Fethullah Gülen Hocaefendi’nin birinci gündemi nedir?
En eskiden en yeniye bütün konuşma ve yazıları incelendiğinde görülmektedir ki Fethullah Gülen Hocaefendi’nin birinci gündemi Allah’la münasebet ve bunun fiile yansımasının bir gereği olarak insanlığa hizmettir. Bunlar dışındaki bütün konular ve meseleler Hocaefendi için talidir ve onlara ancak birinci gündemle ilgisi oranında önem ve değer atfedilir. Hocaefendi’ye göre Allah’a kulluk ve hizmet açısından önemi ve değeri olmayan meselelere zaman ve emek harcamak israf ve abestir. Halkın içinde Hak ile beraber olup hal diliyle temsildeki istikametle Allah’ın anlatılması, Allah’ın sevdirilmesi, kullarla Allah arasındaki engellerin giderilmesi; Allah rızası için Allah yolunda insanlığa hizmet ederken Allah ile irtibatı kuvvetlendirmek ve Allah’a kullukta derinleştikçe insanlığa hizmeti daha da artırmak, Hocaefendi’nin insanlığa hizmet felsefesinde en önemli prensiplerdendir.
“Dinime ve milletime hizmet duygusu bütün bütün ufkumu kaplıyor.. bunun dışında başka hiçbir şey düşünmüyorum. Hatta düşünmemin, istememin haram olduğunu zannediyorum.” (Kırık Testi, 03.06.2002) “Ben ülkeme, vatanıma, milletime, din ve diyanetime, kültürüme hizmet edemeyeceksem yaşamayı abes sayıyorum. ‘Bu gayeler uğrunda yaşıyorsam yaşamamın bir manâsı var, yoksa Yâ Rab abes yaşamaktan, bu dünyada boşuna yer işgal etmekten sana sığınırım!’ diye her gün dua dua yalvarıyorum Rabbime.” (Kırık Testi, 06.01.2004) diyen Fethullah Gülen Hocaefendi, “Kur’an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi ve Selef-i Salihin’in safiyane içtihadlarından çıkardığı” dinine ve milletine hizmet çizgisinde kendisini takip eden talebelerinin ve hizmet yolunun gönüllülerinin onun rehberliğine başvurmak için yönelttikleri sorulara cevap verirken temas ettiği dünyevi meselelerle ilgili, aktüel gündeme dair konuşmalarında bile asıl gündemi olan Allah’la münasebet ekseninde ve o istikamete yönlendirici açıklamalar yapmaktadır.
Allah’la münasebet meselesinin Hocaefendi’nin şahsi yaşayışında ve çevresine tavsiye ve telkinlerinde daima birinci ve esas gündem olduğu; hayatının, yazılarının, konuşmalarının ve bütün gayretlerinin bu temel etrafında örgülendiği, yazılı, sözlü ve fiilî eserlerinin canlı şahitliğiyle ortada gözler önünde durmaktadır. Buna dair sayısız beyanlarından sadece örnek olarak alıntıladığımız ifadeleri bile Fethullah Gülen Hocaefendi’nin birinci gündeminin Allah’la münasebet meselesi olduğunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
En büyük meselemiz Allah’la münasebetimiz
Fethullah Gülen Hocaefendi, hemen her fırsatta bu meseleye dikkatleri çekerek müminin en önemli meselesinin Allah’la münasebet meselesi olduğunu ve ömrünün her anını, fiilleriyle beraber sohbet ve konuşmalarını da bu yörüngede sürdürmesi gerektiğini anlatıyor:
“Bugün insanımızın en büyük derdi, Allah (cc) ile olan irtibatının eksikliğidir. O halde, bunu te’min edecek her vesileye her gün defâatle müracaat edilmeli ve bizi O’na götürecek yollar sık sık gözden geçirilmelidir…
Bence en mühim olan şey Rab’le irtibatı devam ettirmektir. Tıpkı çiçek yaprakları gibi; yapraklar ağaçtan kopup yere dökülünce ayaklar altında çiğnenir ve ezilirler. Ama, ağacın başında kalsalar hem o muazzez mevkilerini hem de canlılıklarını korurlar. Biz de Rabbimizle irtibatı kaybettiğimiz zaman tıpkı ağaç yaprakları gibi dökülür ve eziliriz. Evet bizi başkalarının gücü yenemez; bizi kendi güçsüzlüğümüz yener…” (Fasıldan Fasıla-1)
“Problemleri çözeceğimiz, çözmek üzere bir araya geldiğimiz, insanlığı girdaplardan kurtarmak için ciddi bir metafizik gerilime geçtiğimiz anda bile bizim en önemli meselemiz Allah’la münasebetlerimizi bir kere daha gözden geçirmek, bir kere daha Sohbet-i Cânan. Beş kişi bazen on kişi bazen yirmi kişi bazen otuz kişi bir araya gelir görüşürsünüz. Fakat önce ne yapmak lazım? Allah’la münasebetlerimizi gözden geçirmek lazım. İrtibatımız ne kadar kuvvetlidir? Yani şöyle bir şeytan gelse bize bir çelme taksa bir el ensede bulunsa devrilir miyiz, mukavemet edebilir miyiz? Pekala şeytanlar on tane olursa ne yaparız? Ya yirmi tane olursa ne yaparız? Burada hemen parantezi açıp söyleyeyim şu anda belki her bir mümine musallat olmuş yüz tane şeytan var. Kimisi bunların el enseye, kimisi çelmeye, kimisi kündeye talip ve sizi yere sermek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar, yapıyorlar. Bunlara karşı sizin sığınağınız ‘fekad istemseke bil-urvetil-vüska len fisame leha’ (Bakara, 2/256) Allah’a sımsıkı sarılmak. Onun o sarıldığınız ipi bir kere daha kontrol etmek. Acaba ben buna sarıldım ama alta bakıyorum korkunç bir uçurum, bir kere ellerimi gevşek tutarsam veya bu ipten koparsam bu kulptan koparsam düştüğüm zaman benim için artık yaşamak mümkün değil. Kendini o istikamette kontrol edebiliyor musun? Yani Allahım seni hissetmediğim, seni duymadığım, içimde yaşamadığım dakika ve saat benim için bir ölüm anı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hakeza. Din-i mübin-i İslam hakeza. Şimdi bu meseleler üzerinde derinlemesine durup imanı marifete, marifeti muhabbete, muhabbeti aşk u iştiyaka, onu daha delice bir rıza ve rıdvan duygusuna, hissine bağlayarak gözümüz hep ötelerde -dünyada olsak dahi- yaşama. Derinleşe derinleşe derinleşe boyumuzu aşkın şeylere talip olma, onun arkasından gitme. Bu meseleleri görüştükten sonra ‘Bizim küçük bir problemimiz daha vardı. (Şu anda dünyayı kasıp kavuran ekonomik problemler, sosyal hercümerçler, kaynaşmalar, devrilmeler, üst üste devrilmeler…) Bir de bu küçük meseleyi görüşelim…’ deme. Bizim büyük meselelerimizin yanında, o en büyük meselenin yanında bunlar gayet minnacık meselelerdir. Siz Allah’la münasebetiniz açısından olan meselenizi dünyevi herhangi bir meselenin altında tutabilir misiniz, rica ederim? Tutarsanız bunu imanınızla nasıl telif edersiniz? ‘Allah’ım sen -haşa ve kella- hele şöyle bir yerde dur, biz bunu görüşelim’ diyebilir misiniz, rica ederim? Meselenin büyüklüğünü o zaviyeden ele almak lazım. Duygu ve düşüncelerinizde ‘sen tali bir meselesin’ dediğin an Allah nezdinde kendi yerini, kıymetini belirlemiş olursun. Sen Allah’a nasıl bakıyorsan o da sana öyle bakar. Bunlar birinci mesele. O meseleyi birincilik konumuyla ele alıp nereye koyacaksak, hangi basamağa koyacaksak koymamız lazım. Onun yanında dünyevi meseleler hatta belki bir manada uhrevi meseleler, yani mizandaki mesele, sıratı geçme meselesi, cehennemden azade olma meselesi, cennete girme meselesi bile Allah’la münasebetimizin yanında tali bir şey kalır. Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) münasebetimiz yanında tali bir mesele kalır. Bunu yerli yerine oturttuktan sonra (Bir de burada şu var, siz her şeyi yerli yerine oturtur, her şeye kameti kıymetince değer atfederseniz, zat-ı uluhiyete atfettiğiniz değer çok büyüktür. Efendimiz’e atfettiğiniz değer çok büyüktür. Maneviyata, rızasına ve ihlasa atfettiğiniz değer çok büyüktür.) Allah yapacağınız diğer işlerde sizi karşılıksız bırakmaz.” (Herkül Nağme, 17/04/2013)
“Allah, neye ne derece ehemmiyet veriyorsa, ona o kadar değer vermek kalbin Allah’la irtibatının emâresidir. Yani, Allah Teâlâ namaza çok önem vermişse, namazla bütünleşen, günde şu kadar namaz kılan bir insan hafife alınmamalıdır. Cenâb-ı Hak, Kendisine teveccühe önem veriyorsa, bir kulun sürekli ellerini açması, kollarını kaldırabildiği kadar kaldırıp yüreği çatlarcasına Allah’a yalvarması çok önemli bir meseledir. Bir insan, ibadetlerini, şuuruna misafir etmeden, hissinde ağırlamadan, latife-i Rabbâniyesiyle buluşturmadan angarya kabilinden, baştan savma veya eda edip içinden sıyrılma gibi mülahazalarla yerine getiriyorsa onun Allah’la münasebeti de o kadar demektir. Öyleyse, Cenâb-ı Hakk’ın önem verdiği şeylere fevkalade önem vermek müminler için bir esastır ve onların Hak karşısındaki derecelerini belirleyen bir ölçüdür. Allah ile münasebetlerimiz, o münasebetlerin lazımı gibi tanıyıp bildiğimiz davranışlar, araya başka bir şeyin girmesine meydan vermeme, rûhî ve kalbî hayatımız itibariyle husûf ve kusûf yaşamama.. bütün benliğimize O’nu duyurma, O’nu hissettirme.. dilimiz O’nu anarken, şuurumuza da O’nu duyurma, hissimizi de O’nunla doyurma.. dış ihsaslarımızla meseleleri iç ihtisaslarımıza ulaştırma ve aklı, fikri, kalbi, ruhu, latife-i rabbaniyeyi besleme… işte bunların hepsi mü’minin Hak karşısındaki derecesini belirleyen birer mi’yar, O’nunla münasebet adına birer ünvandır.” (Kırık Testi, 19/09/2004)
Her şey Allah’la münasebete göre konumlandırılmalı
Fethullah Gülen Hocaefendi, bütün konuların, meselelerin, vazife ve sorumlulukların hep Allah’la münasebet esasına göre konumlandırılması gerektiğini, her şeyin önemini ve değerini bu esasın belirlemesi gerektiğini belirtiyor:
“Daha önce bir vesileyle arz ettiğim gibi, çağ açıp çağ kapatacak ölçüde tarihî önemi bulunan ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müjdelerine dayandığından dolayı bizim için ne denli ehemmiyet arz ettiği, ne denli büyük bir vak’a olduğu apaçık zahir olan İstanbul’un fethi gibi bir hâdise için bile bir araya gelmiş bulunsak, öncelikli meselemiz ‘sohbet-i cânan’ olmalı. Evet, böyle bir hedefe doğru yürürken bile, ‘Acaba Allah’la münasebetimiz olması gereken seviyede mi? O mevzuda ulaşmamız gereken derinliğe ulaşabildik mi? O’nu görüyor gibi bir hâlimiz var mı? Hiç olmazsa görülüyor olma mülâhazasıyla tir tir titriyor muyuz?’ gibi mülâhazaları esas almalı, diğer vazife ve sorumluluklarımızı ise o esasa göre bir sıraya koymalıyız. Cümlenin başında İstanbul’un fethinin gönlümdeki yerine işaret edip ehemmiyet ve büyüklüğüne vurguda bulunduğumdan maksadımın yanlış anlaşılmayacağı ümidindeyim. Şimdi eğer böyle bir hâdise dahi, bizim Allah’la, Efendimiz’le, Kur’ân’la münasebetimiz yanında tâli derecede bir öneme sahipse, günümüzdeki siyasî ve aktüel mevzuların, hele hele magazinvarî meselelerin bizim için ne mânâ ifade ettiği/etmesi gerektiği açıktır. İşte bence hangi meseleye, nerede, ne ölçüde yer vereceğimizi ta başta çok iyi belirlememiz gerekiyor. Bu sebeple oturup kalktığımız her yerde Hazreti Mevlâna’nın ifadesiyle hep ‘sohbet-i cânan’ demeli, evvela Allah’a imanımızı bir kere daha yenilemeli, ilâhî mârifet ve muhabbetle bir kez daha dolma yollarını araştırmalıyız. Bardağın taşacak derecede dolmasına ‘lebriz’ denir. İşte gönül bardağı dolup taşacak şekilde o meseleyi köpürtmeli, mârifet ve muhabbetle dolup dolup boşalmalı, daha sonra diğer konulara geçmeliyiz.
Evet, bir araya geldiğimizde asıl maksat ve hedef, iman ve imanda derinleşme mevzuları olmalı, bu istikamette gerekli cehd ve gayret ortaya konduktan sonra, ‘Hazır bir araya gelmişken şurada şöyle bir okul açma mevzuu da vardı, bu arada onu da görüşüp karara bağlayalım.’ demeli, neyi, nereye koymamız gerekiyorsa ona göre davranmalı ve programlarımızı bu eksen etrafında örgülemeliyiz. İşte zannediyorum bu noktada ciddi bir zühûl yaşanıyor. Evet, sanki meselelerin yeri değişmiş gibi bir durum var. Hatta bazen iman ve Kur’ân’a hizmet mülâhaza ve niyetiyle bir araya gelinen yerlerde dahi dine-diyanete açılmayı tamamen ihmal ediyor, dünyevî meselelerle oturup kalkıyor, onların müzakeresini yapıp dağılıyoruz. Asıl üzerinde durulması gereken mevzular ise arada kaynayıp gidiyor, unutuluyor. Hâlbuki hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız gerekir ki, biz unutunca unutuluruz. Kur’ân diyor ki; ‘Onlar Allah’ı unuttu, kulak ardı ettiler; Allah da onlara kendilerini unutturdu.’(Haşir sûresi, 59/19) Böylece kimlik bunalımına girdi, ruhlarını kaybetti, yürüdükleri yörüngeden çıktı ve başkalaşma sürecine kapılıp gittiler. Öyleyse bir araya geldiğimizde: ‘Arkadaş! Buraya geldik, oturduk, birçok meseleden bahis açtık ama bütün o meselelerin özü-esası, balı-kaymağı olan esrar-ı ulûhiyet ve rububiyete dair meselelerden bahsetmedik. Allah aşkına, bu, Rabbimize karşı ne büyük bir vefasızlık! Şimdiye kadar hiçbir mü’min Allah’a karşı bu ölçüde vefasız olmamıştır.’ diyerek çok rahatlıkla bu hususları birbirimize hatırlatabilmeliyiz. İşte bu ruhu koruyabildiğimiz ölçüde aşk u vecd içinde imana ve Kur’ân’a hizmet edecek, yol yorgunluğuna düşmeyecek, heyecan yorgunluğu yaşamayacak ve Allah’ın izniyle, son nefesimize kadar küheylanlar gibi şevk u iştiyakla koşturup duracağız.” (Kırık Testi, 25/05/2009)
Hizmetler Allah’la münasebet ölçüsünde değer kazanır
Fethullah Gülen Hocaefendi, bazılarının hizmet ediyoruz diye Allah’la münasebet ve kalbî hayatlarını ihmal ettiklerini; halbuki hizmetlerin hep Allah’la münasebet yörüngesi etrafında cereyan etmesi gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca hizmetlerin Allah’la münasebet ölçüsünde değer kazanacağını; aksi takdirde değer kaybedeceğini belirtiyor:
“Bazıları böyle hizmet ediyoruz diye Allah’la münasebet mevzuunda ciddi tekasül yaşamaktadırlar. Kalbî hayatlarını ihmal etmektedirler. Gece hayatları yoktur bunların. Gece hayatı olmayanın gündüz hayatında canlı olması düşünülemez. Teheccüdü olmayan bir insanın, kalkıp gece başını yere koyup inlemeyen bir insanın gündüz hayatında canlılık adına bir şey ifade etmesi düşünülemez. Allah’la münasebeti ölçüsünde bir insanın, derinliği ölçüsünde insanlığa derinlikler vaat eder. İnsanlığa derinlik vaat edecek kadar da derinleşmemişseniz şayet, dünyanın değişik yerlerinde çok derinlere karşı, derin devletlere, derin oluşumlara, derin teşkilatlara, derin teşekküllere karşı başa çıkamazsınız. Onca derine karşı derinlerden derin olmanız lazım. Sizin derinliğiniz Allah’ta, Peygamber’de, imanda olacak. İmanda olacak ki dünya çapındaki o derinliklere karşı kendinizi koruyabilesiniz.” (Herkül Nağme, 27/05/2013)
“En tehlikelisi de diriliş hareketine talip olmuş adanmış insanların şu birim bu birim, şu bölüm bu bölüm, şu iş içinde bulunma bu iş içinde bulunma, şu iş için koşma bu iş için koşma, kendilerini tamamen bu işe verir ve vazifemi yaptım derlerse Allah’la ve Efendimiz’le (sas) münasebet hiç görülüp gözetilmezse onlar da böyle bir tefritin kurbanı olmuş olurlar. Normal vazife çerçevesi dışında esas ubudiyetimizi derinlemesine yerine getirme, Allah’la münasebetimizi her zaman terütaze tutma, her zaman O’nun tarafından görülüyor gibi o meseleyi derince hissedince hemen iki büklüm olma kıvranma, işimizi yapmanın yanı başında o mevzuda bir derinliğin arkasında bulunma sürekli… Bu açıdan da bizim için de esasen yaptığımız hizmetler şurada bir aktivite burada bir aktivite, şu iş için koş bu iş için koş, bütün bunlar güzel şeyler; fakat bunlara gerçek güzelliğini kazandıracak şey, bu işleri yaparken Allah’la münasebetimizde her gün daha ciddi, daha farklı bir derinlik içinde derinleşmedir. Bu işler bize o ölçüde bir derinlik hissi ve fikri vermiyorsa zannediyorum nefsimiz adına koşuyoruz, bir şey yaptığımız vehmiyle, zannıyla, aldanmışlığıyla koşuyoruz. Hayır adına yaptığımız her iş Allah’la münasebetimizi daha bir pekiştirmeli. Vazife, iş, hizmet filan derken hep böyle koşturur dururuz da aslında bunlar bizim ilim, irfan hayatımıza, gönül derinliğimize, kalp ve ruh yörüngesinde seyahat etme adına bize bir şey kazandırmıyorsa vazifemizi yapmış oluruz inşallah Cenabı Hak muaheze etmez, fakat belli ölçüde havanda su dövüyor olabiliriz. Allah’la irtibatlandıramadığınız en önemli şeyler bile kıymet-i harbiyesinden çok şey kaybeder, renk atar, partallaşır, karbonlaşır. Bu mevzuda bizim için en önemli örnek sahabe-i kiram efendilerimizdir. Onları anlatanlar ‘Geceleri her biri birer rahip kesiliyordu, sabahlara kadar yüreklerini yırtarcasına Allah diyorlardı; ama gündüz olunca bir yere savaşa gideceklerse bu defa da öyle süvariler kesiliyorlardı ki görenlerin ödü kopuyordu, canları dudaklarına geliyordu. At üstüne bindiklerinde biri adeta bir orduya karşı koyacak kadar metaneti, cesareti, azmi, ikdamı vardı. Gece de onları görünce Allah karşısında iki büklüm olmuş, ibadetten başka bir şey bilmiyor diyeceğiniz kadar kendilerini ibadete vermiş hasbiler, diğergamlar, hakiki kullar olarak görürdünüz.’ diyorlar. İşte bu dengeyi kurmak meselesi. Ölesiye hizmet etmek, fakat ölesiye bir gönül adamı, bir kalp adamı olmak. Böyle bir gönül kahramanı, ruh kahramanı olmak. Belki günümüzde en çok olunması gereken şey budur. Ne sadece koşup duran insan, ne halvete çekilip ibadet diyen insan. Koşup durduğu aynı anda hareketleri içinde halveti de ona yerleştiren insan. Bu peygamberler yolu.” (Bamteli, 26/02/2012)
“Allah hizmet adına bir şeyler yapma açısından koşma adına nelere muvaffak kılmışsa o ölçüde bizim de şükürle geriye dönmemiz zaruridir. İbadet ü taat ile taçlandırılmayan sa’y ve gayret bir yönüyle saman gibi bir şeydir. O işin buğdayı bir yönüyle ibadet ü taattır. Yaptığımız hizmetleri ibadet ü taat ile taçlandırmıyorsak bir yönüyle bir yerde ciddi bir boşluğumuz var demektir. Ve şeytan o boşluğu değerlendirebilir. Hafizanallah. Allah size ne kadar hizmet etme imkanı bahşediyorsa size düşen şey de o kadar o hizmetinize Allah’a karşı kullukla, ibadetle… Günde beş vakit namazı vaktinde kemal-i dikkatle, kemal-i hassasiyetle eda etmek, teheccüdüyle, evvabiniyle, duhasıyla onu eda etmek… Allah’a kulluğa kilitlenme… İbadetle hizmeti taçlandırma… Daha derinlemesine, kendimizden vazgeçerek sadece O’na kullukla kemerbeste-i ubudiyet içinde bulunmak… Ona da ubudet deniyor. Belki bize düşen şey de ubudettir. Allah’ın lutufları karşısında sürekli ‘hel min mezid / Daha yok mu?’ ferdi olmak iktiza eder. Daha derinlik, daha derinlik, daha derinlik… Kova saldıkça kuyu su verir. Siz kova salmazsanız çok su verecek kuyular bile kıskançlığa girer, size bir kova bile su vermezler. Hafizanallah. Çok kimselerin kaçınılmaz kaderi gibidir bu. İnsan hiç farkına varmadan böyle iyi şeyler yapıyorum der, kulluğun bir parçasını alır götürür, diğer parçasını ihmal eder. O ihmal ettikleri şeylerden dolayı da Cenabı Hak onları tepetaklak getirir.” (Herkul Nağme, 08/01/2013)
“İnsan hizmet ederken ekmeliyeti, mükemmel olmayı yakalaması lazım. İnsanın hedefi ‘insan-ı kâmil’ olmalı. Yani tam insan olma mülahazası olmalı, onu yakalamaya çalışmalı. Din için hizmet ederken Nam-ı Celil-i Muhammedi’nin (sas) şehbal açması istikametinde hizmet verirken aynı zamanda kendi mükemmeliyetini de bulmaya çalışmalı. Yani ne kadar irşatta bulunuyor, ne kadar hizmet ediyorsa o kadar kendi etemmiyetini (kendini tamamlama) bulmaya çalışmalı. Bir misal olsun diye arz ediyorum. Gecelerinde o kadar derin olmalı ki seccadeyle alnı çok yakın arkadaş olmalı. Bana deseniz ki böyle bir hizmet kahramanı günde yüz rekat namaz kılıyor, benim aklımdan geçer ki neden iki yüz değil? Bu miskinlik, bu tembellik ne kadar zamandır acaba onun ruhunu sardı? Cenab-ı Hak ona o geniş alanda hizmet etme imkanını bahşetti, o geniş hizmet etmenin karşılığı bu kadarcık bir şükür mü olmalı? Bu kadarcık mı Allah’a hamdle karşılanmalı? O, miskinliği bırakacağı ana kadar hizmetinin bereketini göremez. Onun dışında hizmet adına yaptığı şeylerle, ihtimal Allah’la münasebetlerini öyle dar dairede götüren bir insan kendini ifade etme gayretinin içindedir. İster yazı yazsın, ister şiir yazsın, ister sağda solda gürül gürül va’z ü nasihatta bulunsun, ister harıl harıl üst üste müesseseler açsın, eğer bunlara paralel olarak Rabbimizle münasebetlerinde derinleşme gibi bir hedefi yoksa, o bütün bunlarla kendini anlatıyor, kendini öne çıkarıyor, kendini ifade etmek istiyor ve farkına varmadan çok defa kendini Allah’ın yerine koyuyor, kendini Resulullah’ın yerine koyuyor, bir yönüyle şirk kokan tavırlarıyla, bir yönüyle dava-yı nübüvvet çizgisine, dairesine, yörüngesine girme gibi -bağışlıyor musunuz- küstahlıkta bulunuyor. Allahın size lütufları ve size bahşettiği hizmet etme imkanı ölçüsünde kullukta derinleşmek bir esastır. Aksini iddia edemezsiniz. Ederseniz çok meşhur olan bir şeyi size gösteririm ben. Alın tabakât kitaplarına bakın. O adamlar mazhariyetleri ölçüsünde Allah’a tam kul olmuşlar. Ve Allah da (cc) o tamamiyete mükâfat olarak onlara i’la-yı kelimetullah istikametinde geniş imkanlar bahşediyor.” (Bamteli, 28.05.2006)
“Eğer hizmet eri elde edilen muvaffakiyeti kendinden bilecek olur ve bu mevzuda şahsına pay ayırmaya kalkarsa, bir ‘akabe’yi aşamamış demektir. Böyle olunca da, artık bunca gayret ve çile manâsız demektir. Zira yapılanların hemen hepsi de, bizim Cenâb-ı Hakk’la irtibatımızı temin içindir. Halbuki, böyle bir durumda yapılan hizmet bu alâkayı sağlayamamış, hatta niyet bozukluğu ile onu kesmiş sayılabiliriz. Bu, oldukça ince bir noktadır ve çok dikkat istemektedir. Onun için fakir; arkadaş ve kardeşlere, evvel-ahir, Cenâb-ı Hakk’la olan irtibatlarını her zaman gözden geçirmeyi tavsiye ediyorum. Şayet üç cümle söylemeye mecalim kalsa ve benden ‘son tavsiyen nedir?’ diye sorulsa, zannederim diyeceklerim, söyleyeceklerim yine bu irtibata dikkat çeken ifadelerim olacaktır. Çünkü bana göre en önemli mesele budur.. diğer meselelerin bütünü buna nisbeten tâli sayılır.
Diyelim ki, maarif hayatımızın yücelmesi ve yükselmesi adına binlerce okul ve maarif yuvaları açtınız. Eğer siz yaptıklarınızda takılıp kalıyor ve onların ötesindeki mülâhazalara geçemiyorsanız, yaptıklarınızın ciddî bir mânâsı yoktur.. ve size sadece koşup durmaktan gelen yorgunluğunuz kâr kalacaktır. Hizmet ünitelerinin bütünü için de aynı şekilde düşünmemiz mümkündür. Öyleyse her bir arkadaş, yaptıklarını hep, Cenâb-ı Hakk’la irtibatını kuvvetlendirme adına yapmalıdır. Böyle olduğu takdirde, yapılanlar bir mânâ kazanır, gayretler de bir kıymete ulaşır.” (Fasıldan Fasıla-1)
“Dünyanın iki yüz küsur ülkesinde okul açabilirsiniz. Bu iki yüz küsur ülkede sizin açtığınız müesseseler parmakla gösterilen okullar hâline gelebilir. Bulunduğunuz ülkede insanlar, açtığınız kültür lokallerine ciddi bir teveccüh gösterip sizin duygu ve düşüncelerinizin renk ve deseniyle boyanmak isteyebilir. Her yerde insanlar gözünüzün içine bakabilir. Ancak bir Hz. Ebû Bekir, bir İbn Mesud imanıyla Allah’a müteveccih değilseniz yaptığınız bütün bu işlerin Allah indinde bir kıymeti olmaz, bir mânâ ifade etmez.
Allah nicelerine nice lütuflarda bulunmuştur. Önemli olan, lütuflarla mebsuten mütenasip olarak Allah’la münasebetin güçlenmesidir. Eğer siz, ‘Allahım bana bu nimetleri lütfettin. Hâlbuki benim günahkâr ve zulmetli hâlim dalâlet ve küfre daha muvafık düşüyordu. Ama Sen öyle yapmadın. Beni küfür içinde bırakmadın. Kasvet-i kalbe uğratmadın. Dalâlete salmadın. Mağdubînden etmedin. Hidayet buyurup beni burada istihdam ettin. Allahım bildiğim/bilmediğim, farkına vardığım/varamadığım bütün nimetler karşısında Sana sonsuz hamd ü senâ olsun.’ yakarışlarıyla Cenâb-ı Hakk’a çok ciddi teveccühte bulunarak her daim Allah’la münasebetinizi güçlendirmiyorsanız, Alvar İmamı’nın ifadeleriyle sürekli, ‘Değildir bu bana layık bu bende. Bana bu lütuf ile ihsan nedendir?’ mülâhazasına bağlı kalmıyorsanız, yaptığınız bütün bu işlerin rıza hedefli olup olmadığı hususunda kendinizi bir kez daha gözden geçirmelisiniz.
Kalb kasvetine karşı her zaman ciddi bir gerilim içinde olunmalıdır. Fakat hâl-i pürmelâlimize bakınca şu soruları kendi kendime sormadan edemiyorum: ‘Neden biz envai türlü nimetlerin bulunduğu bir sofraya davet edilmişiz gibi bir aşk u şevkle, derin bir iştiyakla teheccüd namazına kalkamıyoruz? Neden abdest alırken aynı neşveyi duymuyoruz? Neden başımızı yere koyduğumuz zaman, ‘Allahım keşke bu secde hiç bitmese!’ diyecek kadar Allah’la münasebet içinde değiliz?’
Şayet O’nunla münasebette bir Şah-ı Geylânî, Hasan Şazilî, Ahmed Bedevî, Ahmed Rufaî hazretleri gibi arzu ve iştiyak içinde değilsek, ‘Dahası yok mu Allahım?’ diyerek meseleyi alıp ileriye götürmüyorsak, yaptığımız iş ve ameller bir yere kadar kıymet ifade etse de, ifade etmesi gerekli olan seviyede bir değer ve kıymet ifade etmediği rahatlıkla söylenebilir. Bundan dolayı asla unutulmaması gerekir ki, Cenâb-ı Hak emanetini emanette emin, cedid ve ceyyid olan insanlara verir. Çünkü verilen o emanet, ancak onlarda kalıcı olur.
Hâsılı eğer biz, kalbimizde haşyet duygusunu tetiklemek istiyorsak, sohbet-i cânân meseleleri etrafında müzakerede bulunmalı; mevzuları bu bakış açısıyla daha engince anlamaya çalışmalı ve böylece imanımızı sürekli takviye etmeliyiz. Oturduğumuz çay veya yemek faslında dahi meseleyi evirip çevirip hep Allah’a bağlamalı, her defasında yeni bir mârifet ufkuyla meseleyi O’nunla irtibatlandırmalı ve O’nunla noktalamalıyız. Aksi takdirde hiç farkına varmaksızın heyecan ve yol yorgunluğuna düşer, canlılığımızı yitirir ve içten içe kadavralaşırız. Rabbim hepimizi böyle bir âkıbetten muhafaza buyursun!” (Kırık Testi, 10/01/2011)
- tarihinde hazırlandı.