Fethullah Gülen Dâvâsında Verilen Kararla İlgili Mesajı
Mahkeme kararı hakkındaki kanaatım yakın ve uzak çevrem tarafından şimdiye kadar defalarca soruldu. Şahsen ben bu konuda konuşmamaya niyetli idim. Tıpkı mahkeme sürecinde olduğu gibi. Malum olduğu üzere mahkeme süreci içinde çoklarının yaptığı gibi ileri-geri de konuşmadım. Gerek kamuoyunu gerekse mahkeme heyetini müsbet veya menfi etkileyecek sözler sarfetmedim, tavırlar içine girmedim. Sadece kanuni haklarımı kanuni yollara riayetle avukatlarım vasıtasıyla kullandım. Hastalıklarımın da etkisiyle yanlış anlaşılabilecek, yanlış yorumlara konu olabilecek her türlü tutum ve davranıştan uzak kalmaya özen gösterdim. Yerli-yabancı gazete ve TV’lerin röportaj tekliflerini kabul etmedim. Yine yerli ve yabancı, hatta mahkeme öncesi girilen diyalog sürecinde edindiğimiz dostlar dahil –hiç mübalağa yapmıyorum- yüzlerce, binlerce kişinin ziyaret isteklerini geri çevirdim. Aynı endişelerden hareketle telefon konuşmalarımı dahi kısıtladım. Seslerini duyduğumda gurbetteki hasret ateşime bir damla su serpeceğine inandığım en samimi dostlarımın, en yakın arkadaşlarım, en candan akrabalarımın dahi zaman zaman telefonla konuşma isteklerini sineme taş basarak reddettim. Siz bu hayata bir isim koyacaksanız iradi inziva ya da iradi hapis diyebilirsiniz. İradi sürgün demek belki en doğrusu. Altmışbeş yıllık hayatının en küçük karesini bile halkın içinde geçiren bir insan için bunun ne kadar zor ve tahammül edilmesi imkansız bir şey olduğunu ancak benimle aynı hissiyatı paylaşanlar anlayabilir. Ama ben bütün bunlara milletim için seve seve katlandım. Allah’ın hakkımda takdir buyurduğu kaderin cilvesi dedim, o cilveleri okumaya çalıştım. Günahlarıma keffarettir deyip bu dönemi bir muhasebe ve murakabe vesilesi bildim.
Ama madem bu kadar istek var, belki bazı yakın çevremin ısrarla söylediği gibi Türk ve dünya kamuoyunun da beklentileri var, öyleyse söyleyeyim; ben hayatım boyunca ne bir şahsa ne de bir kuruma ne asalak ne de tufeyli hiç olmadım. Harçlığımın olmadığı, maaşımın yetmediği yerde borç aldım, karnımı öyle doyurdum. Eğer borç alacak birisini bulamadıysam aç durmayı tercih ettim. Müdürlüğünü yaptığım kurumda talebenin hakkı dedim, kul hakkı dedim, sabununa bile elimi sürmedim. Hiçbir kimseden, hiçbir kurumdan ulûfe almadım, ulûfe beklentisi içine de girmedim. Allah’tan başka hiç kimseye minnetim de olmadı.
Suç işlemedim. Bana isnat edilen suçların hiçbirisini ama hiçbirisini işlediğime inanmıyorum. Vatana ve millete, devletin sunduğu maddi-manevi imkanlarla yaptıkları hizmetler ile övünüp, "Ben, ben" diye diye etrafta dolaşanlardan çok daha fazla bu milletin, bu vatanın varlığına, birliğine, bütünlüğüne, bugününe ve yarınına hem de devletin o imkanlarına sahip olmadan hizmet etmeye çalıştım. Ziya Paşa, "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" diyor. Sözü uzatmaya gerek yok, yapılan işler ortada. Önce Allah’ın lütfu ve inayeti, ardından milletimin samimi, fedakar, hasbi insanlarının insanüstü gayretleri ile gerçekleştirdiği, dünyanın dört bir yanına dağılan ve tarihte eşine az rastlanır cinsten başta eğitim ve öğretim olmak üzere hayatın değişik alanlarlarındaki faaliyetler meydanda. Ama bunları tek başıma ben yapmadım; zaten ne dün, ne de bugün ancak şeytana yakışır böyle bir iddiada bulunmadım, yarın da bulunmayacağım. Bu işler devletime danışılarak ve devlet büyüklerinin teşvikleri ile yapılmaya çalışıldı. Bundan emin olabilirsiniz. Defalarca ifade ettiğim gibi, önünde binbir barikat geleceğine doğru yürüyen bu milletin yüzünü ak, alnını açık edecek bütün bu işlerde benim rolüm, milletimin bana verdiği hüsnüzan kredisini yine onlar hesabına kullanmaktan ibaret oldu.
Her bir kuruşunda vefakar halkımızın alın teri bulunan devlet imkanlarını suistimal edenlerin elini kolunu sallayarak dışarılarda dolaştığı, skandal skandal üstüne adı her türlü yolsuzluk, hilekarlık, düzenbazlık, sahtekarlık vb... şeylere karışanların el üstünde tutulduğu bir yerde benimle alakalı bu davanın neticesi kamuoyu vicdanında beraat olarak bekleniyordu. Kararı verenler işin aslını daha iyi bilirler ama davanın açılmasıyla yaralanan, yıllardan beri sürüncemede kalmasıyla da yarası derinleşen kamu vicdanı ancak bir beraat kararıyla tatmin olabilir, yarasını iyileştirebilirdi.
Evet, artık herkes biliyor ki, asıl işi ben olan, beni suçlu göstermek, hakkımda mahkumiyet kararı çıkması için ellerinden gelen her türlü gayreti gösteren bazı insanlar var. Ama bu insanlar bilmiyorlar ve anlamıyorlar ki bu hizmetlerin varlığı ve devamının benim fani şahsımla bir alakası yok. Bunlar asırlarca dünyada söz sahibi olmuş bir milletin içinden nebean eden duygu, düşünce ve inancın yeniden harekete geçişinin bir göstergesi ve sonucudur. Bu ruh korunduğu müddetçe de bu faaliyetler katlanarak devam edecektir.
Ben kalp, şeker, yüksek tansiyon başta, daha onlarca hastalıkla hayatının son demlerini yaşadığına inanan bir insanım. Kabre bu kadar yaklaşan, yaklaştığını hisseden, ötelere iman ile dopdolu bir kalbe sahip olan her insan gibi benim de tek amacım, bu günlerimi Rabbimin rızasını tahsil istikametinde değerlendirmekten ibarettir. Bu açıdan işin aslını isterseniz, karar beraat olmuş veya mahkumiyet olmuş; mesele Allah rızası olduktan sonra çok da önemli değil. Ama yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi yaralanan ve mutlaka tamiri gereken bir kamu vicdanı vardır. Mevcut kanunlar muvahecesinde ispatı yapılamamış sözde suç vardır. İspat ya da itiraf ile tesbiti yapılamamış suça beraat vermemek herkesin bildiği; "Aksi ispatlanana kadar her şahıs masumdur" hukuk kaidesine aykırıdır. Bu açıdan erteleme kararına avukatlarımın yapmış olduğu itirazın Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin yetkili hakimleri tarafından tekrar dikkatlice inceleneceğini ve adaletin tecelli ettiğini gösterecek bir kararın geç de olsa verileceğini ümit ediyorum.
- tarihinde hazırlandı.