz kılmayan sol kesimden insanlar bile ayakta dinlemeye gelirlerdi camiye.
İmanı bu kadar güçlü olmasa tesirli olamazdı. İmanı neyse onu yansıtıyordu. Cenab-ı Peygamber Efendimiz öyle yapmamış mı? İnanmasaydı o kadar sahabe, o kadar insan onunla olur muydu? Peygamber Efendimiz nasıl davasına inanmışsa Hocaefendi de davasına tam inanmış ve o inancının verdiği güçle sesleniyordu bizlere. Vaazlarında ne dediğini iyi biliyordu, anlattığı şeyle bütünleşmiş, olayı yaşıyormuş, olayın içindeymiş gibi anlatıyordu. İslamiyet'in ilk zamanlarındaki sahabe hayatından bahsediyordu, dini yaşamak ve yaşatmak için sahabenin nasıl bir sıkıntı içinde olduğunu canlıymış gibi anlatıyordu. İslam'ın nasıl kısa zamanda büyük fedakârlıklarla yayıldığını anlatıyordu. Onu dinleyen, anlattığı şeylerin etkisinde kalmaması düşünülemez. Siz de aynı sahabe gibi koşmak ve mücadele etmek istiyorsunuz. Çünkü İslam'ı yaşamıyorduk, etrafta kötülükler kol geziyordu. Din diyanet adına bir faaliyette bulunmak gericilikti ve suçtu. Hocaefendi'nin bu vaazları İslamî ve imanî hislerimizi harekete geçirdi.
Sohbet esnasında evde yardımcı olan arkadaşlar olurdu. Fakat diğer çamaşır ve temizlik işlerini kendi yapardı. Hocaefendi bol bol patates yemeği pişirirdi. Her zaman değişik bir türlüsünü yapardı. Boğazına fazla meraklı değildi. Onun için evlenmesini söylerdik, sana bir hanım bulalım derdik ama hiç oralı olmazdı. Zaten ciddi duruşundan ötürü de fazla zorlamadık.
O kadar insan yetiştir, o kadar okul aç, dünyanın öteki ucuna kadar zor şartlarda eğitim hizmeti vermeye çalış. Bu hizmetleri şimdiye kadar gerçekleştiren olmadı. Bana soruyorlar "bu kadar parayı nereden buluyor?" diye. Ben de "onun parası yok, ama gönül sermayesi var, oraya şunu yapın, buraya bunu yapın diyor, hemen yapılıyor, millet veriyor onun parasını" diyorum. Hocaefendi'nin sermayesi kazandığı gönüllerdir.”
- tarihinde hazırlandı.