Zikir ve Terk

Soru: 1) Kalbin Zümrüt Tepeleri’nin “Zikir” bahsinde, “Cehrî, hafî her şekliyle zikir; duygu, düşünce ve şuur çevresinde halkalanan ziyâ-i “sübühât-ı vech”in bedene taşınması ve rûha mâl edilmesi ameliyesidir.” deniliyor. Bu cümleyle hangi hususlar kastedilmektedir? Sübühât-ı vech şualarının bedene taşınması ve rûha mâl edilmesi ne demektir?

  • Genelde Allah’ın ad ve unvanlarının teker teker veya birkaçının bir arada anılması ve tekrar edilmesi şeklinde anlaşılan zikir; anmak, hatırlamak, varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj almak ve O’nu ins-cin herkese ilan etmek demektir. Cenâb-ı Hakk’ı mübarek isimleriyle yâd etmek, sıfât-ı Sübhâniyesiyle anmak, ef’âl-i ilâhiyesiyle hatırlamak ve “Allah şu işleri nasıl da bin bir hikmetle yapıyor” diyerek takdir ve minnet hislerini ifade etmektir zikir. Bu ifade ediş, bazen sesli ve gürül gürül, bazen de içten içe yapılabilir. (01:05)
  • Bazı büyükler, açık alanlarda tabiatın bağrındayken yapılan zikirlerde adeta her varlığın tesbihine ses katıyor olma havası içinde sesli zikri tercih etmenin; insanlar arasında ise, Cenab-ı Hakk’ın mübarek isim ve sıfatlarını kalbin ritimleriyle içten içe anmanın daha güzel olacağını söylemişlerdir. (03:58)
  • Cenâb-ı Hakk’ın, ârifân kalbinden bütün mâsivâullahı (Allah’tan gayri her şeyi) silip-süpürüp setretme sadedinde -bîkem u keyf- o müteâl varlığını onların o temizlerden temiz gönüllerine duyurma murad-ı sübhânîsine bağlı tecelli eden ve bütün beşerî ihsaslar, ihtisaslar ufkunu kuşatan Zâtî bir nur ve ziya tufanıdır “sübuhât-ı vech”. “Vech” kelimesiyle Zât-ı Bârî’nin kastedilmesi açısından ona, esmâ ve sıfât-ı sübhâniye nurlarını da ihata eden “envâr-ı Zât” diyenler de olmuştur. (05:45)
  • Haddizatında, Allah’ın razı olması bütün istek ve beklentilerin önünde tutulmalıdır. Allah’ı sevme, Allah tarafından sevilme, O’ndan hoşnut olma ve O’nun hoşnutluğunu kazanma öyle büyük bir pâyedir ki, Cennet nimetleri bile onunla boy ölçüşemez. (09:00)
  • Ehlullah’tan bazıları meseleye tedellî (en âlâdan başlayıp aşağı doğru gitme) zaviyesinden yaklaşmış ve “Allah sevmeyince siz sevemezsiniz; O sizden razı olmayınca, siz rıza ufkuna ulaşamazsınız.” demişlerdir. Onlar biraz da eşyanın perde arkasına göre hüküm verdiklerinden dolayı, Cenâb-ı Allah’ın rızasının önce geldiğini, kulun Allah’tan hoşnut olmasının ise onu takip ettiğini söylemişlerdir. Nitekim ayet-i kerimelerde “Allah onlardan, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.” (Maide, 5/119; Beyyine, 98/8) denilmiş ve önce Allah’ın hoşnutluğu zikredilmiştir. (10:14)
  • Peygamberlerin mânâ buuduna açık olmaları bir mevhibe-i ilâhiyedir. Bu mevhibe-i ilâhiye, Cenâb-ı Hakk’ın onların iradelerinin hakkını vererek ortaya koyacakları yüksek performansa önceden bahşettiği bir avanstır. Zira, Cenâb-ı Hakk onların ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini ilm-i ezelîsi ile biliyor. Diğer yandan şu gerçek de unutulmamalıdır: Allah, “Mâlikü’l-mülk”tür; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Bir peygamberi başkasına nisbetle çok daha önemli bir misyonla gönderir. Dolayısıyla donanımını ona göre ihsan eder. Bir başkasına bu ölçüde önemli bir misyon yüklemez ve onun donanımı da ona göre olur. Mesela, “İnsanlığın İftihar Tablosu”na bakıp şöyle diyebilirsiniz: Allah bu zâta diğer peygamberlere nisbetle çok daha büyük bir misyon yüklemiş ve donanımını da ona göre vermiştir. Ama zikredilen yaklaşımla aynı meseleyi tersine çevirip şöyle de diyebilirsiniz: O zât, istikbalde üzerine alacağı misyona liyakatini göstermiş, Allah da ilm-i ezelîsi ile bunu bildiğinden dolayı ona baştan o misyonu yerine getirecek donanımı lütfetmiştir. (13:00)
  • Gönül diliniz güçlenip şuurunuzu, idrakinizi ve iradenizi tesir altına alınca, sözleriniz bütünüyle ötelerin sesi-soluğu olmaya başlar. Zamanla diliniz gönül diline, şiveniz de hal şivesine dönüşür ki, dilinizin de halinizin de beslenme kaynağı yine gönlünüzden fışkıran mânâlardır. Zaten, insanlara tesir eden de işte böyle bir gönül dili ve hal şivesidir. Bunları besleyen pınar O’ndan olduğu için, gönlünüze akan mânâlar önce size tesir ediyor ve kalbinizi haşyetle dolduruyordur. Kalbinde haşyet olanın tavır ve davranışlarında da haşyet olur. Bu şekilde iç-dış bütünlüğünü yakalayan bir insan, diliyle olduğu gibi haliyle de hak ve hakikate tercümanlık eder; görenlere Allah’ı hatırlatır. Cenâb-ı Hak’la münasebet ve O’na karşı saygı insanın içinde petekleşince, o dışarıya marifet balı olarak sızar. (16:52)
  • Şart-ı adî planında Allah (celle celâluhû) insanın iradesini çok önemli görüyor. Ve insanın vefasına da çok değer veriyor. Onu kendi vefası için bir sözleşme maddesi kabul ediyor, “Evfû bi ahdî ûfi bi ahdiküm” (Evvela siz sözünüzde durun, ben de ahdimi yerine getireyim) (Bakara, 2/40) diyor. Bu, insana değer verme demektir. “Adımını sen at, ben onu karşılıksız bırakmam” demektir. Yoksa, bunu mükellefiyete zorlama şeklinde anlamamak gerekli. Aynı şekilde şöyle buyruluyor: “Fezkurûnî ezkurkum.” (Bakara, 2/152) “Fezkurûnî…” (Beni anın…) Buna çok değişik mânâlar vermişlerdir: “Beni ibadet ü tâatle anın, Ben de sizi lütuflarımla anayım. Beni, sizin üzerinizdeki nimetlerimle anın; Ben de yeni nimetler vermek suretiyle sizi yâd edeyim. Siz, Beni yeryüzünde mükellefiyetler çerçevesinde anın; Ben de sizi mele-i âlânın sakinleri arasında anayım.” Bu, insan iradesine değer vermektir. Onu, kendi icraat-ı sübhâniyesi için âdeta bir esas kabul etmektir. (19:10)

Soru: 2) Niyazi Mısrî’nin “Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı / Ben beni terk eyleyince gördüm ki ağyâr kalmadı.” sözünde ifadesini bulan “kendini terk” nasıl anlaşılmalıdır? İnsana herkesi yâr yapacak ve ağyâr bırakmayacak bir “terk” nasıl olur? (22:34)

  • Üstad hazretleri, “terk” meselesini değişik yerlerde anlatır; acz, fakr, şevk, şükür, şefkat ve tefekkür yolunu izah ederken, Nakşibendî tarikatında bir esas olan “terk” mesleğine de değinir. Evet, Muhammed Bahauddin Nakşibend hazretlerinin yolunda dört şeyi terk etmek lazımdır ki; bu esas Farisî bir beyitle ifade edilmiştir: “Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk” (24:05)
  • Rıza-yı ilahîye vasıl olabilmek için terk edilmesi gereken dört şeyden ilki dünyadır. Mesnevi-yi Nuriye’de, dünyayı terk etmenin ölçüsü verilirken, onu kesben değil kalben terketmek gerektiğine dikkat çekilerek, “dünya hayatına ait işlerden kazandığına sevinmeme, kaybettiği şeye de üzülmeme” esası zikredilmektedir. Yani, dünyayı terk etmeyi başaran bir insan, bütün yeryüzü onun olsa, dünya kadar mal-mülk edinse de çok sevinmeyecek, nimete şükretmekle beraber, “Bu kazancım önemli değil Allahım; çünkü benim için Sen ve Senin rızan önemlidir.” diyecek; bütün dünyayı kaybetse de sabırla mukabelede bulunacak ve mahzun, mükedder olmayacaktır. (24:42)
  • “Terk-i ukbâ” sözüyle, adanmış insanda dava uğruna ortaya koyduğu cehd ve gayrete mukabil ahireti kazanma mülahazasının bile olmaması, sadece Allah’ın rızasının esas maksat yapılması gerektiği ifade edilmektedir. Bir insan, Allah’a kulluğunu, ibadet ü taatini, evrâd u ezkârını, hatta i’la-yı kelimetullah yolunda mücahedesini, icabında zindanlara girmesini, değişik belalar altında kalıp preslenmesini, sıkıntılara maruz kalmasını doğrudan doğruya Cennet’i kazanmaya bağlıyor ve bütün bunlarla Cennet’e girmeyi esas maksat yapıyorsa, o insan, kazanma kuşağında kaybediyor demektir. (25:00)
  • Terk edilmesi gerekenlerden biri de insanın kendi nefsidir. “Terk-i hestî”, insanın kendi benliğini de terk etmesi, nefsini düşünmemesi demektir. (25:15)
  • Bütün bu terklerden sonra, insanın aklına “Ben dünyayı terk ettim, ukbayı terk ettim, kendimi de terk ettim. Ben, O’nun uğruna her şeyden vazgeçmiş bir insanım” şeklinde bir duygu ve düşünce gelebilir. Şâh-ı Nakşibend orada bir terkten daha bahsediyor ve “terk-i terk” de lazım diyor. Yani, bu terkleri de terketmen; terkettiğini de unutman gerek. “Şunu terk ettim, bunu terk ettim” mülahazasına takılıyorsan, onları hiç bırakamamış sayılırsın. (25:25)
  • Arz edilen hususlar çerçevesindeki “terk” çok önemli bir disiplindir. Fakat, insanların dünyevileştiği ve enaniyetlerin kuvvetlendiği bir dönemde onu gerçekleştirmek çok zordur. Bundan dolayı, Hazreti Üstad, alternatif bir yol göstermekte ve “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!” diyerek dört esasa dikkat çekmektedir. (27:10)
  • İnsan meseleleri kendine takılı götürünce, yani kendi kafası, kendi beyanı, kendi bilgisi, kendi hamasî destanları işin içinde olursa, o zaman “âlem içre” kendisine yâr bulamaz. Ama nefsini bir kristal gibi yere çalıp onu paramparça edecek olursa, o zaman da hiçbir ağyârın kalmadığını, her şeyin ona dost olduğunu görür. Evet, insan, Allah ile kendisi arasına girerse bir hüsuf ve küsuf yaşar. Enaniyetinden sıyrılamayan bir insan Allah karşısında kendinden vazgeçemez; dolayısıyla, ruhî hayatı itibarıyla hep hüsuf ve küsuflara maruz kalır; ay ve güneş tutulmalarından hiç kurtulamaz, kurtulup gerçek aydınlığa asla ulaşamaz. (31:12)

Bamteli