Erzurum'dan Ayrılış ve Edirne
Erzurum'dan ayrılışınız ve Edirne'ye gidişiniz nasıl oldu. Edirne'de ne kadar kaldınız? Bu devrede neler yaptınız? Ve varsa unutamadığınız hatıralarınız?
Babam mutlaka Erzurum'dan dışarı çıkmamı istiyordu. Buna her defasında annem karşı çıktı. Fakat sonunda babamın dediği oldu. Annemin de muvafakatını alarak Edirne'ye gitmeme karar verildi. Edirne'de Hüseyin Top Hoca vardı. Bizim akrabamızdı. Bana sahip çıkar diye oraya gitmem uygun görülmüştü. 18 yaşını aşmıştım. 'Seyahat Ya Rasulallah!' dedik ve Edirne'ye doğru yola çıktık. Edirne'ye giderken, yol güzergahında bazı yerlere uğrayarak gittim. Önce Ankara'da kaldım. Hacıbayram'da arkadaşların kaldığı bir ev vardı, oraya gidip geldim. Zaten Hacıbayram semt olarak beni mest eden bir yerdir. Biraz tekke kaynaklı olmamın da tesiriyle Hacıbayram Veli'ye ayrı bir merbutiyetim ve saygım vardır. Ankara'da kaç gün kaldım bilemiyorum.
İstanbul'da da birkaç gün kaldım. Sirkeci'de Erzurumluların kaldığı meşhur Erzurum Oteli vardır. 3. Sınıf bir otel. Zaten şark halkı fakir; böyle bir otel onlar için ideal. Yatakları, çarşaflan işte öyle bir oteldi ve beni sabaha kadar kaşındırırdı. Çok da gürültülü bir yerdi. Ama Erzurum'dan kalkıp İstanbul'a kim gitse ona bu otel tavsiye edilirdi. Daha sonraları da o otelde kaldım. Başkasına gittiğim az vakidir. Otelin yakınında Hocapaşa Camii var. O camide çok namaz kılmışımdır. Sami Efendi Hazretlerinin müritleri bu camiye gelirlerdi. Tabii ki ben bunu daha sonra öğrenecektim.
Ankara'da kaldığım müddet içinde bir işim de Diyanet'in açacağı vaizlik imtihanı gününü araştırmak oldu. Uzun yıllar Türk Hava Kurumu başkanlığı yapmış olan Mustafa Zeren adında bir milletvekili vardı. Bu zat babamın yakınlarındandı. O da beni bir gece evinde misafir etti. O sıralarda milletvekillerinin evleri Bahçelievler'deydi. Tren Edirne'ye vardığında gecenin geç vaktiydi. Ben kompartımanda uyumuş kalmışım. İstasyon Karaağaç'da. Sonra bizi memurlar uyardılar. Bizi, diyorum; çünkü uyuyan sadece ben değilmişim. Onlarla beraber yarım saat kadar yürüdük ve Edirne'ye öyle vardık. Enteresandır, ilk defa geldiğim bu yerde, ilk gecelediğim yer, Üç Şerefeli Camiin karşısındaki han oldu. Daha sonra da bu camie imam olacaktım.
Sabah kalkınca gidip Hüseyin Efendi'yi buldum. Bana, kendisi müftü ile görüşene kadar geçici olarak Yıldırım Camii'nde bir yer hazırladı. O zaman müftü vekili İbrahim Efendi idi.. Hüseyin Efendi ise, hem Yıldırım Camiinde imamlık yapıyordu; hem de vaizdi. O zaman iki vazife birden veriyorlardı.
Hüseyin Top Hoca beni İbrahim Efendi'ye götürdü. O beni biraz genç görmüş olacak ki imtihan etmesi gerektiğini söyledi. Ben kabul ettim. Şimdi hatırlayamayacağım bir kitabı rasgele açıp elime verdi ve 'Oku' dedi. Bu bir fıkıh kitabıydı. Çıkan yeri okuyup mana verdim. İbrahim Efendi dışarı çıkmamı söyledi. Biraz sonra Hüseyin Efendi dışarı çıkıp yanıma geldi. Yüzündeki sevinç ifadesinden işin müspet gittiğini anladım. Hüseyin Efendi de içeride konuştuklarından bahsetti. İbrahim Efendi'nin 'Genç ama kendini iyi yetiştirmiş' sözü benden çok Hüseyin Efendi yi sevindirmişti.
Bir iki ay kadar Akmescid'de namaz kıldırdım, vaaz verdim. Zaten bu arada Ramazan ayı da gelmişti. O sıralarda vaizlik imtihanına girmek için Ankara'ya gittim. 15 gün kadar Ankara'da kalıp tekrar Edirne'ye döndüm. İmtihan neticeleri daha sonra belli olacaktı. Ve bir gün Edirne Müftülüğüne Ankara'dan bir telefon gelmiş. Arayan Mustafa Zeren'di. 'Yeğenimin gözlerinden öperim, imtihanı kazandı' diye bir mesaj bırakmış. Hüseyin Top yine çok sevinmiş. Çarşı pazar beni aramaya başlamış. Nihayet beni buldu, caddenin ortasında müjde verdi, boynuma sarıldı; 'İmtihanı kazandın' dedi. Bir dilekçe yazdım ve Edirne Müftülüğüne talip oldum. Diyanet'ten gelen cevap olumsuz oldu. 'Askerliğinizi yapmadığınız için sizi müftü tayin edemiyoruz' diyorlardı. Halbuki o esnada memuriyet almam da mümkün değil; çünkü nüfus yaşım henüz 17'yi göstermektedir.
Mahkemeye müracaat edip yaşımı büyüttüm. Artık nüfusa göre de yaşım memur olabilecek duruma geldi. Müftülük, münhal bulunan yerler için bir imtihan düzenledi. Bu imtihanda birinci oldum. Hakkım, Üç Şerefeli Camiine imam olmaktı. Ancak İbrahim Efendi'nin kayırdığı bir başkası vardı. 'Senin puanın fazla; o da askerliğini yapmış. Onun için sizi müsavi kabul edip kura çekeceğiz' dedi. Kura çekildi ve hak yerini buldu. Üç Şerefeli Camiine ikinci imam olarak tayin edildim. Bu benim memurluğa ilk başladığım tarihtir. Maaşın 200 lira, dediler, 30 lirasını kesip elime 170 lira verdiler.
İlk işim bir ev bulmak oldu. 50 lira aylıkla bir küçük ev tuttum. Evin bir de ufak bahçesi vardı. Ev sahibi bahçedeki her şeyden istifade edebileceğimi söyledi. Fakat ev çıkmaz sokaktaydı. Bilhassa yaz günleri de olduğu için mahallenin kız ve kadınları gayet serbest bir şekilde gecenin geç saatlerine kadar vakitlerini sokak ortasında oturarak geçiriyorlardı. Evime varmak için mutlaka onların arasından geçmek zorundaydım. Her geçişte hamama girmiş gibi terliyordum. 15 gün kadar böyle gidip geldim. Ancak mahalle sakinlerinden birkaç kız ben gelip geçerken laf atmaya başladılar. Bunun üzerine sabah namazına çıktıktan sonra bir daha gece yarısı olmadan eve dönmedim. Ay sonuna kadar da gidip gelmeye böyle devam ettim. Zaten sabah namazı çok erken, yatsı da çok geç olmaktaydı. Evde kalabildiğim süre topu topu iki saatti. 'Günde iki saat kalabilmek için bu kadar kira vermeye ve bu kadar yol gidip gelmeye değmez' dedim. Eşyalarımı koltuğumun altına alıp Üç Şerefeli'ye geldim. Karar verdim; bundan böyle caminin penceresinde kalacaktım. Ve askere gidinceye kadar, tam iki buçuk sene pencerede kaldım.
Edirne'deki Mal Varlığı
Burası iki metre eninde ve bir buçuk metre derinliğinde bir pencereydi. Bütün mal varlığım da gelirken beraberimde getirdiğim iki battaniye, iki tabak, bir yemek kaşığı ve bir de çay bardağından ibaret. İşi baştan sağlama alarak kendimi rehavete götürebilecek bütün sebep ve saiklerden uzak kalmak istiyordum. Altıma bir battaniye alıyor, üstüme bir battaniye örtüyor ve Edirne'nin o insanı donduran soğuk günlerini ve hele gündüzün soğuğuna rahmet okutan gecelerini hep böyle geçiriyordum. Zaten çok az yediğim için de çok az uyumaktaydım. Bazan günlerce bir şey yemediğim olurdu. Günlük uyku saatim de bir iki saati geçmiyordu. Bilhassa hayvani gıda almamaya azami dikkat ediyordum.
Hayriye Hanım denilen yaşlı bir kadın vardı. Emekli Albay olan kocası vefat etmişti. Soylu, asil ve görgülü bir hanımefendiydi. O sıralarda beni bir ana gibi korumaya çalışırdı. Bir yatak getirdi ve zorla pencereye serdi. Bazen yemek getirdiği de olurdu. Ben de bu yaşlı kadını kıramaz ve getirdiklerini kabul ederdim. O devrede Edirne ahlaken büyük bir yıkım içindeydi. Cami avluları dahi fuhuş yuvalan haline gelmişti. Zaten çarşı ve pazar tamamen bir Avrupa şehrine dönmüştü. Din adamlarının çoğunun dinden haberi yoktu. Müezzin veya imamın kızı, dansta birinci geliyordu. Bazı müezzinler namaz dahi kılmazlardı. Kameti getirip camiden çıkar, birkaç turist gezdirir ve imamın selam vermesine yetişir; müezzinliğini yapar ve giderdi. Manevi hayat bu kadar derbederdi. Hele burası bir de Erzurum'a kıyas edilecek olursa, Erzurum'da doğup büyümüş benim gibi bir insanın birden karşılaştığı bu şehirde ne kadar zor durumda kalacağı daha iyi anlaşılır. Onun için ben de korunmanın tek çaresini caminin penceresine sığınmakta buldum ve riyazet kalkanını da elime aldım. Başka türlü, genç, kuvvetli, enerjik bir gencin iffetini koruyabilmesi zahiri şartlar açısından mümkün değildir.
Peki bu derece şiddetli riyazet, bünyenizi sarsmadı mı?
Evet, sarstı. Hele üç defa üst üste aç kalma ve bakımsızlığa bünyem daha fazla tahammül edemedi ve rahatsızlandım. Hastahaneye yatırıldım. 15 gün kadar hastahanede kaldım. O esnada babamın rahatsız olduğunu da haber aldım. Bu da bende ayrıca bir hüzün oldu. O günlerde yazdığım şiirlerin hepsini bir defterde topladım. Bu defter şimdi bir arkadaşımızda duruyor.
Edirne'de bulunduğunuz bu ilk dönemde gerek yaşantınız ve gerekse vaazlarınız sebebiyle takibata maruz kaldınız mı? Bu vesileyle hatıralarınızdan bahseder misiniz?
Devamlı takip ediliyordum. Ayrıca Emniyette bazı kötü insanlar da vardı. O döneme ait unutamadığım şöyle bir hadise olmuştu: Galiba mahalli bir seçim vardı. Seçim yasakları olur. Belli bir saatten sonra konuşma yapılamaz. Halk Partisi binası tam caminin karşısındaydı. Orada kavun karpuz satan biri vardı. Adam şirret mi şirret birisiydi. Beni karşıdaki kahvede bir iki kişiyle görünce, bunu vesile bilip bir komplo düzenlemişler. Güya beni seçim yasağı işledi diye içeri attırma gayretine girmişler. Ben, baş imam Salim Ancı ile kahvede bir çay içip pencereme dönmüştüm. Birden bir patırdı. Hiç görülmedik bir şey... Cami basılmıştı. Işıklan yaktılar. Ama pencerenin içi karanlık olduğundan kitapları görmediler. Onlar sadece beni gördüler..
Emniyet amiri Resul Bey'di. Onunla ahbaplığımız vardı. Beni severdi. Fakat beni götürenler çok kötü niyetli kimselerdi. Bu her hallerinden belli oluyordu. Bana laf çarpıyorlardı. Ben de tahammülü az olan birisiyim. Onların her lafına karşılık veriyordum. Polis beni dürtüyor: 'Senin gibi alçaklarla düşe kalka biz de alçak oluyoruz' diyordu. Ben hemen cevabı yapıştırıyordum: 'Benim alçak olup olmadığım mahkemede belli olur. Eğer ben alçak değilsem, o zaman bana alçak diyenler alçaktır..'
Emniyete gelince merdivenlerden yukarıya çıkardılar. Bir merdiven boşluğu vardı. İnsanı hafif itseler düşer ve ölür. Sistemli yapmışlar. Beni yakalayıp götürenlerin arasında topal bir hafiye vardı. Herhalde Bolu'luydu. Tekrar bana laf attı. Ben yine karşılık verdim. Tam beni aşağıya iteceği an, birden Resul Bey'in 'Durun' diye bağırdığını duydum.
Aynen filmlerdeki gibi.. Hain karpuzcu da oradaydı. Allah korudu. Resul Bey gayet sert bir ifade ile bana döndü: Sen burada ne arıyorsun? diye bağırdı. Ben, 'Beni yakalayıp getirdiler. Seçim yasağına uymadığımı söylüyorlar. Dediklerinin hepsi iftira' dedim. O yine aynı sertlikle 'Çabuk buradan defol' diye bağırdı.
Yaşar Tunagür'ün Desteği
Bu Emniyetle alakalı ilk hadisem oldu. Bayağı içerlemiştim. Üzüntü ile pencereme döndüm. Hakkımdaki şikayetlerin ardı arkası kesilmiyordu. O sıralarda valiye karşı beni himaye edecek de yoktu. Yaşar Hoca geldikten sonradır ki, himaye gördüm. O bir parça hakkımdaki menfi düşünceleri tadil etti.
Yaşar Hoca valiyle ve diğer üst seviyedeki bürokratlarla iyi görüşürdü. Onlarla hemen kaynaşmasını bildi. Selimiye'de yaptığı vaazlarda etkili oluyordu. Kısa zamanda büyük bir cemaat topladı. Edirne'nin İslam'a karşı yumuşamasında onun hizmetleri inkar edilemez. İhtilal'den sonra sürgün olarak gelmişti. Fakat halk Yaşar Hoca'ya fevkalade rağbet ediyordu. Ben Üç Şerefeli'de vaaz eder, hutbe dinlemeye Selimiye'ye giderdim.
Onun yaptığı o coşkun konuşmalar, o güne kadar duyduğum en içten ve en samimi konuşmalardı. Hutbelerinde muhakkak sahabeden örnekler verirdi. Ben zaten sahabe aşıkı idim. Bu da beni onu dinlemeye koşturan sebeplerden biriydi.
Yaşar Hoca, Edirne' ye Diyanet adına itibar da getirdi. Personelde de bir canlılık oldu. Vali ile benim hakkımda aralarında geçen bir konuşmayı sonra bana şöyle anlatmıştı:
Vali ona beni nasıl tanıdığını sorar. O sırada Rakım Efendi de oradadır. Halbuki beni şikayet edenlerden birisi de odur. Yaşar Hoca Vali'ye: 'Efendim, der, onu benden evvel Rakım Efendi tanır. Onun nasıl fazilet abidesi bir genç olduğunu size o anlatsın.' Rakım Efendi bu emri vaki karşısında ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez. Mecburen müsbet şeyler söyler. Bu da valiye tesir eder. Zaten vali de yumuşak bir insandı. Asker kökenliydi. Adı Sabri Sarp'tır.
Edirne'yi çok sevmiş ve Edirne ile iyice bütünleşmiştim. Münzevi bir hayat yaşıyordum; benim inziva anlayışım değişikti. Onun için içtimai yönümü kesintiye uğratmıyordu. Edirne ileri gelenleriyle diyalog içindeydim. Hatta, askerlik şubesi başkanı Karadenizli bir Albaydı.
Durmadan bana 'Sen, Erzurumlu olamazsın, siman bize benziyor, biz seninle hemşehriyiz der ve benimle hemşehri çıkabilmeyi cidden isterdi. Zaten Emniyet Amiri Resul Bey'le ileri derecede dostluğum vardı. Bazı hâkim ve savcılarla da içli dışlıydım.
Bütün bunlar bugün için çok basit hadiseler gibi görülse bile o günün Türkiye'sinde, bir din adamının böyle insanlarla temasta olması, daha doğrusu, onların bir din adamım meclislerine kabul etmesi, istisnai hadiselerden biriydi. Hem de bu din adamı yaş itibariyle benim gibi çok genç olursa..
Alışkanlıklarımı burada kazandım. Bu beldeyi çok beğenmiştim. O yüzden Trakya'yı özellikle Edirne'yi Anadolu'dan ayıran Boğaza bile canım sıkılır. O kadar Anadolu ile müşterek mütalaa ediyordum. Orada eskiyi iyi bilen dostlar da vardı. Balkan Harbi'ni görmüş, Osmanlı'yı idrak etmiş yaşlı kimselerdi bunlar. Mesela, Rafa'da PTT müdürlüğü yapmış emekli Süreyya Bey vardı. Üç Şerefeli'ye namaza gelirdi.
Sözü sohbeti seven yaşlı bir insandı. Prof. Badi Efendi'den nakiller yapardı. Burhaneddin Babayakalı da başka camide vaaz ederdi. Ama namazlara benim bulunduğum camie gelirdi. Çok güzel vaaz verirdi. Arapça'sı da çok iyiydi.
O zamanlar orada kahvede oturan insanlarla ahbaplık kurar, onları camie çekmeye çalışırdım. Hatta sigarayı bırakan insanlar oldu. Bunlardan biri de Halil Amcadır. Bir gün canına tak dedi, bıçakla paketi kesti attı bir daha da sigara içmedi.
Edirne'deki çalışmaları nasıldı?
Cami penceresinde kaldığım 2,5 sene zarfında yapılan bir şey olmadı, denebilir. Birkaç gençle tanışma fırsatı oldu. Bu arada, İslamî neşriyat yavaş yavaş hareketlenmeye başladı. Ben de bütün paramı faydalı gördüğüm kitaplara yatırıyor ve bunları karşılıksız dağıtıyordum.
Büyük Doğu bir veya iki tane geliyordu. Beş tane getirttim ve gerisini ben kendim alıp dağıttım. Hür Adam 25 kadar geliyordu. Onu da kırka çıkardım. Gerisini yine kendim alıp dağıtıyordum. O gün için Hür Adam gazetesi haftalıktı ve Büyük Doğu ile Sebilü'r-reşad dışında Müslümanlığın tek sesiydi. Gazetenin başında Sinan Onur vardı. Damadı Kemal Sürel de gazetedeydi. Ayrıca Cevad Rıfat da bu gazetede yazardı.
Ben bazen birisine bu gazeteyi vermek için oturur evvela adama bir çay içirir ve sonra verirdim. Öyle bir vasatta bu hizmet çok zordu. Çünkü bunlar hiç duyulmamış şeylerdi. Büyük Doğu'yu Cumhuriyet Gazetesi'nin arasına sokup cebime koyar, verilmesi gereken yere öyle götürür verirdim.
Hem de kimsenin olmadığı bir yerde, gizlice verirdim. Devamlı yapabilmem için böyle hareket etmem şarttı. Basını yakından takip ediyordum. Necip Fazıl o sıralarda İdeolocya Örgüsü'nü işliyordu. Peyami Safa'nın yazıları o günün kültürüne göre ağırdı; fakat ekseriyetle onu da okurdum..
Bu arada Risaleleri de alıp dağıtıyordum. Kitapları da Mehmed Şergil'den getirtiyordum. Ankara ve İstanbul'da pek tanıdığım yoktu. Hatta bir defasında Mehmed Şergil'den acı bir mektup aldım. Dağıttığım kitapların parasını gönderememiştim. Borcumun iki yüz liraya ulaştığını söylüyor ve ardından da 'Bu nasıl kardeşlik' diyordu. O haklıydı. Fakat yaptığım diğer masraflarla aldığım aylık kafi gelmiyordu. Buna rağmen Hüseyin Efendi'den borç alıp hemen parasını gönderdim. Ona da aydan aya borcumu ödedim.
İslam adına yapılan her hizmete destek olmayı en büyük vazife kabul ediyordum. Bu benim çok küçük yaştan beri adetimdi. İslam'a hizmet eden kim olursa olsun içimde o şahsa karşı bir medyuniyet hissetmişimdir. Çünkü İslam'ın derdi benim hayallerimi dahi süsleyen tek idealimdir. Heyecanlı bir fıtratım. Nurları tanıdığım dönemde Kur'an'ın Latin harflerle yazılması Türkiye'nin gündemindeydi. Hemen kağıt kaleme sarıldım ve 'Ben de her mukaddesat sahibi gibi, içte dine tecavüz edenlere karşı içimin kükremesi ile fikrimde istihzar ettiğim birkaç sözü sunmakla bahtiyarım' diye başlayan üç sayfalık bir yazı yazdım. Arkadaşlar, bilhassa Kırkıncı Hoca hemen bu yazının Fetih Gazetesine gönderilmesini istediler.
Gönderip göndermediğimi hatırlamıyorum. Ancak babam bu yazıyı kendi defterine yazmış ve bazı yerlerde okumuştu. Avukat Sami Gobal da yazıyı beğenenlerdendi.
Yaşım 16 veya 17 olmasına rağmen, İslam'ın aleyhinde gördüğüm bu düşünce beni feverana sevk etmişti. Kurşunlu Camiinin önünde Kâfiye'yi ezberlerken sağa sola gider gelir ve dünyayı başparmağıma taksalar da çevirsem, diye hayal kurardım. Bütün bunlar ruhumda vardı. Risaleler bendeki taşkınlıkları zapt u rapt altına aldı. Çünkü o, bir sistem mesajıdır. İnsana makul hareket etmeyi telkin eden bir eserdir. Halbuki ruhum çok müteheyyiçtir.
27 Mayıs İhtilalini hiç hazmedemedim. Gerilimim aylarca devam etti. Parti düşüncesinden uzaktım; ama Demokrat Parti'nin İslamî hizmetlere az da olsa yumuşak bakması sebebiyle, onlara yapılan haksızlığı kabullenemiyordum. Kafamda kurduğum bazı planlarımı Yaşar Hoca'ya açtım. Makul şeyler söyledi ve beni yapmak istediğim şeylerden vazgeçirdi.
- tarihinde hazırlandı.