‘Hocaefendi beddua etti’ yalanı!
Yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarını ‘paralel devlet’ iddiası ile örtme çabası sonraki günlerde de sürdü. Erdoğan yurtiçi ve yurtdışı gezilerinde sürekli Camia’yı hedef aldı. Bir başbakan gibi değil adeta marjinal bir partinin genel başkanı gibiydi. Temelsiz, delilsiz, belgesiz, muğlak, çelişkili suçlamalar yaptı. Hizmet Hareketi’ni kastederek; “Şimdi artık son çeteyle mücadele ediyoruz. Bu çete de tarihe karıştığında, bu paralel yapı da çöktüğünde inanın demokrasinin önünde hiçbir engel kalmayacak.” gibi akıl almaz ifadeler kullanabildi. Erdoğan’ın konuşmalarında Camia için yaptığı ithamlardan bazıları şöyleydi: “Çete, örgüt, Haşhaşi, in, ajan, hain, taşeron”.
Fethullah Gülen Hocaefendi, şahsını ve Camia’yı hedef alan saldırılara 20 Aralık 2013’te bir dua ile cevap verdi ve sessizliğe büründü. Gülen, kendisini de işin içine katarak; “Eğer bunlar doğru ise Allah bizim ocağımıza ateş salsın. Değilse de sizin!” demişti. Dua gündeme bomba gibi düştü. İslam hukukunda mübâhele ve mülâane olarak bilinen sözlerini bazı isimler ‘beddua’ olarak yansıttı. Yeni bir linç kampanyası başlatıldı. Başbakan meydanlarda, “Biz beddua değil dua cemaatiyiz.” dedi.
Peki Gülen’in duası beddua mı, yoksa İslam tarihinde örnekleri çokça görülen ahitleşme miydi? Herkul.org sitesinin editörü Osman Şimşek, Gülen’in yaptığı dua ile ilgili olarak bazı medya kuruluşları tarafından getirilen yorumlar hakkında bir açıklama yaptı. Sonra Gülen, son kez sözlerine bir açıklık getirdi. Şimşek, Hocaefendi’nin hangi saiklerle ellerini açıp dua ettiğini şöyle anlattı:
“Mazlumun âhı, titretir arşı!..
Birisi itibarınızı bitirmek ve sizi yokluğa mahkûm etmek için karar vermiş; sürekli hakkınızda komplo kuruyor, hiç durmadan gıybetinizi yapıyor, utanmadan size iftira atıyor. Siz mü’minsiniz; kötülüğe kötülükle karşılık vermek istemiyor ve yumuşak bir üslupla doğruları anlatıyorsunuz. Fakat sizi hasım belleyen kimse vazgeçmiyor, bühtanlarına devam ediyor. Olmadık suçlamalarda bulunuyor, “yapmadım” diyorsunuz, “yaptın” diye tutturuyor; “İşin aslı bu!” cevabını veriyorsunuz; “Hayır, şöyle..” diye inat ediyor. “Delil” istiyorsunuz, dedi-kodulardan dem vuruyor. Anlıyorsunuz ki yalın açıklama problemi çözmüyor. Bu defa yemin billah ediyorsunuz; Allah adı veriyorsunuz. Hayret, o da muhatabınızı yumuşatmıyor. Son çare diyor ve onu ahitleşmeye/yeminleşmeye çağırıyorsunuz; “İnsafı ve vicdanı olan artık saldırganlıktan uzaklaşır!” zannediyorsunuz. Ne tuhaf, bu defa da “Bana beddua ettin; lânette bulundun!” bağırtılarına maruz kalıyorsunuz. İşte böyle bir çirkinlik yaşanıyor ülkemizde. Hayatını insanlığa adamış, dünya zevki namına hiçbir şey tatmamış ve İnsaniyet-i Kübra’nın yücelmesinden gayrı muradı olmamış bir insan işaret ettiğim tuhaflığın çok ötesinde bir zulümle karşı karşıya bulunuyor.”
Gülen’den ikinci açıklama
Bir merkezden düğmeye basılmıştı. Bilen bilmeyen herkes konuşuyor, sözde sivil toplum örgütlerine açıklamalar yaptırılıyordu. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, 20 Aralık’ta yaptığı duanın önü ve arkası kesilerek çarpıtılmaya devam edildi. ‘Gülen beddua etti’ şeklindeki yayınların arkası gelmedi. Tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi. Gülen, bilinçli bir şekilde çarpıtılan sözleri ile ilgili bir kere daha konuştu. Herkul.org’da yayınlanan sohbetinde, ‘’Bir tavzihte bulunmak istiyorum’’ diyerek şu açıklamada bulundu:
“Siz şahitsiniz ben burada dedim ki: “Eğer birileri.. biz de dâhiliz buna ve bize nispet edilen insanlar da nispetleri ne kadar doğru.. şu arz ettiğim kategori içinde olabilir- ve bunların binde birini ben tanımıyorum. Eğer onlar ve biz, bir yanlışlık yapıyorsak, Allah’ın ahkâmına göre, Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı Subhânîsine göre, adalet-i Kur’aniye’ye göre, modern hukukun adalet sistemine göre, bir yanlışlık yapıyorsak şayet, topluma hıyanet sayılacak bir yanlışlık yapıyorsak şayet, geleceğimizi karartma adına bir yanlışlık yapıyorsak şayet, Allah evlerimize ateş salsın, bizi yerin dibine batırsın!..” Bir şeye güvenerek böyle dedim. İnanıyorum ki, sizin içinizde, şu farklı kategorilere rağmen, şu gayr-i mütecânis toplumun değişik kategorilerdeki farklı renk, desen, şekil ve şivelerine rağmen, böyle bir şeye sükût etmiş insan yoktur inşaallah ve dolayısıyla da inşaallah Allah onların evlerine ateş salmaz.
Sonra da dedim: “Hakk’a ve hakikate karşı saygısızlığı kim yapıyorsa, harâmîliği kim yapıyorsa, hırsızlığı kim yapıyorsa, milletimizin halâsı adına, arınması adına, aklanması adına, aklık peşinde koşanların aklanması adına, Allah onların evlerine ateş salsın.” Ama görüyorum ki sadece bu son kısmı bir yönüyle internette, “tweet”lerde, gazetelerde neşretmek suretiyle meseleyi çarpıtma hıyanetini irtikâb eden, kara ruhlu, kara düşünceli, kara vicdanlı, kara kalemli bir sürü kara-kapkara insan var. Meseleler böyle çarpıtılınca, bir kesime de meseleler öyle gidiyor; dolayısıyla toplumun değişik kesimleri birbirinden kopuyor ve uzaklaşıyor. Tavzihte bulunma lüzumunu hissettim; çünkü çirkin, densiz, seviyesiz bir iftira ve çarpıtmaydı.”
Aynı sohbette Hocaefendi, Başbakan’ın şahsına ve Camia’ya yönelik ‘örgüt, çete, şebeke ve inlerine gireceğiz’ suçlamalarına da tek tek cevap verdi: İşte Fethullah Gülen’in o açıklamaları:
“Arkadan yeni bir nesil, topraktan başını dışarıya çıkaran rüşeymler gibi başını dışarıya çıkarır, başağa yürür. Bir müddet de o ceditlerle cedit bir dünya oluşur. İman, yeni gökten inmiş gibi duyulur. Herkes meseleyi Hazreti Ebu Bekir gibi, Hazreti Ömer gibi, Hazreti Osman gibi, Hazreti Ali gibi duyar. Aşere-i mübeşşere gibi duyar. Hak dostları gibi duyar. Sanki böyle gökten yeni inmiş şebnemler gibi ruh yapraklarına dökülmüş de tazeliğiyle onu duyuyor ve heyecana geliyor gibi hissederler ve din gerçek manada, İslamî ruh ve mana gerçek manada, mefkuremiz gerçek manada, ruh abidemizin ikamesi de gerçek manada ancak o cedid nesille gerçekleşir. Yoksa birbirinin ayağını kaydıran, istemediği insanlara çelme takan, nâsezâ nâbecâ sözlerle insanları karalayan insanlar, Müslümanlık deseler de ondan fersah fersah uzaktırlar. Din deseler de ondan fersah fersah uzaktırlar.
Müslüman’a ‘çete’ diyen, ‘şebeke’ diyen, ‘eşkıya’ diyen ve onları inlere sığınmış goriller gibi, maymunlar gibi gören.. bunlar partallaşmış düşüncelerin sözlere, düşüncelere, ifadelere aksedişinden başka bir şey değildir ve bunlarla hiçbir eğri düzeltilemez. İnsanlığın beklediği o hakikatler hiçbir zaman bunlar sayesinde kazanılamaz. Emekler durur insanlık ve sürekli beklediği ümitlerinin inkisarıyla bir kere daha asâ gibi bükülür iki büklüm olur. Bir kere daha inler, bir kere daha inkisar yaşar. Bir kere daha ateş böceklerini Sirüs yıldızı gibi alkışlamış olmanın aldanmışlığı içinde hicap duyar, başını önüne eğer, “Affet beni Allah’ım!” der.
Hakk’a-hakikate hizmet edenler, adanmışlar.. Ömürlerini bazıları itibarıyla cami pencerelerinde -iffetlerine toz kondurmamak için- geçiren insanlar.. O cami pencerelerini ‘in’ şeklinde görme; iki metre genişliğindeki tahta kulübeleri ‘in’ şeklinde görme, sırf halka el açmamak, dilenmemek, hak yememek için hayatlarını belli bir darlık içinde o darlığa mahkûm ederek geçirmek isteyen insanların o darlıklarını ‘in’ gibi görme, esasen ‘in’in neden ibaret olduğunu bilmemenin ifadesidir. Evet, böyle diyecekler ve sizi bu tür düşüncelerle mâşerî vicdanda belli şeylere mahkûm etmek isteyecekler ama bunların hepsi seviyesizliğin ifadesidir.
Betahsis ‘densiz’ tabirini kullanmadım. Hakk’a gönül vermiş insanlar, Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yolunda olanlar, bence aynı şeylerle de mukabele etmemeli. Hatta gözleriyle görseler bile.. Nitekim benim, velayetinden, hakka karşı gözünün açık olduğundan şüphem olmayan birisi, birisinin genel mefkuremize ve düşüncelerimize, gaye-i hayalimize ve ideallerimize ters insanların arkasına takılıp -onlara takılmak suretiyle bir yere varacağını zanneden bir insan- onlar girdikleri yerde gorillere dönüşmüşlerdi, o da arkalarından girince, o da gorile dönüşmüş. Ama ben bunu kimseye söylemedim. Bunu kimseye söylemek bir insanı içine düştüğü o çamur içinde “Oh müstehak!..” demek gibi bir densizliktir. Mü’mine öyle bir densizlik yakışmaz.
Kimin ‘in’de olduğunu Allah görüyor. Hazreti Ruh-u Seyyidu’l- Enâm da onu görüyor. Mele-i A’lânın sakinleri de şahittir. Fakat siz bu türlü şeyler karşısında, Kur’an’a gönül vermiş insanlar.. her kategoride.. bir mefkurede, bir gaye-i hayalde, bir Kur’anî mantıkîlikte, bir Din-i Mübîn-i İslam’a ait mâkûliyette bir araya gelmiş insanlar.. (Bunları kategorilere ayırdığınız zaman şöyle olabilir: Kardeş seviyesinde olabilir; çok rahatlıkla, Sahabenin birbirini kucakladığı gibi kucaklayabileceğiniz insanlar. “Canım, ırzım, her şeyim sana feda olsun!” diyecek kadar yakındır. Dost olur, meselenin makuliyetinde sizin yanınızda olur. Taraftar olur, “Yapılan bu şeyler milletimizin geleceği adına çok faydalı şeylerdir!” der. Muhib olur, “Bu insanları sevgi alanının dışında tutmamak lazım”. Beyne beyne olur, ârafta olur; sağa bakar, sola bakar, bir yönüyle makulü orada görür ve makule göre karar verir, “Bu isabetli bir iş!..” der; “Mabede gitmek gibi isabetli bir iş!” der, “Dünyanın yeniden bir hakikat üzerinde bir ba’s u ba’de’l-mevt yaşaması ancak bu sayede olacaktır!” der o âraftakiler. İşte böylesine gayr-i mütecânis fertlerden müteşekkil bir heyet…) Bunlar bir şey yapıyorlardır ve bunlar bu yaptıkları şeylerden dolayı ta’n u teşnîye maruz kalabilirler. ‘İnlerdeki maymunlar, goriller, ayılar, sırtlanlar, yılanlar, çıyanlar gibi…’ ‘İn’ deyince onlar anlaşılır. Bu türlü töhmetler, ittihamlar karşısında kalabilirler. Fakat böylesine seviyesizliğe böyle seviyesizce mukabelede bulunmamak lazım. “Allah bizi de sizi de affetsin!”, “Allah kalplerimizi ıslah eylesin!” demekle mukabelede bulunmak lazım.
Haziran fırtınasında dine-diyanete karşı gelenler, kesme, biçme, yapıştırma, montajlama şeklinde o türlü bantları öyle yaptı, piyasaya sürdü ve bir şeyi karartmaya çalıştılar. Fakat oyunları tutmadı. O adliye içinde hakkaniyete bağlı, adalete bağlı, kalbiyle, ruhuyla, latîfe-i rabbânisiyle dipdiri hâkimler de vardı. İnşaallah hepsi öyle olsun, inşaallah hepsi öyledir. Ve Cenâb-ı Hak onlara o mevzuda doğruyu, isabeti gösterdi ve doğru ve isabetli bir karar verdiler, sıyrılma imkânı oldu.
Buraya da geldi 300 sayfalık iddianame. “Bakarken, sağa bakman gerekirken sen sola bakmışsın, niye sola baktın?!. Efendim öne bakman lazım gelirken bazen dönüp arkaya da bakmışsın?!.” falan. Buradaki savcı, New Jersey’in başsavcısı, hezeyan sayılabilecek bu iddianamenin değişik paragrafları, maddeleri hakkında, meseleyi o kadar çok komik bulmuştu ki, hakkâniyetli davranmıştı. Falanın filanın bu mevzuda yardımı ile değil, hiç tanımadığımız, etmediğimiz bir insan, vicdanın sesini ve soluğunu dinleyerek burada, meseleleri yerinde değerlendirmiş ve ona göre bir rapor göndermiş, oradaki insaflı hâkimler de ona göre karar vermişti.
Hiç kimseye karşı medyûniyetimiz yok, hiç kimseden hakkımızın dışında da bir talepte bulunmadık. Ancak din-iman hizmeti adına, mefkûre donanımı adına, gâye-i hayâli ikâme etme adına, insanlığın kalpte, gönülde, ruhta, sırda, histe, hafîde, ahfâda bir ba’s u ba’de’l-mevt yaşaması adına verilen hizmeti dinamitlemeye karşı da, karşı çıkmak, bunu tasvip etmemek, ama centilmence, ama efendice, kimseyi kırmadan incitmeden.. bu da Hakk’ın hatırına bir vazifedir. Bunu yapmamak, Hakk’a karşı saygısızlık olur. Allah’a hesap veririz. Burada da dimdik durma bizim vazifemizdir. Misyonumuzun gereğidir.
Kimsenin hıyanet ve denâetini deşifre etme gibi bir vazifemiz yok. Fakat birileri onu yapmışsa, yapıyorsa şayet, ele almışsa, üzerine yürümüşse, o da bizi aşan bir mevzu. O mevzuda müdahale etme durumunda değiliz. Elli defa değiştirmeden sonra, operasyondan sonra, hâlâ birileri çıkıp böyle yapıyorsa, deriz ki: “Ne yapalım değiştirdiniz, aynı adamlar aynı şeyleri yapıyorlar. Değiştiriyorsunuz yine aynı şeyleri yapıyorlar. Ne yapalım!..”
Başka türlü konuşamayız zaten. Şahısları söz konusu edemeyiz. Şahsî ayıpları setretmeyi vazife biliriz. Ve onunla Cenâb-ı Hakk’ın bize lütufta bulunacağına inanırız. Onu dinimiz adına bir sorumluluk biliyoruz, dinimiz adına önemli bir vazife biliyoruz. Ama birileri tarafından bazı şeyler deşifre edilmişse ve onu önleme bizim elimizden gelmiyorsa şayet, o mevzuda isnâdât karşısında herhalde tavzih adına, tashih adına bir şey söylemek.. kendini dine, imana, hizmete vakfetmiş bu insanların itibarı adına, onların karalanmaması adına onu da bir vecibe biliyoruz.
Altmış senesinden bu yana, bugün şunu bunu tenkit eden insanlar, ekmeğe ‘pepe’ dedikleri dönemde polisler tarafından tazyik ediliyor, ölümle tehdit ediliyor, bazen birisi imdada yetişmezse şayet bir suikasta maruz bırakılıyorduk…. Askerlik öncesi… Askerde de içeri atılıyorsunuz, sadece Allah, Peygamber dediğinizden dolayı. Ondan sonraki hizmet hayatında, vazife hayatında başımıza gelen şeyleri sizler biliyorsunuz. Onda birine maruz kalan insanlar, onu destanlaştırdılar, onu bir kahramanlık saydılar. Biz bütün hayatımız boyunca hep aynı şeyleri yaşadık.
Kimsenin bir Müslüman’a karşı -hafizanallah- çelmeye getirme, onu elenseye alma, onu kündeye getirme gibi bir düşüncesi yok. Allah herkesi istediği şeyde payidar eylesin. Daha ilerisine, daha ilerisine, daha ilerisine… Türkiye’de zirveyi tutmanın dışında, isterse Avrupa’da da zirveyi tutsunlar, Asya’da da zirveyi tutsunlar, Afrika’da da zirveyi tutsunlar; liyakatleri varsa ve mâşerî vicdanın kabulüne mazhar iseler olsunlar, öyle dua edelim. Allah payelerini artırsın, arş-ı kemalata yükseltsin onları.
Fakat bizim öyle bir derdimiz hiç olmadı, hiç olmaz. O türlü şeyleri söylemeden hicap duyuyorum. Bir insanın dünyaya en çok meyledeceği zaman, gençlik zamanıdır. Yirmi, yirmi beş yaşındayken o türlü şeyler ayağımın ucuna kadar geldiği halde ittim, bugünleri de görmeden ittim. Allah’a hamd ederim dünyaya karşı hiçbir talebim olmadı. Bir tane dikili taşım olsun, onu bile talep etmedim. Onun için ömrüm cami penceresinde, tahta kulübede, şimdi de sürgünde geçiyor. Kirasını vererek bir vakfın mekânının bir odasını kullanıyorum burada. Mâşerî vicdan da bunu böyle bilsin. Su-i zan edenler su-i zanlarından vazgeçsinler. Ben hakkımı helal ederim yerden göğe kadar. Fakat Allah hukukuna taalluk eden meselelerde ahirette paçalarını kurtaramazlar, yakalarını kurtaramazlar.
Ben kirli demiyorum, mâşerî vicdanın kirli diye kabul ettiği bazı durumlar olmuşsa, onlardan arınmanın yolu, kursaklardaki, kolonlardaki o şeyleri atmak suretiyle aklanmaktır. Aklanmak suretiyle itibarımızı bir kere daha yenilemektir. Millet ruhunda vahdeti temin etmek, vifak ve ittifak yollarını araştırmaktır. Vifak ve ittifak yollarına müteveccih her hamle, Allah’ın izni ve inayetiyle tevfik-i İlâhi’nin en önemli vesilesidir.
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez/Toplu çarptıkça yürekler, onu top sindiremez.” Yüreklerin toplu çarpmasını sağlamak lazım. Birine çete, birine eşkıya, birine ‘in’deki goril, maymun gibi bakarsanız, gönüller bu ölçüde yıkılırsa, bunlar bir yönüyle mantık ve maslahatın gereği iltizamlarını devam ettirseler bile kalben sizi duadan dûr ederler. Ama biz etmeyeceğiz, duadan dûr etmeyeceğiz. Allah topyekûn milletimizi payidar eylesin. Payesini ta arşa çıkarsın. Efradı beyninde adaletin teessüsüne onları muvaffak kılsın. “Milletin efradı beyninde olmazsa adalet/Çakılır zemine arşa çıkan paye-i devlet.” Ona meydan vermemek için milletin efrâdı beyninde adaletin tesisine bakmak lazım.
Kaydedin bu tarihi bir yere
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin öğrencilerinden ilahiyatçı yazar Ahmet Kurucan, dua sırasında yanındaydı. Hem duanın mahiyetini hem de hangi atmosferde yapıldığını yazdı. (Zaman, 28 Aralık 2013)
“Mesele malum. Yolsuzluk iddiaları ortaya çıktıktan sonra o iddialara muhatap olanların üzerine yürüneceğine onları ortaya çıkaranlara “çete, piyon, taşeron, maşa” suçlamaları, peşi sıra gelen tayinler, gece yarısı kanunları ile yolsuzlukların üzerini kapatmalar. Ve tarih 20 Aralık 2013 Cuma.
Kaydedin bu tarihi bir yere. Sebeplerin bütün bütün sükût ve sukût ettiğinin ilan tarihidir bana göre. Sebepler sükût ve sukût edince geriye bir tek yol kalmıştır sülûk edilecek; Allah’ın kapısını farklı bir şekilde çalma. Tokmağına bir farklı dokunma. Beddua dedi bazıları buna. Dinî terminoloji açısından değil de halk arasındaki algıyı esas alırsanız diyebilirsiniz ama işin doğrusu bu beddua değil. Âl-i İmran Sûresi 61. ayetini delil olarak ileri sürerek mübahele veya mübaheleye davet dedi bazıları. Bazıları da Allah’a havale dedi. Ben kanaatimi söyledim, bir daha söyleyeyim, sebeplerin bütün bütün sükût ve sukût ettiği yerde çaresizliğin göstergesi olarak Allah’a dert yanmadır. İsterseniz 1993 Temmuz ayı Sızıntı dergisinin başyazısı olarak yayımlanan “Bir Yakarış” yazı ve/ya duasını bu gözle okuyun. Ne demek istediğimi daha net anlayacaksınız.
Bununla beraber meseleyi çarpıtmaya da, uzatmaya da gerek yok; metin ortada. Ekrem Dumanlı Bey’in dediği gibi “yüreği yeten”, abdestinden ve namazından şüphesi olmayanlar, iddiaların gizli-açık her şeyimize nigâhban olan Allah’a arz edildiği bu duaya, bu içten yakarışa can u gönülden âmin der. Bu kadar basit.
Evet, bakış böylesi bir bakıştı!
Ben söz vermiştim hikâyesini yazacağım diye. Okuduğunuz yazıyı kaleme almamın sebebi bu. İkindi namazı sonrası sohbet için koltuğa oturup çayını yudumlarken etrafa dolu dolu gözlerle bakıyordu Hocaefendi. Kim var kim yok diye mi? Etrafı kontrol eden benzeri bakışları olmuştur ama bu defaki öyle değildi. Bence simalardan insanın derûnuna bir atf-ı nazardı bu. Hani “sima yalan söylemez” derler ya, işte o yalan söylemeyen simalardan kalbe, ruha, hissiyata inme. Yaşanan hadiselerin insanlardaki aksini görebilme. Göreceği bir hüzün emaresi ile “demek ki yalnız değilmişim” deyip teselli olma. Evet, bakış böylesi bir bakıştı.
Sohbet hem yazılı hem sözlü elimizde. Teknoloji çağında ulaşmak da çok kolay. Dolayısıyla yapacağım şu tasviri mevcut görüntülerin yardımıyla zihninizde canlandırabilirsiniz. Sohbet halkasına oturabilirsiniz demek iddialı olur ama en azından ekrana yansımayan şekliyle salonu tahayyül ve tahassüs edebilirsiniz.
Ferdî günahlara karşı ferdin takınacağı tavrı anlattığı yere kadar gayet sakindi Hocaefendi. Muhtevayı zihnen takip etme, hatta ağızdan çıkan kelimeleri teker teker saymanız da mümkündü. Maiz ve Gamidiye’li kadın örneğini vermeye başladığında sözün gideceği yeri tahmin etmek benim için zor olmadı. Şahsî günahlarla, kamuyu ve usul-ü fıkıhtaki kavramla “Allah hakkını” alakadar eden günah ve suç ayrımını yapacağı belliydi. Sakin sakin yürürken birdenbire koşmaya başlayan insanın nabız atışlarının yükselmesi gibi nabızlarımız yükselmeye başladı. Âteşîn hali, ses tonu, o tona yansıyan heyecanla salon farklı bir atmosfere büründü. Not aldığım defteri ve kalemi bir kenara bıraktığımı hatırlıyorum. Sonra dua, beddua, havale, ahitleşme, mülâane, mübahele veya mübaheleye davet, adına ne derseniz deyin işte o fasla sıra geldi. Hissiyat dorukta ama her zaman olduğu gibi akıl ve mantık örgüsü devre dışı değil. Akıl, his, mantık iç içe, yan yana, omuz omuza. His aklın önüne geçmiyor. Akıl hissi devre dışına itmiyor. Mantık ‘bu hissî ortamda benim işim olmaz’ demiyor.
Nihayet heyecan zirve yaptı ve o cümleler ardı ardına sökün etmeye başladı. Herkesin şaşırdığını zannediyorum. “Dememiştim, demeden edemedim” dediği cümleler ağzından çıkıyordu. Videodan izleyin, ilk başlarda âmin seslerinin azlığı bu şaşkınlığın izi ve emaresi. Sonra? Sonrası malum, semaya doğru yükselen ellere yine semaya doğru yükselen âmin sesleri iştirak etti.
Bundan sonra ne olur? İçinde bulunduğumuz ifritten süreç nasıl sonuçlanır? İnanan her insanın bu soruya vereceği cevap sanırım şudur; Allah bilir. Allah’ın ömür verdiği insanlar yakın ve uzak gelecekte görür ne olacağını. Bu safhada duamız “Allah akıbet ü encâmımızı hayr eylesin.” Hocaefendi’nin bir sonraki sohbette dediği gibi; “Allah herkesi istediği şeyde payidar eylesin. Daha ilerisine, daha ilerisine, daha ilerisine… Türkiye’de zirveyi tutmanın dışında, isterse Avrupa’da da zirveyi tutsunlar, Asya’da da zirveyi tutsunlar, Afrika’da da zirveyi tutsunlar; liyakatleri varsa ve ma’şerî vicdanın kabulüne mazhar iseler, olsunlar. Allah pâyelerini artırsın, arş-ı kemâlâta yükseltsin onları.”
Madem gelecek adına Allah’ın engin ilmine, lütfuna, ihsanına sığınmak ve beklemekten başka çaremiz yok o zaman maziye gidelim ve soralım Hocaefendi bu noktaya nasıl geldi? Bunu anlamak için bazı köşe taşlarının yerli yerine oturtulması gerektiğini düşünüyorum.
Birincisi: Hocaefendi adı üzerinde bir din adamıdır ve konuşmalarında tabii olarak dinî referanslar ağırlıklıdır. Sohbetin mahiyet ve muhtevasını belirlemek için dua, beddua, havale, ahitleşme, mülâane, mübahele, mübaheleye davet, iç yakarış kavramları etrafında müzakereler yapmamız bile bunun göstergesi. Dolayısıyla bu kavramlar ve aralarındaki farkı bilmeyenlerin mezkûr konuşmayı anlasa da anlamlandırması mümkün değildir. İmam hatip liseleri başlarımızın tâcı ama bu konuşma imam hatip lisesi bilgileri ile yorumlanamaz.
İkincisi: Hocaefendi Cemaat, Camia, Hareket, Hizmet yapısı ile bütünleşmiş bir insandır. Herkes biliyor ve bilmeli ki Hocaefendi dendiği zaman Ramiz Hoca ile Refia Hanım’ın oğlundan bahsedilmiyor. Onun içindir ki Hocaefendi’nin konuşmasını çok sert olarak niteleyenler, son 11 yılda Camia’ya gönüllü olarak destek veren kişi ve kurumlara müsbetiyle-menfisiyle, açığıyla ve gizlisiyle neler yapıldığını ve neler yapılmak istendiğini hesaba katmak, resmin tüm karelerini birden görmek zorundadır. Ve yine onun içindir ki Hocaefendi diyerek müsbet veya menfi söze başlayanlar bu yapı hakkında konuştuklarını unutmamalıdır. Burada “Hocaefendi iyi ama…” ile başlayıp Hizmet’e akla zarar ithamda bulunanların niyetlerini ve samimiyetlerini bilemem ama bu türden ayırımlar hakikat nezdinde hiçbir mana ifade etmemektedir.
Üçüncüsü: Hocaefendi’nin 75 yıllık hayatında dost veya düşman eliyle kendisine reva görülen eza ve cefalara karşı göstermiş olduğu sabrıdır. Rica ederim; “Kimseye küsüp darılmayacağıma söz veriyorum... ölümü gülerek karşılayacağıma söz veriyorum… celalden gelen cefayı, cemalden gelen vefa ile bir bileceğime söz veriyorum. Allah’a ait hukuka karışamam ama bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz veriyorum.” diyen bir insandan söz ediyoruz.
Şahsına ya da Hizmet’e şimdiye kadar yapılan ve dünya mezalim tarihine örnek olabilecek muameleler karşısında bile “Ne yapalım, Allah, ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş, elimizden bir şey gelmez ki… Ayrıca, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler, karakterimize rağmen farklı bir tavır takınmayı kendimize karşı saygısızlık sayıyoruz ve böyle bir saygısızlığı irtikâp etmemek için, gürül gürül konuşacağımız bir yerde sadece yutkunmakla iktifa ediyoruz.” diyen, kendisine gönül verenleri teskin eden ve duruşu ile sabra sabır öğreten bir insan var karşımızda. Nitekim şu söz Hocaefendi’ye ait: “Sabır benden sabır dileneceği ana kadar sabredeceğim.”
Yıllardır eş-dost ve taraftarlarına “mukabele-i bi’l misil kaide-i zalimânesi ile hareket etmeyin” tembihinde bulunan ve bunun açılımı adına “seneler var ki, zulmü lânetlemek, zalimin yüzüne tükürmek, müfterîye ağzının payını vermek, komplocuya ‘yeter artık’ demek tâ dilimin ucuna kadar geliyor ama milletimin sulh, sükûn ve iç huzurunu düşünerek kimseye bir şey demiyor; Allah’ın görüp bildiğini düşünüyor; karakter, düşünce ve üslûbumun hatırına herkesin yalan-doğru sesini yükselttiği durumlarda bile ben bir ‘Lâ Havle’ çekip ‘Buna da eyvallah’ demekle yetiniyorum.” diyen bir insan bu insan.
Pekâlâ, ne oldu da bu Hocaefendi ellerini Rabbi Rahim’imize açtı ve “dememiştim, demeden edemedim” dediği o içten yakarışı yaptı? Üç kelimelik bir cevabı var bunun; sabır taşı çatladı. İşin geldiği bu noktada da ‘La Havle’ çekmenin, ‘eyvallah’ demenin onlarcayüzlerce masumun binlerce-yüz binlerce yetimin, milyonlarca ülke insanının hak ve hukukuna tecavüzden geriye dönüşün olmayacağını gördü ve meseleyi asıl Sahib’ine havale etti. Etti çünkü sebepler planında yapılacak her şey yapılmıştı.
Bütün bu işlemlere imza atan kişilerin Müslüman olması neticeyi değiştirir mi? Yapmayın Allah aşkına! Bir soru ile cevap vereyim bu soruya; suç söz konusu olduğunda devletin koyduğu kanunî müeyyideler, insanlıkla yaşıt diyebileceğimiz ahlakî değerler, bunlardan nebean eden örf-âdet, gelenek-göreneğimiz, Hocaefendi’nin ilavesi demokratik teamüller, suçu, faili dinî kimliğine göre ayırt ediyor mu? Cezai yaptırımlarda farklı uygulamaya gidiyor mu?”
Peki Hocaefendi, 20 Aralık’ta nasıl dua etmişti? İşte o dua:
Bu işin üzerine ‘Hukukun ve aynı zamanda sistemin, dinin ve aynı zamanda demokrasinin gerektirdiği şeyler bunlardır.’ deyip arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermemek adına bir şey yaparken dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa… bize de nisbet ediyorlar, dolayısıyla ben bizi de onların içinde görerek diyorum.. dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa.. Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar.. Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkân vermesin. Dememiştim, demeden edemedim. O kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tahrik edildi, o kadar o “tweet”lerde o mel’un düşünceler bir yönüyle vizesiz rahat dolaştı ki, demeden edemedim. Şimdiye kadar demediğimi dedim. Allah her şeye nigâhban. Dünyada kıtmir gibi insanların bir dikili taşı olmadı. Altmış senedir değişik imkânlar onun da önüne geldi. Allah’a hep dua ettim, “Allah’ım, kardeşlerimi birilerinin işyerinde, fabrikalarda çalışmadan halas eyleme. Allah’ım, beni onlarla utandırma.” dedim. İşçi olarak çalıştılar, işçi olarak emekli oldular ve hiçbir şeye sahip olmadılar. Çoğu kira evinde oturuyorlar. Kendi adıma da öyle düşündüm, onlar adına da öyle düşündüm. Cami penceresinde üç sene yatarken esasen, işte o dünyanın metaına temas etmemek için.. altı sene bir tahta kulübede döşeksiz yatarken, dünya mal u menaline meyletmemek için aynı şeyleri yaptım. Allah buna şahit. Ama başka türlü harâmîlik yapıp, milletin malına menâline el uzattıkları halde hâlâ Müslüman olarak görünüyorlarsa öbür tarafta neyin ne olduğu belli olacaktır. Gönül, Çalab’ın tahtı / Çalab gönüle baktı / Kim gönül yıktı ise / O iki cihan bedbahtı. Bir sürü mü’minin gönlünü yıktılar. Kendimizi de istisna etmedim. Haksız, kimse, o mutlaka cezasını bulacaktır.
20 Aralık 2014’te yaptığı sohbetinde geçen ve beddua olarak lanse edilmeye çalışılan bu duasıyla Hocaefendi, hizmet hareketine yönelik hakaret ve iftiraları Allah’a (cc) havale ederek ‘muhavele’ yapıyordu. Nadanlar bunu da beddua gibi göstermekten geri durmadılar.
- tarihinde hazırlandı.