Cemaat ve Tarikat

Fethullahçılık ve Tarikat [1]

Siz Fethullahçı sözünü hiç sevmiyorsunuz. Ama isteseniz de istemeseniz de size yakın kişilere 'Fethullahçı' deniyor. Nedir bu olay?

-Belki bizi bir tarikat insanı gibi algıladılar. Bir tarikat insanı konumunda mütalaa ettiler. Hatta cemaat lideri falan bundan da ben Fethullahçı demek kadar rahatsız oluyorum. Aslında cıdan cudan rahatsız oluyorum. Çünkü bunlar toplumu bölücü şeylerdir.

Bunda sizin hiç katkınız yok mu?

-Bunda bizim hatamız da olmuş olabilir. Belki de öyle olmadığımızı öyle düşünmediğimizi anlatamadık. Türkiye'de bugün cıyla cuyla ifade ettiğimiz değişik cemaatler olabilir. Bunlar falan ekolde yetişmiş insanlar filan ekolde yetişmiş insanlar. Seyyiatiyle hasenatıyla iyi yanlarıyla fena yanlarıyla bunlar kabul edilse de toplum için olsalar da bunlar, rötuşlana rötuşlana toplumla bütünleşmeleri sağlanabilir. Zannediyorum bir ölçüde benim şahsi beceriksizliğim de bunda rol oynamış olabilir. Diyaloğa açığım dediğim halde pratikte bunu gerçekleştiremeyip cezasını çekiyorum. Allah da bana benim için ıstırap kaynağı olan cıyla cuyla ceza veriyor. Bu cıya cuyu bir ölçüde atabilirsem, toplumun bir parçası olduğumu, o dantelanın bir ipliği olduğumu daha açık, daha net ortaya koyarsam zannediyorum bu meselelerden vazgeçerler.

Bu sözlerle tarikat olmaya kaşı olduğunuzu mu söylemek istiyorsunuz?

-Fethullahçı demek veya tarikatçı demek veya falanca cemaatçı demek, böyle uzaktan yakından olanlarla alakalısız. Şimdi karşı olmak başka mesele yani. Tarikatlar bir dönemlerde misyonunu eda etmiştir. Toplumdaki her müessesenin belki bir yönüyle fonksiyonlarını eda edemediği dönemde fasıllar olmuştur ama, ben bahsettiğiniz Mevlana gibi, Yunus gibi, Hacı Bektaş Veli gibi insanlar Anadolu'da ister dinamik ister halk açısından çok önemli katkıları olmuştur. Bizim bu ilk ordumuzun önündeki deliller, Anadolu'da ilk zemin hazırlayan o alperenlerdir. Balkanlar'a bu işi götüren onlardır. Avrupa içlerine kadar.

Şeyh Olduğuma İnanmadım [2]

Bugüne kadar sizin ''tarikat'' değil, ''cemaat'' lideri olduğunuz vurgulandı. Terminolojiyi bildiğim için ''Ne farkı var'' diye sormayacağım. Ama liderliğiniz üzerinde durmak istiyorum.

-Ben kendime hiç lider demedim. Düz bir adamım. Lider, kabiliyeti, dehası, karizması, yüksek performansı olan kişidir. Bunlardan hiçbiri bende yok. Cemaat de aynı duyguyu, düşünceyi paylaşan insanların tabii olarak bir araya gelmesidir.

Alçakgönüllülük gerçeği değiştirir mi? Adınız etrafında bir gurup bir araya geldiğine göre, siz bu cemaatin otomatikman lideri olmuyor musunuz?

-Lider dememe mevzuunda direniyorum. Çünkü ben düşüncelerimi otuz sene kürsülerde ifade etmişim, aynı duyguyu, düşünceyi paylaşan insanlar teveccüh etmişler, onları yönlendirmeye çalışmışımdır. Mesela demişimdir ki, ''Üniversite hazırlık kursları açın, okullar açın' Bu insanlar bana karşı olan saygının ifadesi dinlemişlerdir. Bu da yanlış olabilir ama ben onları yalancı çıkarmayarak tevcihimde (yönlendirmemde) ısrar ettim ve yolun bir noktasında buluştuk. Gördüm ki benim 'okul' dediğim gibi bir sürü insan da 'okul' diyor. Hatta ekonomik meseleleri bile gelir sorarlar. Bende 'İlim ehlinden sorulur' diye onları uzmanlara tevcih ederim.

Bu durumda bir Fethullah Gülen cemaati yok mu?

-Yani insanların birine güvenmesi itibar etmesi, tavsiyelerini ön planda tutması o kişiye lider dedirtecekse o manada öyle bir cemaat ve liderlik söz konusu olabilir.

Şeyh mi, Değil mi?

Cemaatte klasik şeyh-mürid ilişkisi yoktur. Ama sizin de takipçileriniz var. Kendinizi şeyhleşmekten' koruyabildiniz mi? '

-Korudum, şeyh olduğuma hiç inanmadım.

Ama çevrenizdekiler inanabilir buna.

-İnanmadılar. Onu da hep tenbih etmeye çalıştım. Şunun üzerinde ısrarla durdum: Allah hepimizi istihdam eyliyor. Hizmet yolunda belli bir yerde buluştuk, bir yere doğru gitmeye çalışıyoruz. Eğer bazı şahısları parlak görerek bunu onlara izafe ederseniz şirke girmiş (Allah'a ortak koşmuş, dinden çıkmış) olursunuz. Zaman böyle ferd zamanı değildir, cemaat zamanıdır. Belki bazı arkadaşlarımızda bir hocaya olan saygının üzerinde bir saygı olabilir onu da hep tadil etmeye çalışıyorum. Ben istemesem bile birileri cemaat diyor ve o cemaatin önemli bir yerine getirip koyuyor. Ben çocukluğumda biraz o terbiyeye açıktım. Kendimi silme, sıfırlama için hakkımda hüsn-ü zan edenlere derdim ki 'Gider meyhaneye girer çıkarım. Bu insanların bütün teveccühlerini yıkarım' Böyle teveccühten kaçan bir insanım. Fakat şimdi ağlayarak arkadaşlara dedim ki, 'Bugün bunu yapamam. Çünkü artık kader birliği vardır. Bu size dokunur' Ben 'Fethullah Hoca'nın arkasındakiler sağındakiler solundakiler, işte bakın, alın ağzınız payını' dedirtemem. Öyle bir çaresizlik içindeyim ki, şu kadarcığı bana çok fazla geliyor. Allah rızası için Rabbim beni kullansın, istihdam ettirsin. Sonra da bu işin ikindi sonrası dediğim şu durumu görmeden çekip öbür aleme, arkama bakmadan gideyim.

Yazı ve vaazlarınızda şahsi kemalat için çile çekmeyi yücelttiniz ve çile çektiniz ama şimdi insanlar elinizi öpmek için önünüzde eğiliyorlar. Ne hissediyorsunuz?

-Fevkalade rahatsızlık duyuyorum. El öptürme prensibim hiç yoktur. Bunu başaran çok zorlayan belki elimin derisini de kopararak öpenler olmuştur. Fakat genelde vermemeye çalıştım. Eskiden biraz daha güçlüydüm hiç vermiyordum da şimdi tokalaşırken, gafletimden istifade ediyorlar. Rahatsız olduğum hususlardan biri de ayağa kalkmaktır ki bu Efendimizin ahlakıdır. Buyurur ki, 'Acemlerin kendi büyüklerine ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın' Arkadaşlar ayağa kalkmaya çalışırlar, her defasında bunu hatırlatırım.

Kendini Nasıl Görüyor?

Bugün kaderin aynasına baktığınız da kendinizi nasıl görüyorsunuz?

-Şimdi bir teveccüh var burada, bir de benim kendime bakışım var. Kendime bakışımda, biraz evvel ifade ettiğim portre içinde (çerçeve içindeki bölümde ifade edilen portre.NA) mahcubiyetim var. Benim yetiştiğim dönemde, çok saygı duyduğum bir Alvar İmamı vardı. Onun çok sık tekrar ettiği bir sözü vardı. Biraz Azeri bir edayla söylerdi: ''Herkes yahşi men yaman, herkes buğday ben saman'' derdi. Ben biraz o mülahazaya bağlı olarak bugün de aynı şeyi söylüyorum. Yani el alemin hakkında düşündüğü, hatta liderlik yakıştırdıkları, bir cemaatin başında gördükleri bütün bu şeylere kimse beni inandıramaz. Bir arkadaşımızın güzel bir latifesi olmuştu. Bir gün ona ''Böyle tavus kuşu gibi çalımlı olma'' dedim. Dedi ki, ''Hocam bana bütün alem dese ki sen Picasso gibi bir ressamsın, inandıramazlar.'' Yani halkın bu kadar teveccühü, bir imtihan için bana kredi olarak verilmiştir. Belki yanılıyorlardır, belki içtihat hatası yapıyordur. Onlar bu mevzuda günaha girmezler ama fakat ben bu hüsn-ü teveccühün verdiği makamlara dilbeste (aşık) olursam kendimi helak etmiş olurum.

Seçilmiş Biri mi?

Peki, Kuran'ı dört yaşında hatmetmeniz sizde ''seçilmiş biri '' olduğunuz inancı doğurmadı mı?

-Estağfirullah. Kendimi idrak ettiğim yaştan itibaren çok büyük insanları, dahileri tanıma şerefine erdim. O bakımdan dört yaşında Kur'an hatmetmek benim nazarımda çok da büyük görünmedi bana. İkincisi, o dönem itibariyle öyle büyüklük taslama, seçilmişlik mülahazalarına kapılma benim düşünebileceğim türden şeyler değildi. Üçüncüsü de dört yaşında Kuran'ı hatmetmemin bir nedeni, Kur'an aşıkı bir validem vardı benim. Benim şahsi istidadımdan çok onun büyük tesiri olmuştur. Ev işlerinin yanı sıra bir ayda hatmetmemin Kur'an harflerini böyle kalıplar halinde belletmesinin de tesiri olabilir.

Ama bu konu, anılarınızı okuyanda, sizin seçilmiş biri olduğunuzu düşündüğünüz izlenimi uyandırıyor.

-Hayır. Bütün samimiyetimle ifade edeyim, böyle bir soru teveccüh edileceği ana kadar aklımın köşesinden Kuran'ı dört yaşında hatmetmenin bir seçkinlik emaresi olduğu şeklinde bir mülahaza geçmedi.

Peki sizi önemli kılan nedir?

-Hayır, ben önemli olduğuma da kani değilim. Bir kürek, güllerin dibinde çapa yapmada da kullanılabilir, başka şeyde de. Buna Bediüzzaman ''istihdam'' der. Benim üzerimde o kültürün, onun etkin öğretisinin tesiri büyüktür. Diğer taraftan da bunların bir imtihan olarak lütfedildiğini düşünmüşümdür. Dinde bu tür şeylere istidraç (hakkı olmadığı halde talihi düzgün gitme) da denebilir. Yani insan liyakatı olmadığı halde Cenab-ı Hak başından ihsanları (lütuf, iyilik) yağdırır. Acaba teşekkür edecek mi yoksa şımarıklığa düşüp nankörlüğe mi girecektir? Bunca nimet karşısında şükretmek icap ederken ''Acaba istidraçla bizi mahvetmek mi istiyorsun?'' endişeleriyle sarsılmış, iki büklüm olmuşumdur.

İçtihat Hatası Olabilir

Yine de bu toplumun cazibe merkezlerinden birisiniz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

-Halkın içtihat hatası olabilir. 16 yaşından itibaren camilerde kürsüye çıktım. Aşağı yukarı 40 sene sayılır. 1960'dan sonra böyle teyple, videoyla vaazlar tespit edildi. Türkiye'nin değişik yerlerine dağıtıldı. Yine içtihat hatası olabilir diyorum, yani halk yanılmış olabilir. Tabii 'eğer yararlı buluyorlarsa istifade etsinler' mülahazasıyla da 'bu lutf ile ihsan nedendir' dedim ve bunları da kaçırmamaya çalıştım. Cami kürsüleri halka tanışma mevzuunda önemli yerler. Halkın hissiyatıyla bütünleşmeye çalıştım. Mesela işte askerliğimden evvel, 'atalarım Edirne'de savaşmış' diye kalktım Edirne'ye gittim. Orada üç Şerefeli Cami'de imam oldum. Vaizlik talep ettim. Askerlik yapmadığm için olmadı, askerlikten sonra oldu. Mesela Kırklareli'ne gittim, değişik kazalarda vaaz-ı nasihat ettim. İzmir'e geldiğimizde gezici vaiz yaptılar. Bütün Ege'de gezdim, çok insan tanıdım. Daha sonra konferanslar verdim. O konuşmaları sinemalara belki vaizler arasında ilk götürenlerden biriydim. O mevzuda haddimi aşarak, bilmediğim sahalara bile belki girdim. Mesela Türkiye'de ilk defa cami kürsülerinde evolüsyonu kritik ettim. Yani Darwinizm'le Lamartinizm'le uğraştım. Çünkü kendim de o dönemde onlarla alakalı bazı şeyler okuyunca dinime, akideme, düşünceme tesir etmese bile, bunları kafamdan silip atmak için çok kaynağa müracaat ettim. Türkiye'de gitmediğim üç vilayet kaldı. Zannediyorum Hakkari'ye gitmedim. Bir de Sinop'a ve Artvin'e gitmedim.

Herkes Kendi İşine Baksın

Kendiniz dışındaki cemaatlere uzak olduğunuz, içinde bulunmadığınız hiçbir harekete destek vermediğiniz inancı yaygın. Doğru mu?

-Doğru olmasa gerek. Değişik hizmet sistemleri olabilir. Birisi Kur'an Kursu açıyor, birisi camide sohbet ediyor, birisi tasavvuf adına ders veriyor olabilir.

Yani herkes kendi işine mi baksın?

-Herkes kendi işine baksın. Herkesi olduğu gibi kabul etmek gerekir. Ben eğitime, kültüre dönük hizmetlerin daha yararlı olduğu gibi kabul etmek gerekir. Ben eğitime, kültüre dönük hizmetlerin daha yararlı olduğunu gördüğüm için, himmet (çalışma, çabalama, ermiş kişi etkisi) edecek insanları elimden geldiğince bu tarafa yönlendirmeye çalışırım. Çünkü içice olunca bazen çekişmeler kıskançlıklar olabilir.

Ama siz İslam'a katkıda bulunmak isteyen diğer cemaatleri, 'Biz size katkıda bulunalım' diye kibarca reddedersiniz hep, Mesela MÜSİAD'a karşı HÜRSİAD'ı kurdurduğunuz söyleniyor.

-Ben bunların adlarını daha bilemedim. Ben seven, yakınımda olan, çok meselelerini gelip görüşen arkadaşların kurdukları ticari bir şey, işadamları topluluğu oldu. Ama ben ne onu, ne alternatif cereyanın adını bile düşünmeden arkadaşlarım tarafından yapıldı.

Ama 'Hoca içinde olmadığı bir şeye destek olmaz, kendi yayınlarının dışında bir şey okutturmaz' deniliyor.

-Çok yanlış bir şey. Koca koca yayın katalogları var. Mesela Nil Yayınları. İki yüz, üç yüz çeşit kitap var orada satılıyor. Ancak bazılar her yayını satmıyor. Müslümanların kitaplarını bazı fuarlara almayan insanlar var.

Öncü Olma, Cemaat ve Cemiyet Farkı [3]

Bütün bu yaptıklarınız da sizin öncü tavrınızdan kaynaklanmıyor mu?

Eğer, bu haliyle buna, öncülük denecekse, böyle bir öncülük olabilir. Ama genel manada öncü, lider deyince çok farklı şeyler anlaşılıyor. Yedi dünya bilsin ki o manada bir öncülükten ben, fersah fersah uzak bulunuyorum. Allah şimdiye kadar lütfetti. Müspet düşünceler etrafında toplanan -cemaat tarifi içinde verdiğimiz espri ile- bu insanlar bir araya gelmiştir demek, daha uygun olur.

Cemaatle, cemiyet arasında ki ayrıma mı dikkat çekiyorsunuz?

Evet, cemaatla cemiyetin farklılığı var. Cemaat; duygu ve düşüncenin, cebri buluşmalarla bir araya getirdiği insanlardan müteşekkildir. Duygu, düşünce, inanç ve aynı şeyleri paylaşma... Mesela bayram namazının vacip olduğuna inanan insanların ellerinde değildir, bayramda bir caminin kubbesi altında bir araya gelmemek. Haccın farziyetine inanan insanların bayramdan bir gün evvel, arefe günü Arafatta bir araya gelmemeleri düşünülemez. İnandıkları şey, belli bir yerde onları bir araya getirir. Cemiyet ise lügat manası ile, falan etmek - filan etmek, filanı ortaya koyma, filanı değiştirmek gibi unsurları içerir. Mesela bir dönemin meşhur 163. maddesinin tarifi içinde görebiliriz cemiyeti. Ne diyordu bu madde; 'İktisadi, siyasi devletin temel nizamlarını, dini temeller üzerine oturtmak maksadı ile bir cemiyet kurma...' Belli bir gayeyi gerçekleştirmeye matuf ama, kimle kuruyorsunuz bu cemiyeti, bunların içinde gayr-i memnunlar, aynı duygu ve düşünceyi paylaşmayan insanlar da olabilir. Kimisine alt yapı vadedensiniz. Kimisine elektrik, su getireceğinizi söylersiniz. Kimisinin kazasına il yapacağınızı vadedersiniz. Sizinle aynı duygu ve düşünceyi paylaşmıyorlardır ama, geçici de olsa sizinle bir cemiyet teşekkül edebilirler. Bunlara toplum demekten ziyade çok küçük gayelerle, menfaatlerle bir araya gelmiş kitleler demek daha uygundur. Bir araya geldikleri gibi de çarçabuk dağılabilirler. Cemaate gelince çok ciddi faktörler olmadan dağılmazlar. Onlar aynı duygu ve düşünceyi paylaşırlar. Hatta bazı çıkarlar uğrunda aralarında kavgalar olsa bile yine temel meselelerde bir araya gelirler. Can alıcı hasım gibi davransalar bile bu bir camide bir araya gelmelerine mani değildir. Arapların Türk düşmanlığı yaptıkları, Farsların Arap düşmanlığı yaptıkları dönemde bile herkes Arafat'ta toplanmış Metaf'ta toplanmış, Müzdelife'de toplanmış, ellerini açmış müşterek bir imamın arkasında Ümmet-i Muhammed diye dua etmişlerdir. Bu espriyle anlatılabilecek bir cemaatse şayet, bir araya gelmiş mübarek bir topluluğu, değişik adlarla ifade edebiliriz...

Mesela?

'Kudsiler', mübarekler topluluğu diyebiliriz mesela. Ahir zamanda insanlığa yeni bir diriliş üfleyebilecek, Sezai Bey şair-i şehirimizin ifadesiyle 'Fecir Süvarileri' diyebiliriz. Sizin yaklaşımınızla memnunların bir araya getirilmesi de denebilir ki, bu kalıcıdır. Doku uyumuyla dikilmiş, bir araya getirilmiş, bütünleştirilmiş, birleştirilmiş dokuların bir arada bulunması gibi bir şeydir bu. Ama bu nesiç uyumu çok yoksa şayet mesela yüzde onlarda, yirmilerdeyse şayet, bunu siz ibrişimle de, kurşunla da dikseniz hatta vücut mukavmeti kurmak için dünya kadar hapta yuttursanız, vücut o yabancı şeyi atacaktır. İşte gayr-i memnunların bir araya gelmesi de öyledir. Memnunların bir araya gelmesi ise, doku uyumu gerektirir ki çok ciddi fesat faktörler olmazsa bunlar bozuşmazlar ve dağılmazlar. Bu hizmete dilbeste olmuş ve aşkla hizmet etmeğe teşne bu cemaat bir memnunlar cemiyeti, ve o cemaatin bir araya gelmesini sağlayanlarda bir yönüyle istişareyi gerçekleştiren kolektif şuurdur deyebiliriz ve gelecek inşallah ona emanet olsun...

Tekkeler, Zaviyeler ve İslâm'a Karşı Resmî Tavırda Değişme [4]

- Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte tekke ve zaviyeler kapatıldı. İslâmî kesimin görüşlerine göre İslâmcılar üzerinde ağır baskılar uygulandı. Şimdi ise, devletin bir tavır değişikliği söz konusu. Örneğin size karşı gösterilen ilgi. Eskiden bu kadar rahat hareket edemiyordunuz?

Gülen: Bu tür bir değişiklik, sadece Türkiye sınırlarıyla çerçeveli değildir. Kanaatimce bütün dünyada bu yönlü bir değişim söz konusudur. Ve Türkiye de bu umûmî değişimden kendi payına düşeni almaktadır. Yani umûmî manâda Hıristiyanlar kiliseye, Yahudiler havraya, Budistler kendi tapınaklarına giderken, Müslümanlar da camiye ve bir bakıma camileri besleyen tekke ve zaviye (benzeri yerlere) dönüyorlar. Ancak burada şu husus da gözden uzak tutulmamalıdır: Tarikat, İslâm'ın rûhî hayatının değişik ekoller halinde zuhurudur. Tasavvufî hayatın, Kitap ve Sünnet'le irtibatlı olarak hayata geçirilmesidir. Tarikat, zühd yoludur, takva yoludur, ihlas ve samimiyet yoludur. Bu açıdan, tekke ve zaviyelerin kapatılması, şeklen tarikatlara sekte vurmuş görünse bile, esas itibariyle o misyon günümüze kadar devam etmiş ve ebedlere kadar da devam edecektir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmalarına gerekçe gösterilen arızalardan bazıları, hakikaten doğru da olabilir. Ama bu arızaların bütüne birden teşmil edilmesi doğru değildir.

- Siz bu sözlerinizle, tekke ve zaviyelerdeki kısmî arızaları kabul etmekle, devletin yaptıklarını ve gerekçelerini de haklı buluyor sayılabilir misiniz?

Gülen: Bu ifademi yine tekrar ediyorum. Devletin tarikatlarla ilgili müdahaleleri, şekle müdahalelerdir. Zaten bu manâda öze ve asla müdahale söz konusu olamaz. Evet, bir dönemde tarikatlar çeşitli baskılara maruz kalmışlardır. Ne var ki, Mevlânaların, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaş-ı Velîlerin, Şahı Nakşibendlerin ve daha nicelerinin izini silmek mümkün olmamıştır. Bu gerçeği kabulle beraber, tekke ve zaviyelerin işleyiş keyfiyetinde bazı arızalar da bulunmuş olabilir.

Tarikat Değil Hakikat [5]

Nakşilik ve Bediüzzaman arasındaki düşünsel bağı nasıl tarif edersiniz? Yoksa, kendinizi günün koşulları içinde 'yeni ve farklı' bir söylemin sesi olarak mı anlıyorsunuz? Örneğin, Şerif Mardin, Bediüzzaman'ı Nakşi düşüncenin devamı olarak ele alıyor. Siz bu düşünceyi paylaşırsanız, kendinizi Nakşiliğin bir başka versiyonu olarak görebilir misiniz?

Nakşiliğin de, Bediüzzaman'ın düşüncelerinin de temel kaynağı İslam olduğu için, aralarında şüphesiz paralellikler bulmak mümkün olmakla birlikte, meslek ve meşrebi itibariyle Bediüzzaman, Nakşi olmadığı gibi, onun hizmet çizgisinin de Nakşilikle doğrudan bir alakası yoktur. Bilindiği gibi Nakşilik, bilhassa Türkler arasında daha çok yayılmış Sünni bir tarikattır.

Tarikatların Osmanlı toplumunda kaynaştırıcı, birleştirici bir fonksiyonu, hatta Osmanlı iktisadi hayatında belli tesirleri olmuşsa da, esasen tarikatın bir insanın yetişmesinde en önemli unsurlarından biri olan nefis terbiyesini esas alması hasebiyle, bu tesirin tabi ve normal olduğu kabul edilmelidir.

Fakat, Bediüzzaman tarikatlar karşısındaki tavrını açıkça belirtmiştir. Tarikatlarda nefis terbiyesinin esas olmasına mukabil, 'Gelecekte akıl ve ilim hükmedecektir. Dolayısıyla, bütün meselelerini akla ve ilme tasdik ettiren Kur'an hükmedecektir' diyen ve öncelikle pozitivist ve materyalist anlayışa dayalı eğitimden, Batı'da büyük ölçüde dine karşı gelişen fen ve felsefeden kaynaklanan inkar karşısında iman esaslarını müdafaaya birinci derecede önem veren, dolayısıyla her şeyden önce zihindeki şüpheleri silerek, aklın aydınlanmasına çalışan Bediüzzaman'ı tarikatla bir arada değerlendirmek doğru bir hareket olmasa gerektir.

İkinci olarak, şüphesiz Bediüzzaman'ın çizgisinde terbiyesi ve ruhi - manevi tekamülün de önemli bir yeri vardır. Fakat burada bile Bediüzzaman tarikatlardan, bilhassa Nakşilikten ayrılır. Bir yerde, 'Nakşibendi yolunda dört şeyi terketmek esastır; dünyayı terk, ukbayı terk, benliği terk ve terk düşüncesini terk. Benim, insanın aczini itirafına dayalı yolumda ise, dört şey lazımdır. İnsanın Allah karşısında mutlak yoksunluk ve yoksulluğunun, mutlak aczinin idraki. O'nun servet ve kudretine dayanarak şevkle hizmet edip, bütün muvaffakiyetleri O'ndan bilerek tam bir şükür içinde olması, ayrıca tefekkür,' der.

Kaldı ki, 'Zamanımız tarikat değil, doğrudan hakikatı bulma zamanıdır' diyen de odur. Aynı şekilde, tarikatlarda mürşidler silsilesi, bir mürşidin ölmeden önce bir başkasına 'hilafet' vermesi esastır, fakat Bediüzzaman'ın çizgisinde böyle bir şey yoktur. Sonra, Bediüzzaman'ın hayat, İslami anlayış ve hizmet yolunun sosyolojik bir tetkiki bile, onunla Nakşiliğin içtimai hizmet çizgisi arasında dahi, birbirinin devamı sayılabilecek paralellikler bulmanın ne kadar zor olduğunu ortaya koyacaktır.

Tarikat ve Cemaat Kavramları [6]

Bir kere tarikat şeyhi değilim, şeyh hiç değilim. Türkiye'de bunu diyanet işleri başkanlığından değişik yerlerde çalıştığım müftülere de sorabilirler. Çünkü şeyhlik meselesi tarikatçı olma meselesi bunlar belli statüleri olan şeylerdir. Ben sadece saf ve düz bir müslümanım. Herhangi bir tarikatla alakam olsaydı söylerdim. Ondan kaçınmam. Çünkü belli bir dönemde tasavvufun değişik varyasyonları sayılan tarikatlar 10 asır Türkiye'de yararlı olmuşlar. Her müessesenin içinde yararsız insan zuhur ettiği gibi onun içinde de zuhur etmiştir. Ve bir dönemde bunlar Atatürk tarafından kapatılmıştır. Din adamları camiasında da yararsız insanlar olabilir. Valiler arasında da, devlet adamları arasında da, gözümüzün bebeği askeriyenin içinde de olabilir. Hiçbir müessese bundan eski ifadesiyle müstağni kalamaz. Öyle tarikatlar da olabilir. Ama ben değilim. Çünkü ben bir tarikat şeyhiyim, bir tarikatçıyım dediğim zaman yalan söylemiş olurum. Yalan, küfre eşit bir günahtır. İkincisi ben tasavvuf ve tarikatın ne demek olduğunu çok iyi bilen insanlar karşısında kendime bir makam ve paye veriyor gibi kendimi bir yere oturtmuş olurum. Bu onlara karşı bir saygısızlık olur. Üçüncüsü bunca zaman şimdi aynı misyonu eda etmiyor olabilir. Bunca zaman milletimize yararlı olmuş bir müesseseye karşı saygısızlık yapmış olurum. Bunu değişik platformlarda defaatle arz etmiş olmama rağmen kıymetli Paşa her nedense bu mevzuda belli kimselerin tesiriyle hiç okumadan kimseye sormadan konuşuyorlar.

Tarikat, bir insan bir şeyhe intisap eder. Onun seyri süluku vardır. Bağlılık gerektirir, erkanı, disiplini vardır. Evvela bir şeyhe bağlanılır, rüşdünü ispat ederse, kendisini ifade ederse, ona paye verilir, ders verme imkanı verilir. Mevsimi gelince o da başkalarına ders vermeye başlar. Ve bunun bir silsile ile Efendimiz'e kadar gittiği söylenir.

Benim kitapta, sünnette, fıkıh kitaplarında olan ibadet-ü taat, evradı ezkar ve tesbihin dışında bir hususum yok. Kalkar namaz kılabilirim, çok da kılabilirim deyince yine yalan söylemiş olabilirim. Ama tarikatla alakalı bir yanım yoktur. Bunu hem tarikatçılara bir saygımın ifadesi olarak söylüyorum. Aynı bir şey. Bugün olmayabilir, kapanmış olabilir. geçmişte Ahmet Yesevi tarikatçıydı, Mevlana tarikat ehliydi, Yunus Emre bir tarikata Taptuk Emre'ye bağlıydı. Bunların hepsi bir tarikat idi ama ben değilim. Bu büyük zatlara karşı ben de oyum demek bana göre büyük bir saygısızlık. Hem de bir yalan söylemedir. İddia edenler de aynı zamanda hilafı vaki bir beyanda bulunduklarını düşünerek bence Allah'tan korkup tir tir titremelidirler. Tarikat şeyhi değilim. Evvela bunu bir yere oturtmak lazım.

İkincisi bence bir insanın milleti adına, ülkem ve ülküm adına, herhangi bir insanın ve fakirin bir şey yapması için herhangi bir payeye sahip olmasına gerek yoktur. Ben bir vatandaşım. Milletimin adına yaptığım her şeyi de bir vatandaş olarak yaptım. Vatandaşlığın üstünde de daha büyük bir paye bilmiyorum. Meclisi oluşturan askeri oluşturan da odur, mülkiyeyi, adliyeyi oluşturan odur. Vatandaştır ben de uzun zaman severek devletime hizmet ettim. Bir devlet memuruydum sayın paşamız gibi. Şimdi emekliyim 12 eylülden sonra emekli oldum. O da emekli olmuş. Şimdi o da bir yere gidebilir. Ülkemiz adına bazı hizmetlerde bulunabilir. Ben onu takdirle karşılarım. Bir vatandaş olarak burada diyalog ve hoşgörü adına teşebbüslerde bulunduğum gibi Bartholemeos'la görüştüğüm gibi, Ermeni patriğiyle görüştüğüm gibi.. fakat bütün bunları devletime sorarak yaptığımı söyleyebilirim.

Hiçbir Tarikata İntisap Etmedim [7]

- Sizin İslami anlayış içindeki yeriniz konusunda çok spekülasyon yapılıyor. Mesela sizin tarikatçı olduğunuz söyleniyor.

- Tarikatçı olmadığımı defalarca ifade ettim. İslâm, bir din olarak, tabiatıyla manevî cephesi ağır basan bir dindir. İnsan nefsinin terbiye edilmesini esas alır. Zühd, takva, ihsan, ihlas onda esastır. İşte, İslâm tarihi içinde, onun bu yanları üzerinde en fazla duran disiplin, tasavvuf olmuştur. Buna karşı çıkmak, İslâm'ın özüne karşı çıkmaktır. Tarikatlar ise, Peygamber Efendimiz'den (sav) 6 asır sonra tasavvufu temsil adına ortaya çıkmış müesseselerdir. Kendilerine ait kaideleri, yapıları vardır. Hayatımda hiçbir tarikata intisabım olmadığı gibi, hiçbir tarikatla münasebetim de olmadı.

- Hatta sizin tarikatınıza bir giriş töreni bile olduğu söylendi.

- Her şeyden önce, böyle bir tarikat yok ki, giriş töreni olsun. Sonra, şu ana kadar iddia edildiği şekilde tek bir törenin yapıldığını gören tek bir kişi olsun gösterebilirler mi? Eğer gösteremezlerse, bu isnatları yapanları en büyük müfterî ilân etmek hakkım değil midir?

- Bu soruyu da ortaya atıldığı şekliyle sormak istiyorum: Tarikatınıza ait yurt içinde sayıları 90-182 özel okul, 300-460 dersane, 25 bin öğrenciyi barındırabilecek 240 yurt, bazı rakamlara göre 500 yurt bulunduğu söyleniyor.

- Rakamlar arasındaki çok büyük çelişkiler bile, her şeyin ne kadar masa başında hazırlandığını ortaya koyması bakımından yetip artıyor. Öyle anlaşılıyor ki, bir insan namaz kılıyorsa, oruç tutuyorsa, hanımı veya kızının başı kapalıysa, ya da bir kadın başörtüsü takıyorsa, suçlama hazır: Mürteci ve tarikatçı. Bir insan da Fethullah Gülen'i tanıyorsa, ona veya teşvik ettiği hizmet stiline karşı belli bir sempati besliyorsa, hele bir de Fethullah Gülen'in vaazlarının hiç olmazsa birini dinlemişse, suçlama yine hazır: Fethullahçı veya Fethullahçılık tarikatından. Dünya tarihinin hiçbir döneminde ve hiçbir yerde herhalde insanlar bu kadar basitçe ve hoyratça etiketlenmemiştir. Acaba Türkiye'yi gezseler, özel yurtlar içinde binden fazla öğrenciyi barındırabilecek kaç yurt bulabilirler, bir tane olsun var mıdır? 25 bin kapasiteli 240 yurt. Kaldı ki, mevcut mer'î kanunlar çerçevesinde talebenin okuması için okul, barınması için yurt açıp, her zaman her türlü teftişe açık olarak işletmek, neden böylesine korkulacak bir hareketmiş gibi üzerinde duruluyor? Şu ana kadar, bu okullarda ve yurtlarda talebeye ilim, ahlâk, terbiye, vatan ve millet sevgisi ve ülkeye hizmet aşkından başka ne verilmiş ki, bu müesseseler, böylesine mübalâğa ve mesnetsiz şüphelerle mahkûm edilmeye çalışılıyor?

- Sizin MOON tarikatına bağlı olduğunuzdan, Papa'nın gizli kardinali olduğunuza, sizi sevenlerin oluşturduğu faaliyetin CIA'nın Asya'daki en önemli sivil toplum kuruluşunu oluşturduğuna kadar bir dizi 'uç' iddia var. Bunlara cevabınız nedir?

- Tarikat ve tarikatçılıkla bir münasebetimin olmadığını defalarca ifade ettiğim gibi, tarikatın ne olduğunu bilen objektif ilim adamları ve aydınlarımız da, bu hususu zaman zaman yazılı veya sözlü olarak dile getirmişlerdir. Buna rağmen, şabloncu bir tavırla meselenin hâlâ böyle takdimi, ancak bir garaz saikiyle olabilir.

Bunlara cevabım, önceki iddiaya cevabım gibidir. Yukarıdan beri ifade edile gelen iddiaların her biri, Türkiye'nin düzlüğe çıkmasını, iç barışı, menfaatlerine ve ikbal beklentilerine aykırı gören veya dine temelden karşı kişilerin, fakirin tavsiye ve teşvikleriyle ortaya çıkmış ve yürüyen bir ülke hizmetini, en zirvedeki idarecimizden, köydeki vatandaşımıza kadar, halkımın her kesimini ve bütün idarî kademeleri aleyhimize çevirmek için uydurulmuş birer iftira, mesnetsiz birer suçlamadan başka bir şey değildir. Sağduyu sahibi herkes bunun böyle olduğunu bilmektedir ve şuurundadır.

Ayrıca, bu iftira, diğer iftiralarla çelişmiyor mu? Hattâ bu son iftira, kendi içinde çelişkili değil mi? Çünkü, bir taraftan Papa'yla münasebet, öbür taraftan MOON tarikatına bağlı olma ve aynı zamanda şeriatçılık... Bu, ne yaman bir çelişki! Kaldı ki, MOON tarikatına bağlı olma ile, Papa'nın kardinali olma da birbirine ters şeylerdir.

Önceden bahsi geçen pek çok iftira gibi bu son iftiraya da gereken cevabı mahkemeler vermiş ve bu gerçek dışı iddiaların sahipleri mahkûm olmuşlardır.

Ne Ordusu, Ne Tarikatı [8]

- Basına yansıdığı kadarıyla raporda, 'Işık Ordusu' adlı şiirinize, 'ışık' kelimesini sık sık kullanmanıza ve 'Arkadaşlar, arkadaşlar, şevk mezhebi yoldur bize' mısraınıza dayanılarak, sizin Işık Tarikatının lideri, imamı olduğunuz, tarikatlardaki gibi şehirlerde temsilcileriniz olduğu iddia ediliyor.

Ben, bu iddiayı düzeltmeye nereden başlayacağımı bilemiyorum. Şimdiye kadar, Nurculukla suçlanırken, şimdi Işıkçılıkla suçlanıyorum. Bir defa, ışık kelimesini kullanan tek kişi ben değilim. Bilindiği gibi, Batı'da aydınlanma hareketi oldu. Bugün de, ışığa karşı bir gazete hala sürekli aydınlanmadan bahseder. Aydınlanma, ışıkla olur. Ahd-i Atik, ışıkla ilgili ayetlerle başlar; Kur'an'da da sayılamayacak kadar çok ışık veya aynı manaya gelen kelimeler geçer. Işık, burada ilmin, fikrin sembolüdür. Bunu, herkes böyle anlar ve böyle kullanır. Işık Ordusu şiiri okunduğunda, burada bahsedilenlerin, zihinleri müspet ilimlerle, kalpleri dini ilimlerle aydınlanmış, ahlaklı ve milletine bu sahada hizmet etmeyi hayatının gayesi bilmiş insanlar olduğu hemen anlaşılır. O şiirde Şeriat'a, siyasete, devlete yönelik tek bir hece bile yoktur.

İkinci olarak, geçen yıl da bir gazete Işık Üniversitesi'ni benimle alakalandırmıştı da, adı geçen üniversiteden açıklama gelmişti. Bildiğim kadarıyla bu üniversite, o değilse bile Işık Lisesi, Türkiye'de Selanikliler olarak bilinen bazı vatandaşlarımıza aittir. Onlar ve daha başka ışık kelimesini kullanan başkaları da mı acaba bana atfedilen tarikatın üyesi oluyor? Kaldı ki, Öğretmen Marşımızda 'ışık' ve 'nur' kelimeleri geçtiği gibi, mesela yine Atatürk'le ilgili bazı şiirlerde, nesirlerde, hatta Gençliğe Hitabe'nin cevabında ışık kelimesi, hatta 'Açtığın ışıktan yolda' tabiri geçer.

Üçüncü olarak, 'Şevk mezhebi yoldur bize' sözünde geçen 'şevk' ile 'ışık' kelimesinin hiç bir alakası yoktur. Bu iki kelimeyi aynı sanma hatasını ancak, ellerinde bir şey olmayınca, karalama adına suç unsuru arayan ve dolayısıyla görmeleri, idrakleri bulanmış olanlar yapabilir.

Dördüncü olarak, tarikatın imamı, lideri olamaz. Tarikatın şeyhi, mürşidi olur. Onun da şehirlerde temsilcisi olması diye bir kural yoktur; kaldı ki, onların temsilcileri de olmaz; halifeleri olur. Şahsen beni ve böyle çok basit gerçekleri bile bilmeyenlerin, bu konulardaki iddiaları gülünç olmaktan da öte bir garabet arz etmektedir. Böyle utanacak bir duruma düşmemeleri için tarikat nedir, tasavvuf nedir ve ortada bir tarikat var mı... keşke bunları, Devlet'in resmi bir dairesi olan Diyanet'e veya bir İlahiyat Fakültesi'ne sorsalardı!..


[1] Hürriyet, Ertuğrul Özkök'ün Röportajından Bir Bölüm, 23 Ocak 1995
[2] Sabah, Nuriye Akman'a Verdiği Mülakattan, 23 Ocak 1995
[3] Zaman, Eyüp Can, Fethullah Gülen'le Ufuk Turu Röportajı, 12 Ağustos 1995
[4] Cumhuriyet, Oral Çalışlar, Fethullah Gülen'le Röportaj, 20 Ağustos 1995
[5] Milliyet, Hakan Yavuz, Fethullah Gülen'le Röportaj, 12 Ağustos 1997
[6] NTV, Püf Noktası Programında Taha Akyol ve Cengiz Çandar'la, 27 Şubat 1998
[7] Aksiyon, Bazı İddialara İlişkin Sorulan Sorulara Verdiği Cevaplar, 6 Haziran 1998
[8] Aksiyon Dergisi, İddialarla İlgili Verdiği Cevaplardan, 19 Haziran 1999, Sayı 237