Nadi Ersoy Edirne Günlerini Anlatıyor
1940 yılında Edirne'ye bağlı Avarız köyünde doğdum. Nüfus kâğıdında o günün şartlarında 1943 yılında yazdırmışlar. 1952 yılında ilkokulu köyde bitirdim. Köyden şehre gidip okuma imkânı kısıtlı idi. Babamın okutacak durumu yoktu. Nasıl olduysa daha sonraları Edirne merkezde bir müddet hafızlığa çalıştım. Bilahare 1956 yılında İstanbul'a giderek 6-7 yıl kadar hafızlık, Kur'an tilaveti, Arapça ve dini bilgiler konusunda bilgilerimi geliştirdim. 1963 yılı sonlarında Edirne'ye döndüm.
1964 yılında Saraçhane mahallesindeki Çakır Ağa Camii'nde ilk defa göreve başladım. Selimiye'ye 1966 yılında geçtim. 2001 yılının Ağustos ayında emekli oldum. Fakat tekrar Selimiye'ye fahri olarak dönme durumu oldu.
Fakir Bir Ailenin Çocuğuyum
Babamın adı Hüseyin, annemin ismi Naciye'dir. Babam 23 Mart 1984'te vefat etti. Hocaefendi'ye muhabbeti olduğu gibi Bediüzzaman Hazretlerine de muhabbeti vardı. Hatta evimizde Kuran hatlarıyla "vema halaktül cinne vel inse illa liya'büdun" yazılı bir levha asılı idi. Babam o zaman Bediüzzaman Hazretlerine de muhabbeti vardı. Vefatı da Bediüzzaman'ın vefatıyla tevafuk oldu. Unutamıyorum. 23 Mart 1960'da Üstad vefat etti. Babam da 23 Mart 1984'te. Annem de 2002 yılında vefat etti. Allah razı olsun onların dualarıyla bugünlere geldik.
Normal bir ailenin ferdiyim. Babam 26 yıl mandıracılık yaptı. Peynir süt işleriyle uğraştı. Köylere giderdi. Çankırı'nın Çerkeş ilçesi var, galiba oraya bile gitti. 2-3 sene oralarda kaldı. Babamın okutacak durumu yoktu, okutmayı da düşünmüyordu. Okumaya ve hafız olmaya meraklıydım.
"Valla Billa Hafız Olacağım Anne"
İlkokulu bitirdim. Köyde devamlı "valla billa hafız olacağım" diye tutturuyorum. Vallahi billahi değil, o zamanın amiyane tabiriyle işte valla billa diyorum. Anneme bastırıyorum. "Hafız olacağım be anne" Annem de kızar "Tamam be evladım tamam" derdi.
Köyümüzde Nuri Bey adında bir ağamız vardı. Kapı karşı komşumuzdu. Edirne'den hafızlar getiriyordu. Köyde hafızlar okuyor, biz de böyle salonun parmaklığından onlara bakıyoruz. Okuyan hafızların sesi çok güzel, dinleyenler de "Allah Allah" diye kendilerinden geçiyorlardı.
Ben eve geldim. Daha bir Fatihayı okumayı öğrenmişim. Bir de Bakara süresinin ilk ayetleri elif lam mim. Akşam karanlığı oldu, babam evde yok. Yine köyün birinde mandıracılık yapıyor. Akşam karanlığı hafif basmıştı. Kendi kendime yüksek sesle okuyorum. O hafızların okuyuşuna çok özendim. Okuyucu da benim, dinleyici de. "Allah Allah" diyenler de benim. Elif lam mimi okumaya başladım. Bir ara "Allah Allah" dediğim zaman söğüt kirişli tavanlar, sazlık damı caaart diye çatırdadı. Toz ve talaşlar döküldü üstüme. Bunu görünce ben kendi kendime güldüm. Aklım ermiyor ki. Benim o "Allah Allah" deyişim ve kirişin çatlamasıyla gülmeye başladım. Aklım ermiyor ama o ne çatlamak Ya Rabbi! Çaaat edince o tavanın gözeneklerinden neler döküldü be kardeşim, neler dökül bir görseniz.
Kardeşlerim korktu, annem koştu "ne oldu Nadi" dedi ve tuttu elimden doğru babaannemlere gittik. Bu sefer başladım ağlamaya. Babaannem Allahümme Salli ala seyyidina, "bu çocuk okuyacak, bir Allah dedi kiriş çatladı" diye konuşuyorlar.
İstanbul'daki Talebelik Günleri
1956 yılında köyümüze Necati Yüceer diye Bolulu bir zat geldi. İstanbul Hacı Fahri Kiğılı Hocanın Kur'an kursundan. Ramazan ayına has görev yapmaya geldi. Sesimi dinledi. Sonra "siz bayramdan sonra gelin, ben sizi Fahri Kiğılı Hocaefendi'ye kabul ettireceğim" dedi. Tamam, gitmeye karar verdik. Gideceğiz yatak hazırlandı. Babam tutturdu okutamayacağım da okutamayacağım diye. Köse Hamzabey çiftliğine çoban verecekler beni. Fakir bir ailenin çocuğuyum. Ben de İstanbul'a gideceğim diye hazırlanmışım, seviniyorum. Babam böyle deyince benim sevincim gitti. Amcam ortaya atıldı ve dedi ki "bu çocuğu ben okutacağım." Aldı götürdü beni İstanbul'a. O zamanki adı Taşlıtarla Dörtyol idi. Şimdi oralar Gaziosmanpaşa oldu. Alibeyköy falan da diyorlar.
Neyse Rahmetli Hacı Fahri Kiğılı Hocamızın Kur'an kursuna vardık. Gelen çocukları imtihan ediyorlar. Kur'an okutuyor yüzünden, böyle açıyorsun rast gele bir yerden okuyorsun. Ben de açtım ve tevafuk oldu. Tevbe suresinden sonra gelen Yunus suresi çıktı. "Bismillahirrahmanirrahim elif lam ra" ile başlıyor. Oradan ben 3-4 satır okudum. Arkadan birileri "Allah Allah!" dedi. Onlar öyle bağırınca köydeki hadise geldi aklıma. Yüz, yüz elli kadar öğrenci vardı. Okuyuşumdan sonra Hocaefendi beni kabul etti.
Kirişin Çatlamasının Hatırlattığı Şey
Çocukken köyde Kur'an okurken kirişin caart diye ses çıkarmasını unutamıyorum. Hafız olmak istiyordum. İstanbul'da Hacı Fahri Hocaefendi'nin Kursundayız. Kur'an ve Arapça okuyoruz. İsra süresinde şöyle bir ayeti kerime var. "Tüsebbihu lehüs semavatüs seb'u vel erdu ve men fıhinne ve in min şey'in illa yüsebbihu bi hamdihi ve lakil la tefkahune tesbıhahüm innehu kane halimen ğafura" (İsra-17/44)
"Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır."
Ben o zaman hafızlığa çalışıyorum Arapçadan da anlıyoruz ya manalarını da mümkün mertebe bakıyoruz. Yine "Allah" dedim ve öyle deyince aklıma köydeki o çatlayan kiriş geldi. Yahu dedim bak. Ot, hut (balık) kurt, ağaç, sinek, yaprak, toprak, böcek ne varsa hepsi kendi dilince "Allah" diyor. Bir lisanı haliyle Allah diyorlar. Hemen o kirişin çatlaması geldi aklıma. "Allah Allah" dedim. Ama o zamanki safiyane halimiz işte pırıl pırıl bir gerçeği hatırlattı dedim. Şimdi bazı yaptığımız hatalarla alude mi olduk bilmiyorum, ne bileyim Allah affetsin.
Taşlıtarla Kur'an Kursunda hafızlığımı kavileştirdim ve hafızlığımı bitirdim. Arapçadan emsile, bina, avamil, maksut, izhar okuduk. 1963 yılı sonlarında Edirne'ye döndüm.
35 Yıl Selimiye'de Kaldım
—35 yıl süreyle aynı yerde kalmanız nasıl oldu? Siz mi ayrılmak istemiyordunuz, yoksa vazgeçilmez bir yönünüz mü vardı?
1966'dan beri 35 yıl Selimiye'de kaldım. Selimiye'ye gelen ziyaretçilere camiyi anlatıyordum, ezan okuyordum.
2001 yılının Ağustos ayında emekli oldum. Fakat tekrar Selimiye'ye dönme durumu oldu. Orayla sanki bütünleşmişim. Biz kadere iman etmiş insanlarız. Hakkımızdaki hükme boyun eğmekten başka çaremiz yoktur. Sultan Selim gelmiş geçmiş, Koca Mimar Sinan gelmiş geçmiş, onlara kalmamış, bize mi kalacak. Biz de gidiciyiz elbette. İmzamı attım ve artık ayrıldım. Tekrar dönmek istemedim. Fakat bu yeni müftümüzün Edirne'ye gelmesi, Ankara'dan gelen önemli şahsiyetlerin olsun, bürokratlar olsun veya diğer yerlerden gelen insanların beni burada görmek istemesi tekrar Selimiye'ye gelmeme sebep oldu.
Saçlarıma Dokunmayın
—Saçlarınız epeyce dikkat çekici, herhangi bir tepki almıyor muydunuz?
Bazıları bir ara saçlarını kestireceksin dediler. Bir cuma günü müftülüğe gittim. Mutemet Nuri Bey, Darülhadis Camiinin imamı Mahmut Bey, Ayşe Hatun Camii'nin imamı ve birkaç kişi vardı içeride. Dedim ki "hocam siz de sıkıntıya düşersiniz ben de, bu saçlarıma dokunmayın." Başladım biraz karşı koymaya. "Saçlarını kestireceksin" diyorlar. "Hayır, saçlarıma dokunmayacaksınız" dedim. Müftü Bey, "Nadi Hocam ben müftüyüm, her yerden tebrik alıyorum, iyi ki bu adamı buraya almışsın diye. Ben yurt içinden ve yurt dışından herkesten tebrik alıyorum" dedi. Sağ olsunlar saçlarıma dokundurtmadılar. Ben kendilerinden hep teveccüh gördüm.
Tansu Hanım Okuduğum Ezanı Dinledi
—Selimiye Camii'nde siyasi liderlerden karşıladığınız oldu mu?
Başbakanlardan Tansu Hanım Edirne'ye gelmişti. Baktım yabancı polisler getirmişler başka illerden, Selimiye'nin dış bahçesine beni almıyorlar. Tanımıyorlardı, bir tanesi oradan baktı "bir dakika o buranın görevlisi girsin, bırakın onu" dedi. "Vali Koru Engin Bey gönderdi beni buraya" deyince aldılar beni içeriye.
Tansu Hanım Selimiye'yi gezdi ve mihrabın yanından döndüler. Teveccüh edip artık çıkış yapacaklardı. Bütün basın mensupları 50-60 kişi hepsi gittiler Selimiye'nin çıkış kapısına, oradan çıkarken görüntüleyecekler. Biz içeride 15-20 kişi kaldık.
Tansu Hanım tam çıkmak için teveccüh edecekleri sırada minberin yanında bir şeyler anlatılıyordu. Dursun Demir hocamız vardı. Sultanbeyli müftüsü şimdi, o zaman müftü muaviniydi. Dedi ki "Sayın başbakanım, vaktiniz müsait değil ama cami görevlimiz Nadi Bey, yanımızda, isterseniz buranın akustiği çok hoştur, kısa bir şey okusun veya anlatsın" dedi. Tansu Hanım "Buyursun" dedi. Yüksek yerde ezan okumak sünnettir. Ben o şuur içerisinde herhalde yüksekçe hemen yakın iki üç metre çıktım, kürsü sağımda kaldı orada. "Allahu ekber, Allahu ekber, Eşhedü en la ilahe illallah" dedim. Yahu kardeşim tam döneceğim bir baktım 40-50 kadar kameraman, muhabir ne oluyor diye bir bağırdılar ama o kameramanların beni yakalamak için çantalarını birbirine çarpanlar, müezzin mahfilinin o ahşaplarına kafayı vuranlar falan ortalık birden karıştı. Adamlar görüntü yakalamak için bize doğru geliyor. "Eşhedü en la ilahe illallah" dedim. Bu sefer "devam et" dediler mi bana. Ezanı sonuna kadar okudum. Üzerimde Küçük Dünyam kitabında çıkan resimdeki bordo renkli elbiselerim vardı.
Akşamüzeri haberlere bakıyorum. Ulusal televizyonlar haberi verdiler. Sadece ezanın baş tarafı vardı ve kısaca geçiştirdiler. Bir de bölgemizin televizyonu Trakya TV'ye baktım. Yemin ediyorum bunu herkes bilir herkes gördü Tansu Hanım'ın, "hayyales salah" derken gözünden amma da yaşlar akıyordu. Gözünün yaşları öyle bir akıyor ki böyle hem kendimi seyrettim hem onun ağlayışını seyrettim. Ulusal kanallar hiç buralarını göstermediler.
Şerif Ercan Bey Edirne'den milletvekili seçilmişti. Tansu Hanım'ın yanında idi. Çıkarken bana demiş ki "Hocaefendi'ye Allahaısmarladık diyelim" demiş. Müftü muavini Dursun Demir Bey vardı o sırada. Müftümüz yoktu her halde, bir yere gitti, ona vekâlet veriyor. Dursun Bey "Nadi hocam bir dakika sayın başbakanımız çağırıyor" dedi ve başbakanın yanına götürdü. Tansu Hanım elimi tuttu, tokalaştık. "Allah nefesinizi arttırsın, gelene gidene okuyun, Allah daim etsin" dedi. Böyle bir güzel dualar etti. Ve o akşam kendisini gözyaşları içinde gördüm televizyonda.
© fgulen.com. Her hakkı mahfuzdur. Site kaynak gösterilmeden iktibas edilemez, çoğaltılamaz ve dağıtılamaz.{mospagebreak title=İkinci Bölüm}Fethullah Gülen Hocaefendi İle
—Edirne'de Fethullah Gülen Hocaefendi'yle beraberliğiniz olmuş, ilk defa nasıl tanıştınız?
1960'lı yılların başında Tunagür hoca buradayken ben İstanbul'daydım. Fethullah Hocaefendi'ye çok muhabbet gösterdiğini duydum. İstanbul'da okurken izinlere gelir Edirne'de camilerde müezzinlik yapardım. Bu izinlere geliş gidişlerimde Fethullah Gülen Hocaefendi'nin adını duymaya başladım. O zaman Üçşerefeli Cami'de imamlık yapıyormuş. Ben de arasıra Üçşerefeli'ye gider onun vaazlarını dinlerdim. Üçşerefeli Camii vilayetin merkezinde olduğundan onun vaazlarına gidenler dikkatimi çekiyordu. İsimlerini pek hatırlayamayacağım ama unutamadığım biri vardı. Hâkim Servet Bey adında bir zat vardı. O ve arkadaşları, meslektaşları cuma günleri özellikle Hocaefendi'yi dinlemeye giderlerdi. Bunlar benim dikkatimi çekiyordu. Fakat ben Hocaefendi'nin yanına sokulamıyordum o ilk zamanlar. Zaten İstanbul'da okuyordum. Bir türlü yanına sokulup tanışmak kısmet olmadı. İzinlere geldikçe onu takip ediyordum. O zamanlar Ahmet Kızılkök adında bir arkadaşımız vardı. Hacı Osman Nuri amcanın oğluydu. Biraz hareketli ve afacan biriydi. Hacı Osman Nuri amca, oğlu Ahmet hakkında Hocaefendi'ye giderek "şu çocukla biraz ilgilenir misiniz" demiş. Ben de Ahmet'i hep Hocaefendi ile görüyordum. Bir müddet sonra Hocaefendi'nin askere gittiğini duydum. O askerdeyken ben İstanbul'daydım. Fakat çok geçmedi 1963 yılı sonlarında ben Edirne'ye geldim.
—Esas Hocaefendi ile ilk defa yüz yüze karşılaşmanız ne zaman oldu? Askerden sonra mı görüştünüz?
Yıl 1964 idi. İyi hatırlıyorum. "Bisan" marka bir bisikletim vardı. Çok da yeniydi. Temiz ve gıcır gıcırdı. Edirne merkezde bulunan Eski Cami'nin alt kısmı o zamanlar otobüs durak yeri idi. Ben de bisikletimle dolaşıyorum. Orada biraz durdum. Ne maksatla gittiğimi bilmiyorum. Vesaitler gelip gidiyordu. Bir minibüs geldi ve ben de orada duruyordum. Hiç unutmuyorum. Taunus marka mavi bir minibüs yanaştı ve durdu. Yolcular inmeye başladı. Ben de sanki gözüm yolculara takılıp kalmış gibi inenleri seyrediyorum. İne ine kim insin dersiniz? Bir baktım Fethullah Gülen Hocaefendi...
Askerden önce kendisine olan muhabbetim ve biraz sempatik davranması nedeniyle o anki duygularımı tam ifade edemeyeceğim ama kendilerini bir anda görünce "Hocam!" diye seslendim. Daha minibüsten yeni inmiş bir iki adım atmıştı. Sesimi duyunca şöyle yarım daire geri döndü ve bana doğru baktı. Hiç unutmuyorum. Üzerinde kareli gri ceket ve gri pantolondan oluşan bir takım elbise vardı. Elinde tek fermuarlı koltuk altında taşınan siyah bir çantacığı vardı.
Hayrola Hocam nereden geliyorsunuz dedim. "Terhis oldum, askerden geliyorum, burada ilk sizi görüyorum" dedi. O esnada biraz ayaküstü hasbihal ettik ve ben yanından ayrıldım.
O sıralarda Suat Yıldırım hocam da Edirne'de müftü imiş. Fakat ben daha o sıralarda görevli değildim. Hocaefendi ile Suat Bey görüşüyorlar, ikisi de bir evde kalmaya karar vermişler. Rahmetli Mehmet Yerli ağabeyimizin tek atlı bir arabası vardı. Mehmet Yerli ağabeyimiz Hocaefendi'yi askerden önce de iyi tanıyor, vaazlarını takip ediyor ve muhabbeti çokça idi. Askerden döndükten sonra da Hocaefendi'nin peşini bırakmayanlardan biriydi.
Suat Bey'le beraber bir evde kalıyorlarmış. Mehmet Yerli ağabeyimiz bana "hocamlara filan yerde bir ev bulduk, fakat ikinci katta gürültülü bir yerdi, oradan başka bir yere taşındılar" dedi. Ali Paşa'dan Kaleiçi muhitine çıkarken sağ tarafta köşede küçük bir evdi. Eşyaların taşınmasında Mehmet ağabeyimiz yardımcı olmuş. Darülhadis Camii'nin yanında, Tunca settinin hemen yakınında bir ev bulmuşlar. Suat hocamla beraber oraya taşınmışlar. Ben de merak ediyorum. Kalktım gittim yanlarına. İlk gidişimden itibaren sıkça gitme lüzumu duymaya başladım. Çünkü Suat hocamla beraber Fethullah Gülen Hocaefendi bizim için bulunmaz bir fırsattı.
Hocaefendi'den Ders Okuduk
İstanbul'daki hafızlık eğitiminden sonra 1963 sonlarında Edirne'ye döndüm. Hocaefendi askerliğini bitirmiş, 1964 yılında Edirne'ye tekrar gelmişti. Baktım Arapça okutuyor. Mülteka ve kafiye. Ben yine de gelince belli bir yerlerden başladım. İsrafil Konuk var burada Erzurumlu. Hocaefendi'nin hemşerisi olur. Darülhadis Camii'nde Kur'an-ı Kerim okuyoruz, öyle bir manalandırıyoruz ki kırık mana denilir buna. Hoca olduk gibilerinden İsrafil'e vuruyorum ben. "Yahu İsrafil hocam, hoca olduk gittik, bak ne güzel de manâ veriyoruz" diye takılıyorum. İstanbul'da okuduğumun çok faydasını gördüm. Fakat o zamanlar mevlitlere gitmeye başlayınca halkın teveccühü, Selimiye'nin meşguliyeti vesaire derken Arapçayı unuttum gitti.
—Sizin göreve başlamanız ne zaman oldu?
Fethullah Gülen Hocaefendi Darülhadis Camii yanındaki evde kalırken ben de o sıralarda görev aldım. İlk görev yerim Edirne'nin biraz kenarında olan Saraçhane mahallesinde bulunan Çakır Ağa Camii veya İsmail Ağa Camii diye bilinen camide oldu. 1964 yılında orada göreve başladım.
Hocaefendi ve bazı arkadaşları ara sıra topluca benim camiye namaz kılmaya geliyorlardı. Ben aslında müezzindim ama imam bazen bana görev verirdi ve namazı kıldırırdım. Hocaefendiler de geldiği zaman arkamda namaz kılarlardı. Cumartesi Pazar günleri olduğundan biraz da kalabalık gelirlerdi. Esnaftan insanlar da vardı yanında. Namazdan sonra mesire yerlerine, Meriç ve Tunca kıyılarına giderlerdi. Fakat ben onlardan biraz geri kaldım. Sanki onlarla gitmek istemezdim. Hakkı Topçu ağabeyimiz vardı. Halen sağdır kendileri. Ona dedim ki "abi ben gelemeyeceğim, benim mevlidim var" dedim. Cemaat caminin önünde konuşurken Hocaefendi'nin benim bu gelmek istemeyişimi hemen duydu. Şöyle geriye doğru döndü ve "Azalt azalt" dedi. Yani mevlide gitmeyi azaltmamı istiyordu. Ama ben sesimi çıkarmadım. Onlar gittiler mesire yerine. Ben de mevlidime gittim. Onların gittiği yeri bildiğimden mevlitten sonra arkalarından gittim. Kendilerini buldum orada. Eğer bir eser okunacaksa benim okumamı arzu ediyorlardı. Ben okuyordum, cemaat dinliyordu.
Ihlamuru Çok Severdi
—Hocaefendi'de o zamanlar gördüğünüz ve ilginizi çeken hususiyetleri nelerdi?
Fethullah Gülen Hocaefendi'ye gidiş gelişlerim, mevlitlerden sonra, akşamları, yatsıdan veya öğleden sonraları hep devam etti. Hocaefendi asker öncesi Üçşerefeli Cami'de idi. Askerden sonra ise Darülhadis Camii'ne gelmişti. Salih hoca vardı. Darülhadis'in kadrolu imamı idi. Fakat rahatsızdı kendileri, sıhhati elvermiyordu görev yapmaya. Hocaefendi onun vazifesini devam ettirmeye çalışıyordu. Salih hocanın maaşından da cüzi bir şeyler veriliyordu kendisine. Hatırladığım kadarıyla 80 lira kadar bir maaştı bu. Fakat bu maaş almaya giderken de ben onu yalnız bırakmazdım. Herhalde bana biraz fazla teveccüh gösteriyordu. Ben de arkasından kalmazdım. Bazen bana "memlekete anneme babama biraz harçlık göndereceğim, buluşalım" derdi. Ben göreve gider gelirdim ve postanenin önünde buluşurduk. Tabii şöyle bir yönü vardı. Bayanlarla konuşup görüşmekten utanır, çok çekinir, sıkılırdı. Ben havale kâğıdını alıyordum. Bir kenarda beraber dolduruyorduk. O rakam hala hatırımdadır. 40 lira gönderiyordu memlekete, annesine babasına. Orada işimiz bitti mi beraber çıkardık.
O ıhlamuru çok severdi. Ben de çayı çok severim. "Hadi gidelim birer ıhlamur içelim" derdi. Bense o zaman kokusundan mı hoşlanmıyordum nedir bilemiyorum fakat "hocam ben ıhlamuru sevemiyorum, çayı severim" derdim. Her fırsatta karşılaştığımızda yine çarşıda "gel birer ıhlamur içelim" diye bana takılırdı.
İnce Ruhlu ve Düşünceli İdi
Derken bir gün Ahmet Kızılkök arkadaşımızın nişanlılık veya evlilik hazırlıkları başladı. Ahmet arkadaşımıza bir hediye almamız gerekiyordu. Hocaefendi ile çarşıda buluştuk. Uygun bir hediye alıp Ahmet'in evine götüreceğiz. Ne alalım, ne götürelim diye vitrinleri dolaşıyoruz. Tablo, çaydanlık takımı, vazo veya bardak takımı gibi şeyler gözümüze çarpıyor. Fakat bunlar sanıyorum Hocaefendi'ye az geliyordu. Hediye deyip geçmek istemiyordu. Bazen şunun fiyatını sor bakalım derdi. O zamanlar fırınlı aygaz ocakları yok. Dörtlü sade ocaklar var. Onlardan soruyoruz. Ben sordum. 8 veya 9 lira dedi. Fiyatını öğrendik. Fakat alalım da diyemiyor. Bu sefer yine "hadi ıhlamur içmeye gidelim" demez mi... İyi tamam, hadi gidelim. Eve gidiyorduk. Bir iki sefer böyle vitrinlere bakmamız oldu. Fakat benim aklım çok sonra çalıştı, daha doğrusu jeton çok geç düştü. Hocaefendi o ocağı almak istiyordu fakat herhalde parası yeterli değildi. Kendi kendime tamam biz bunu alalım, karar verdik.
Bir ikindi vaktinden sonra buluşup hediyeyi alıp Ahmet Kızılkök arkadaşımıza götüreceğiz. Hediyenin üzerine bir kâğıda "Nadi Ersoy-Fethullah Gülen" diye yazmış. Dedim hocam "böyle olmaz". Ben yukarda siz aşağıda, olmaz öyle dedim. Ben önce Fethullah Gülen sonra Nadi Ersoy yazıyorum dedim. Neyse hediyeyi paketlettik ve Ahmet'e götürdük. Karanfiloğlu'nda bir evde oturuyorlardı. Hatta o ev hala duruyor. Osman Nuri amcayla biraz sohbet ettikten sonra hediyemizi oraya bıraktık ve kendi kaldığı eve döndük.
Selimiye'ye İmam Olmamı İstiyordu
—Neden hep müezzinlik yaptınız, imamlık düşünceniz olmadı mı?
Ben Çakır Ağa Camii'ndeki vazifeme devam ediyordum. Hocaefendi, bir ara bana gösterdiği teveccühten olsa gerek yedi yol ağzında büyük çınarın altında otururken "Suat Bey'e söyleyeyim de sizi Selimiye'ye imam olarak alsın" dedi.
Ben imamlık mesleğini severim, onu yapanlara karşı saygım vardır. Fakat imam olmak istemiyordum. İmamlığa yatkın biri değilim, kendimi o mesleğe layık görmüyordum. Ne bileyim işte sakalım yok, sürekli kravat takarım, saçlarım uzun ve biryantinli, gözlüklerim desen havalı. Her gün bir elbise değiştiriyorum, İstanbul'dan özel terzi getirttiğimi meslektaşlarım biliyor. Terzi geliyor birkaç gün buralarda kalıyor ve benim elbiselerle ilgileniyor. Hocaefendi de bu durumlarımı zaten biliyor. Çok havalı veya fiyakalı görünüyorum. Ama buna rağmen yine de Hocaefendi'nin bana teveccüh göstermesi dikkatimden kaçmıyordu. Mesela özel berbere gidip saçlarımı şöyle kes, böyle tara, işte şöyle kıvırcık olsun gibi acayip hassas biriyim. Kıvırcık saçları da severdim doğrusu. Bütün bu hallerime rağmen, süslü püslü dolaşan bir müezzin ve görevli olarak niye bana bir şey demiyor diye merak ediyordum.
O "Suat Bey'e söyleyeyim sizi imam yapsın" deyince biraz üzüldüm. Eyvah şimdi saçlarım uzun, kestirmem gerekecek, belki sakal da bırakmam gerekecek. O kadar rahat hareket edemeyeceğim diye düşünmeye başladım. O zaman etrafta sakallı imamlar veya Hocaefendiler görüyordum. Ben hiç sesimi çıkarmadım. Amma nasıl oldu bilemiyorum. Herhalde benim vaziyetimi anladı veya teklif etmedi, o mesele öyle kaldı.
—Peki, neden size karşı Hocaefendi'nin olumsuz bir tavrı olmadı mı?
Fethullah Gülen Hocaefendi bana neden bu kadar değer verdi. Hakkım olmadığı halde neden bu kadar teveccüh gösterip beni aynen kabul etti. İşte şimdi yıllar sonra ben şifreyi çözdüm. Hocaefendi Edirne'den gittikten sonra durumu çaktım. O yıllarda diyorlardı ki "aman onun yanına sokulma, bak sosyete kesimi seni seviyor, her gün mevlitlere gidiyorsun, onunla (Hocaefendi) görünürsen böyle yerlere gidemezsin, seni dışlarlar, yakalanacaksın, şöyle olacak böyle olacak." Hep bana böyle dediler. Ben yine Hocaefendi'den kopmadım ayrılmadım. Hamdi ağabeyler ev tutalım dediler, kabul ettim, ev tuttuk ve beraber kaldık Hocaefendi ile. Tamam, çay içmeyse çay içme, onları ben davet ettim, yine davet etmeye de hazırım. Demek ki Hocaefendi bizim dış görünüşümüze bakıp dışlamamış. Olduğum gibi kabul etmiş.
Titiz ve Temizdi
—Hocaefendi'nin dış görünüşü itibariyle, giyinişi, temizliği ve davranışları hakkında o ilk yıllardaki izlenimleriniz nelerdi?
Ben Hocaefendi'den mi öğrendim ütü yapmasını ve düzenli olmayı bilemiyorum. Fakat hakikaten çok titiz ve düzgün giyinir, dışarıda milletin içinde çıkarken çok dikkatli olurdu. Gri bir pantolonu vardı. İki günde bir sıkça yıkardı onu. Tuvalete girerken paçalarını yukarıya kadar sıvar, böyle çok titiz ve hassas davranırdı. Yine de sıçramış veya yürürken yolda bir pislik değmiş olabileceği endişesiyle pantolonunu sıkça yıkardı. Ütüsü yoktu ama ütülü dursun diye pantolonunu yatağın altına koyardı. Allah Allah! bu hale şaşıyor ve üzülüyordum. Ama yine de o pantolon yatağın altında gerçekten ütülü gibi çıkardı. Ayağına giydi mi gerçekten ütülü gibi dururdu. Bilemiyorum, kumaşından mıdır, kalitesinden midir nedir. Kırışık ve hoş görünmeyen şeylerden son derece çekinirdi. Onun bu dikkatli yaşayışı ve düzenli görünüşü bana da sirayet etti gibi geliyor bana. Onu devamlı temiz, titiz ve düzgün görüyordum.
Mesela bir şey aktarayım. Birisi ona fildişi renginde, iri örgülü bir takke hediye etmiş. Başına takmış, bir yakışıyor ki sormayın. Yahu dedim hocam "nerden buldunuz bu takkeyi, çok güzel yakışmış." Ben öyle deyince hemen başından çıkardı "al senin olsun" dedi. Yok dedim, hocam şimdi bu takke benim saçlarımı bastırır, görünüşünü bozar ama size o kadar güzel yakışıyor ki sizde kalsın dedim. Onun cüssesi, yapısına çok uyuyordu, yakışıyordu. Zaten ne alsa, ne giyse kendisine yakıştırmayı bilirdi.
Ben de o takkenin bir benzerini saçlarımı bozmayacak şekilde naylondan bir takke yaptırdım. Kenarlarını da özel örgüyle kıvırttım terziye. Giydim baktım, artık Hocaefendi'ye şimdi benzedim dedim. Bakalım bu takkeyle beni görünce ne diyecek diye merak ediyorum. Çok fedakâr yanları dikkatimi çekiyordu. Hele "hocam şunu nereden aldın" demeye gör. Hemen alır size verir. Ben şahsen kendimi zorluyorum, böyle bir şey yapamam.
Taşlık'taki Evde Beraber Kaldığımız Günler
Hocaefendi Kırklareli'ndeyken Edirne'yi boş bırakmadı. Haftada bir gelir giderdi. Bizim bir Hamdi Esenkal ağabeyimiz vardı. Taşlık mahallesinde bakkaldı kendisi. Emekli öğretmen Raif Esenkal ağabeyimizin kardeşi olur. 15 sene kadar oldu vefat edeli. Ben o zaman Yeni Maarif bölgesinde oturuyordum ve evli değildim. Hamdi ağabey bir gün "Hocaefendi'nin tayini çıktı biliyorsunuz, haftada bir Edirne'ye gelip gidiyor, burada sohbetlerine devam ediyor. Cuma günü ikindiden sonra Edirne'ye gelecek, burada arkadaşların yanında kalması uygun olmaz, ona bir ev tutsak, ne dersin" dedi. Ne demek dedim. Elbette tutarız hem de kirasını da ben veririm dedim. Aynen böyle dedim. Kabul ettim ve kirayı ben vereceğim dedim. Neyse Hamdi Esenkal ağabeyimizin orada bir ev tuttuk. Haftada bir akşamüzerleri o eve geliyordu kendisi. Ben de aynı evde kalıyorum. 1965 yılının sonbaharından itibaren o evde kalmaya başladım ben.
Edepli Olmayı Ondan Öğrendim
Bekâr olduğum için evin çeki düzenini ben yapıyordum. Gece saat 01:30'lara kadar sohbet ve muhabbet ediliyor. Misafirler gittikten sonra yatma zamanı gelirdi. Ancak yine biz kendi aramızda sohbete devam ederdik. Evin iki odası vardı. Birinde sohbet ediliyor, birini de onun yatması için ayırmıştım. Ben de aynı odada yatardım aslında. O odaya nikelaj bir karyola, yeni bir halı, tüller, perdeler, gaz sobası, yani herşeyi tam yaptırdım. Karyolayı ben Hocaefendi'ye ayırdım. Ben de yere bir yatak yaptım, yere yatacağım. Yataklar hazırlandı. Yine muhabbete devam ediyoruz. Artık dayanamadım. "Hocam saat kaç oldu, artık yatalım, yatmanın zamanı geldi, ben yatacağım" dedim.
Afedersiniz benim bazen böyle çıkışlarım olurdu. Ama o aramızdaki samimiyetin ve yaşça da yakın olmamızın bir neticesi idi. Hocaefendi benim art niyetimin olmadığını bilir. Emri vaki değil de benim bir üslubumdu herhalde. Bilemiyorum nereden alıyordum bu cesareti. Ona "hocam yetti artık, uyku zamanı geldi, yatalım artık" derdim. Siz karyolaya, ben de yere yatacağım dedim. Yok yatmaz. Karyolada yatmak istemiyor. Kenarda oturuyor. Derken yerdeki yatağa yatmaya razı oldu amma tam yatacak, yorganı çekecek üstüne. Ben de karyolanın kenarında oturmuşum herhalde. Bir türlü yorganı üstüne çekip uzanıp yatamıyor. Bir baktım yüzü kıpkırmızı, alnındaki damarı çatlayacak gibi. Ikınıyor, sıkılıyor, öte kıvranıyor, beri kıvranıyor. Bir türlü uzanıp yatamıyor. Hemen farkına vardım, durumu anladım ben. Benden çekiniyor. Aynı yerde yatmayı, benim yanımda ayaklarını uzatıp yatmayı edebine sığdıramıyordu. Dedim hocam bir dakika! Siz buradaki karyolada yatın, ben de yerdeki yatakları alayım dedim. Ve yatağı yorganı kaptığım gibi diğer odaya geçtim. Allah dedim. İnşallah rahat yatmıştır. Onu o odada bıraktım.
Sabah oldu. Namazlarımızı kıldık, tesbihatları yaptık. Birkaç bahis okuduk eserlerden. Bu arada ders dinlemeye gelenler oldu. Kısa bir sohbetten sonra onlar dağıldılar. Biz kahvaltı hazırlamak için mutfağa geçtik. O zaman aygaz ocakları yoktu. Pompalı gaz ocakları vardı. Ocağı yaktık. Tarhana pişiriyoruz. O tarhana pişiriyor, ben ocağı pompalıyorum, bazen o gaz pompalıyor, ben tarhana karıştırıyorum. Birkaç hafta böyle devam ettik.
Hocam Şu Benim Evlilik İşine Bir Baksanız?
—Hocaefendi'ye kendi özel meselelerinizi açtığınız olur muydu?
Hocaefendi hafta sonları Edirne'de kalır, hafta başında da Kırklareli'ne dönerdi. Haftalar böyle geçerken bir gün yine aynı evde sohbet ediyoruz. O günlerde ben şimdi evli olduğum eşimle tanışmıştım. Bir sabah tarhana karıştırırken konuşuyoruz. Tam fırsatını buldum. Çünkü ders veya sohbet ederken yanında başkaları olduğundan özel bir soru sormak hoş değildi. Dedim ki "hocam ben bir kızla tanıştım, benden ayrılmıyor ve bu kız peşimi bırakmıyor. Acaba istihareye yatmanız mümkün mü" dedim. Bir şey demediler, olumlu karşılar gibi bir durumları vardı. Neyse o hafta Kırklareli'ne döndü. Ertesi hafta geldi. Yine kahvaltı hazırlama faslındayız. İkimiz de ayaktayız, tarhana kaynatıyoruz. Sordum ben. "Ne oldu hocam bizim bu kız işi, size bir şey sormuştum, istihareye yattınız mı" dedim. Biraz gülümsedi bir şey demedi. Ben de üstelemedim.
Daha sonraki hafta geldiğinde yine sordum. Yine bir şey demedi. Üçüncü hafta geldiğinde yine sordum. Fakat o günlerde Hocaefendi bir dertten muzdaripti. Alerji gibi bir rahatsızlık durumu vardı. İnsanların yanında bir şey yapmazdı ama yalnız kaldığında kollarını ve vücudunu kaşırdı. Çok ızdırap çektiği halinden belliydi. O hali gözümün önünden gitmiyor. O zaman siyah bıyıklı, esmer bakışlı bir hali vardı. Üçüncü hafta yine sordum. "Hocam bizim iş ne oldu, bir şey söylemiştim size, hatırlamış olmanız lazım" dedim. Bu sorum üzerine gülümsedi, bıyıkları şöyle kavis yapar gibi oldu. Ben sevindim tabii. Herhalde olumlu bir şey gördü, galiba şimdi söyleyecek dedim. Bana verdiği cevap ne olsa dersiniz?
"Sorma Nadi Efendi, üç hafta boyunca kaşındım" dedi. Ben de "eh be hocam, bu kadar olur, bir hafta, iki hafta, üç hafta geçti, bir baksanız olmaz mı şu işe" dedim. Nasıl bağırıyorum ona, görmek lazım. O anı Hocaefendi mutlak surette hatırlar. Şimdi oturup düşünüyorum, nasıl öyle çıkışmışım, nasıl öyle söylemişim bilemiyorum.
Evlilik ve Çocuklar
—Peki, daha sonra evliliğiniz nasıl oldu, ne zaman evlendiniz?
Neyse zaman zuhur geçti ben bu hanımefendi ile 1967 yılı Haziran ayında evlendim ve çoluk çocuğa karıştık. Evlendiğimiz günlerde de Arap-İsrail savaşı vardı. O günleri unutamıyorum. Tanıştığımız hanımefendi ile bir buçuk yıla yakın sözlü kaldık. 4 Nisan 1967'de nişanlandık ve 7 Haziran 1967'de de evlendik, düğünümüz oldu. Benim evlendiğim yıldan bir yıl önce 1966 yılı Mart ayında Hocaefendi Kırklareli'nden İzmir'e tayin oldu. Evliliğimizden sonra dört tane kızım oldu. Hepsi evlendiler ama biri ayrıldı. Beş tane torunum var.
© fgulen.com. Her hakkı mahfuzdur. Site kaynak gösterilmeden iktibas edilemez, çoğaltılamaz ve dağıtılamaz.
{mospagebreak title=Üçüncü Bölüm}Hocaefendi İzmir'e Gitti
—Hocaefendi Edirne'den Kırklareli'ne oradan da İzmir'e gittikten sonra bir ziyaret veya görüşmeniz oldu mu?
Hocaefendi İzmir'e gidince Edirneli arkadaşlar ve Hocaefendi'nin burada beraber olduğu insanlar 1967 yılında İzmir'de ziyarete gitmeye karar vermişler. Tam da benim evlendiğim günlerde idi. Bunlar rahmetli Hamdi Esenkal ve abisi Raif Esenkal, Hakkı Topçu, kabzı mal Turgut Efendi, Hacı Muhip Efendi karar vermişler Hocaefendi'yi ziyaret edecekler. Bana 'sen de geleceksin, sen gelmezsen olmaz, biz Hocaefendi'ye haber verdik, ziyaretinize geleceğiz dedik' dediler. Ben de 'daha yeni evliyim, hanımım yalnız, gelirsem onu köye götürmem gerekecek, ben gelemeyeceğim' dedim. Benim gibi birkaç kişi daha gelemeyeceğini ifade etti. Fakat bunlar beni ikna etti ve ben İzmir'e gitmeye karar verdim. Hemen köye haber verdim, babam geldi Edirne'ye bizim hanımı aldı götürdü köye. Biz de arkadaşlarla yola koyulduk ve İzmir Kestanepazarı'na gittik. Yol uzun, yolculuk yorucu bir iş. Şimdiki gibi hızlı vesaitler yok. Yollar desen şimdiki gibi değil. Zar zor gidiliyor.
İzmir'e vardık. Kestanepazarı'nda kaldığı küçük tahta kulübesini bulduk. Ben çay yapmaya karar verdim. Yoldan geldik yorulmuşuz. Dedim ya çayı çok seviyorum diye. O zaman sarı-kahverengi paketli Rize çayları vardı. Kalabalığız diye ben de çokça çay koydum demliğe. Demli çayı seviyorum. Mehmet Örs diye bir arkadaş vardı. Kendisi Edirnelidir ama İzmir'e taşınmıştı. Ertesi sabah kalktık. Hocaefendi çaydanlığı boşaltacak. Demliği bir türlü boşaltamıyor. Çok çay atmışım, demliğin dibine çökmüş. Hocaefendi Mehmet Örs'e 'Mehmet kardeş bizim Nadi hoca epeyce çay koymuş demliğe, boşaltamıyorum' dedi. Hakikaten de fazla koymuşum, belki paketin yarısını kullanmışım. Neyse Hocaefendi sallaya sallaya çay posasını boşalttı.
Edirneliler Risale-i Nur'u Ezbere Bilir
—İzmir'de ziyaret esnasında unutamadığınız hatırınızda kalan hadiseler var mı?
İzmir'de bulunduğumuz akşam bizi aldılar götürdüler Mustafa Birlik ağabeyimizin evine. Çok kalabalık bir ziyaretçi topluluğu vardı. Belki yüze yakındı. Oturduk, sohbet yapıldı, kitaplardan bir şeyler okundu. Çaylar içildi. Burada parantez sadedinde bir şey hatırlatmak istiyorum.
Biz Edirne'de Darülhadis Camii'nde Hocaefendi ile kitaplardan bir yer okuduğumuzda kaldığımız yerin ipini çekip kapatırken Hocaefendi 'Suat Bey, bende hafıza olsa burayı ezberlerdim' derdi. Biz hemen atlardık tabii. Neresi hocam orası? Bakıyorduk tamam şu sayfa. Üç gün içinde ben o sayfayı Kur'an ezberler gibi ezberliyordum. Geliyorum kaldıkları eve. Evde bazen sadece Suat Bey olurdu. Hocam ben burasını ezberledim, ezberden okumak istiyorum, bir dinler misiniz derdim. Tam okuyorum. Bu arada Hocaefendi çıkar gelir. Suat Bey durumu izah eder. Hocam işte 'siz geçen gün, bende hafıza olsa burayı ezberlerdim demiştiniz ya, işte Nadi Efendi de gitmiş o sayfayı ezberlemiş gelmiş' derdi. Hadi bakalım bir de Hocaefendi'ye okuyordum ezberden. Bunu şundan anlattım.
Şimdi Mustafa Birlik ağabeyin evinde sohbet ederken çaylar içildi, bitti. Tam o esnada elektrikler pat diye gitti. Hepimiz karanlıkta kaldık. Bir iki kişiden eyvah elektrikler gitti diye sesler duydum. Aradan 5 saniye geçmedi Hocaefendi'nin sesi duyuldu. 'Edirneliler Risale-i Nur'u ezbere bilir' diye bir cümle söyledi. Ben yanında oturuyorum. Tabii bunu duyunca herkes sus pus oldu. Edirneli arkadaşlardan biri 'hadi bakalım Nadi hoca' dedi. Ne okuyayım, ne edeyim derken o esnada İşaret-ül İcaz kitabından ibadet bahsi geldi aklıma. Aslında ikinci lema, altıncı söz, Ezher üniversitesi hocalarından Mısırlı Şeyh Bahid Efendi'nin Üstad hakkında söylediği 'Anadolu'nun sarp yalçın kayalıklarından İstanbul'a gelen adam' diye bahsettiği yerler aklımdaydı. Ezberlemişim oraları. Bu kısım özellikle Hocaefendi'nin hoşuna gider orayı okumamı isterdi. Sohbette bulunan arkadaşlara nereden okuyayım diye sordum. Belki Hocaefendi'nin de istediği bir yer vardır diye düşündüm. Kimseden de ses çıkmayınca birden ibadet bahsi geldi aklıma. Oradan okumaya başladım. 'Ya eyyühennâsü'büdu rabbekümüllezi halakaküm vellezine min kabliküm lealleküm tettekûn. Yani 'Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz' (Bakara suresi-2/21) İkinci ayete geçtim. 'O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler ve gıdalar çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın' (Bakara suresi-2/22) şeklinde ayetlerin meallerini verdikten sonra geçiyordum. Yine devam ediyordum. 'Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren sadece ve sadece ibadettir' dedikten sonra birkaç saniye duruyordum. Bu okuyuşum, tarzım ve hareketlerim herhalde böyle Hocaefendi'nin hoşuna gidiyordu. Çünkü Edirne'deyken de böyle dinliyordu beni. Camime gelir cemaatle namaz kılar ve beni okuduğum sureleri dinlerdi. Yine bir soluk aldıktan sonra devam ediyorum. 'Evet, Allah'ın emirlerini yapmaktan, nehiylerinden sakındırmaktan ibaret olan ibadetle, vicdani ve akli olan imani hükümlerle terbiye ve takviye edilmezse eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale Âlem-i İslam'ın hali hazırdaki vaziyeti şahittir' dedikten sonra burada duruyordum. Hocaefendi bunun üzerine bazı izahatlarda bulunuyordu. Bu ezberden okuduğumuz bir iki sayfanın açıklaması vesairesi 15-20 dakika bilemedin yarım saat tuttu. Sohbetin sonuna geldim ve 'fatiha' deyiverdim ki ışıklar birden yanıverdi.
Biz Edirneliler olarak ertesi gün geri döndük. Yolda gelirken arkadaşlardan biri 'Nasıl hafızım haberin var mı, dün İzmir'deki sohbet esnasındaki ışıkları mahsus söndürdüler' demez mi. Allah Allah... olacak iş değil. Hakikaten de ışıkları mahsus söndürmüşler ki bizi konuştursunlar. Ben işte oradaki Hocaefendi'nin 'Edirneliler Risale-i Nur'u ezberden okur' demesini hiç unutamıyorum.
Yaşar Tunagür ve Fethullah Hocaefendi'nin Hutbeleri
—Risale-i Nur'dan ezberlediğiniz yerler var, hitabetinizde de sanki Hocaefendi'nin bir tesiri var gibi. Ne dersiniz?
1960'lı yılların başında Tunagür hoca buradayken ben İstanbul'daydım. Fethullah Hocaefendi'ye çok muhabbet gösterdiğini duydum. İstanbul'da okurken izinlere gelir Edirne'de camilerde müezzinlik yapardım.
Bazen hutbelere çıkardım. Çok rahat okurdum. İzmir'de Hocaefendi'ye ziyarete gittiğimiz zaman bakkal Hamdi Esenkal abi büyük bir teyp getirmişti. Hocaefendi'nin kasetlerini dinliyordum teypten. Kısa zamanda aklımda kalmaya başladı ve Hocaefendi minberde ne söylemişse burada ben de minberde aynısını söylemeye başladım.
'İbadallah' Allahın kulları... 'ittegullahe ve atiû' Allahtan korkun ve ona itaat edin. 'İnnallahe ye'müru bil adli vel ihsani ve ita izil kurba veyenha anil fahşai vel münkeri vel beğy' Şüphesiz Allah dosdoğru olmayı, kafana göre doğruluğu değil, Kur'ana göre doğru olmayı ve istikametle Resulüllah'ın gösterdiği dürüstlükle ve yakınlarına birşey vermekle, vermenin en güzeli bozuk taraflarını tamir edip İslami örnekleri vermekle ve en şümüllü manasıyla insanlara emrediyor. İnsanın el ulvisi İslamın emirlerini lutfedip ihsan etmekle...
Bu cümleleri daha önceden hayal meyal hatırlıyorum. Yaşar Tunagür Hoca hutbeden inerken bunları okuyordu. Fethullah Hocaefendi de bunun aynısını yapıyordu ama Hocaefendi daha tafsilatlı okuyor açıklıyordu. O zamanlarda Yaşar Tunagür'den bunları duyuyordum.
1962-63'lerde o zaman görevde değildim ben. İstanbul'dan izne gelmiştim. Selimiye'de bir cuma namazına gittim. Aman Ya Rabbi, Yaşar Tunagür hoca Selimiye'yi doldurmuş. O yıllarda Selimiye'yi doldurmak öyle kolay iş değildi. Allah'ım Ya Rabbim. Bir doktor Nadir bey vardı arka taraflarda bölmelerin yanında yere oturmuş, ellerini kilitlemiş ayakları üzerinde Yaşar Hocayı dinliyordu. O adamın hali gözümün önünden gitmiyor, pür dikkat Yaşar Hocayı dinliyordu. Yaşar Hocanın da mikrofonda bir sesi vardı ki caminin dış bahçelerinden bile rahat dinleniyordu. O günlerde Yaşar Hocayı dinliyorduk hep. Yani cumanın haricinde bile konuşurdu Yaşar hoca, cemaat öğlen vaktine yarım saat kala Selimiye'ye dolardı. Yaşar beyin vaazlarını dinlemeye millet çok erken geliyordu. Cemaatte bir ağır başlılık vardı. Paldır küldür hareket eden yoktu. Abdest alanlar hemen camiye dalıyorlardı, dışarıda muhabbet eden, lak lak eden falan yok. İçeriye girme hazzıyla sessiz ve edepli bir şekilde gelirdi millet. O zaman öyleydi. Yaşar Hocanın manevi bir atmosferi oluşmuştu Selimiye'de.
Hocaefendi Selimiye'ye Ziyaretime Geldi
—Hocaefendi daha sonraları Edirne'ye geldiği olur muydu?
Hocaefendi'nin Edirne'ye benim gördüğüm gelişi şöyle oldu. Bir defasında çarşıda dolaşıyordum. Selimiye'deki imam ve müezzin odası için çay takımı, kaşık bardak bakıyorum. Ama en güzelini arıyorum. Kaliteli, iyi ve güzel olsun istiyorum. Tepsisi gümüş olsun istiyorum. Tam aradığım gibi bir takım buldum. Bir ikindi vaktinden sonra Selimiye'ye gittim. Hatta aldığım dükkândan 'hocam siz zahmet etmeyin, biz bir elemanla size bırakırız' dediler. Sağ olsunlar getirdiler Selimiye'ye. Ben onları bir güzel gıcır gıcır yıkadım, peçetelerle kuruladım. Tepsiye dizdim ve götürdüm bizim imam odasına koydum.
Ertesi günü yine Pazar günüydü herhalde. Camiye gittim. Camideki görevli arkadaşlar 'Fethullah Hocaefendi buralarda, gördün mü' dediler. Yapmayın yahu dedim. Her defasında böyle oluyor. Nerde falan filan derken şadırvanda olması lazım dediler. Ben de hemen bir havlu hazırlayayım dedim. Hatta kendi kendime 'niye ben böyle hazırlıklı bulunmuyorum' dedim. Güzel bir beyaz havlu almıştım. Hatta ilk aldığımda onu da güzelce yıkamış kurulamış ve kaldırmıştım. Havluyu götürdüm Hocaefendi'ye ve kurulandı kendileri. Bu sefer bir arkadaş o havluyu elimden almak istedi. Ben de kızdım ona, 'her defasında böyle yapıyorsunuz' dedim. Hocaefendi o havluyla kurulandı diye onu elimden almak istedi.
Derken Hocaefendi içeriye girdi. Bizim imam odasına oturuyoruz. Orada bir telefon vardı, o dikkatini çekti. O sırada benim bir gün önce aldığım çay takımı ve bardakları da gördü. 'Nadi Efendi bunlar da ne böyle' dedi. Dedim hocam 'ben bunları daha dün almıştım, gıcır gıcır yıkadım, kuruladım, buraya dizmiştim, ilk çay size mi nasip olacakmış' dedim. 'Ama bak bu sefer ıhlamur yok ona göre. Çok açık çay yapacağım, sizi hiç rahatsız etmeyecek tamam mı?' dedim. 'Tamam, olur' dedi. Yaptım çayı, güzelce demledim. Bu arada kimsenin haberi yok Hocaefendi'nin geldiğinden. Telefonla birkaç arkadaşa haber vereyim dedim. Mobilyacı Ali Osman Efendi adında bir ağabeyimizin bir telefonu vardı bende. Tuttum onu aradım. 'Ali Osman Efendi bak Fethullah Hocaefendi burada Selimiye'de benim yanımda, buradan ötesi size ait, artık Hüseyin Top hocaya mı haber verirsin, Hakkı beyi mi, Yüksel beyi mi, kime verirsen ver' dedim. Aman Allah'ım 15 dakika içinde Selimiye'ye bizimkiler akın ettiler. Biz bu arada onlar gelinceye kadar çaylarımızı içtik ve caminin girişinde başka bir odaya geçtik. Çayı da az yapmıştım, bir iki kişi oluruz diye. Fakat ne hikmetse o çaydan çoğu arttı.
Üç Saniyede Yer Açtılar Bana
—Hocaefendi Kırkpınar güreşleri dolayısıyla 1995'te Edirne'ye gelişinde kendisiyle görüştünüz mü?
Ben yine Pazar günleri izin kullanıyordum. Dışarı çıktım ve minibüse binerek Selimiye tarafına doğru gittim. Eski Cami'nin altındaki durakta minibüsten indim. Caminin alt tarafındaki merdivenleri tırmanırken birden karşıma biri çıktı. Biraz dolgun, tıknaz, hafif saçları dökülmüş bir arkadaş bana 'selamün aleyküm Nadi Bey' dedi. Allah Allah şaşırdım kaldım. Yanında da genç bir talebe vardı. Aleyküm selam dedim.
'Tanıdınız mı beni' dedi. Kim bilir acaba İstanbul Müftüsü Selahattin Kaya Beyefendi olmasın dedim. Yok dedi. Ben Suat Yıldırım demesin mi? Amman hocam yahu dedim, kaç yıl oldu görüşmeyeli, bir sarıldım boynuna. 'Hocaefendi buralarda gördün mü?' dedi. Yok, hocam nerde göreyim, daha şimdi indim minibüsten dedim. Her defasında böyle oluyor, sıkıntılı oluyorum, atıyorum kendimi dışarıya bakıyorum Hocaefendi gelmiş. Allah Allah, var bunda bir şey dedim. Suat hoca 'hadi gidelim o zaman, ben seni görüştüreyim' dedi. Selimiye'ye doğru yürürken bir baktık ki yanımızdan arabalar geçiyor. Suat hoca 'dönelim, Hocaefendi buraya geliyor, Kervansaray oteline geçecek' dedi. Biz Kervansaray'ın önüne gelinceye kadar onlar çoktan indiler. 150-200 kişi kadar var. Kameralar, gazeteciler, kalabalık bir insan grubu var. Ben Suat beyle gidiyorum. Kervansaray otelinin içindeki bahçeye girdik. Hocaefendi ve etrafındakiler bahçede yarım daire kadar yürüdüler. Suat Bey benim sol elimi bir yakaladı 'gel seni Hocaefendi'ye götüreyim' dedi. Kalabalığı yararak yanına vardık. Orada Hocamla selamlaştık, beş on saniye ayaküstü musafaha ettik. Derken bahçedeki tur tamamlandı ve yukarı kata çıktık. Tabii etraf çok kalabalık, orada kanepe gibi bir oturma yeri hazırlanmış. Sağında Suat Bey, solunda Hüseyin Top hocamız beraber aynı kanepeye oturdular. Ben gençlerin arkasında kaldım. Ayakta durup onların omuzlarından Hocaefendi'yi görmeye çalışıyordum. Hocaefendi oturduğu yerde şöyle bir yanına baktı, bir de başını kaldırarak benim olduğum tarafa doğru kaldırdı. Başını kaldırır kaldırmaz bir hareketlenme oldu. Herkes kime ve nereye doğru baktığını merak ediyordu. Sonra bana doğru baktığını anladılar. Üç saniye içinde hemen anında bir koridor açıldı. Yanına davet etti. Suat beyle kendi arasına oturttu beni. Çok hafif bir sohbet ettik, halimi hatırımı sordu. Sonra 'Nadi Efendi bir sesini dinlemek istiyorum ama aşır mı okursun, bir ilahi mi okursun' dedi. 'Aşır da okurum hocam ama malum benim bir defterim vardı, siz oraya bir Risale-i Nur'dan nurlu birkaç parça diye güzel bir şey yazmıştınız. Ne yazık ki ben o defteri birine göstermiştim, elimden aldı ve o da kaybetmiş. Sizin o deftere yazdığınız güzel bir kaside vardı, fakat son satırlarını hatırlıyorum. Onu ben mevlitlerde yüzünden bakar okurdum. Bilmem gerisini bir daha yazar mısınız' dedim. Aklımda kalan son iki satırı şöyleydi. 'Ya Rabbi ala habibike yelteci, yercü minke keramet la tahimi, vela havle fettahel Ya enisi-l münibi' deyince 'tamam hatırladım' dedi. Hatırladınız amma ben o defteri kaybettim hocam, yine bir ara bir şeyler karalar mısınız' dedim. Biz kendi aramızda böyle konuşuruz. Derken bu sohbet faslından sonra Kur'an'dan Fetih suresinin ilk sayfası ile ikinci sayfanın başına kadar bir aşır okuduktan sonra 'fatiha' dedik ve oradan kalktık.
Hocaefendi yine arkadaşlarıyla Edirne'yi gezmeye devam etti. Ardından Selimiye Camii'ne geçtik. Sanıyorum Kırkpınar güreşleri esnasında idi. Küçük Dünyam'da çıkan resimlerden birinde ben de varım. Çünkü Hocaefendi'yi Selimiye'de gezdirirken ben de vardım.
—Hocaefendi'ye bu kadar yakın davranmanız çevrenizde nasıl bir etkisi oldu?
Hocaefendi'nin rahatsızlığı, alerjisi vardı ya, hani kaşınıyor demiştim. Bakkal yoğurtları dokunduysa falan diye düşündük. Benim bisikletten sonra gazlı bir motorum oldu. Bakırcığı (bakraç) motorun koluna takardım. 2-3 kilo alüminyum bakraç idi. O yoğurt dolu bakracı doğru Hocaefendi'ye götürürdüm. 'Hocam taze, taptaze, annem dün köyde hazırladı, size gönderdi' diyordum. Bazen birileriyle köye haber gönderiyordum, yarın geleceğim annem yoğurt mayalasın diyordum. Hemen köye gidip alıp getiriyordum yoğurdu. Ve işte o yıllarda Hocaefendi'yi ben yalnız bırakmadım. Ama bazı imam efendiler onun yanına şucu bucu diyecekler diye sokulmuyorlardı. Ben onu yalnız bırakmadım. Eğer fedakârlık denecekse böyle bir fedakârlığımı mı gördü herhalde, bilemiyorum.
—Hocaefendi ile irtibatınız devam ediyor mu, selamlaşıyor musunuz?
Geçenlerde ABD'ye bir arkadaş ziyaretine gitmiş. Hocaefendi ona buradaki eski arkadaşlardan Mehmet Yerli ve diğerlerini sormuş. Selam söylemiş, sağlığımızı sıhhatimizi sormuş. 'Bizim Nadi hoca nasıl?' demiş. Sağolsunlar, bizleri unutmuyorlar...
© fgulen.com. Her hakkı mahfuzdur. Site kaynak gösterilmeden iktibas edilemez, çoğaltılamaz ve dağıtılamaz.
- tarihinde hazırlandı.