Baharı intizar ve kenardan kullar
Çay faslından hakikat damlaları: Bahar intizarı
- Cihan bir bahar bekliyor; etraf bir lalezâr intizarı içinde!.. İntizar, nârdır; bir şeyi beklemeye durmak, ateşte yanmak gibidir. (04:45)
- Nasıl bir bahar bekliyoruz? O baharı intizar etmenin Hak katındaki kıymeti nedir? (02:50)
- Her zaman birinci talebimiz Cenab-ı Hakk’ın hoşnutluğu olmalıdır; zira, Cennet’i bile O’nun fazlından beklemek ama gerçekte sadece O’nu istemek esastır. (06:20)
- “Varım ol Dost’a verdim hânümanım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı” düşüncesi yeni bir dünyayı inşa edecek mimarların genel dinamikleri ve en büyük sermayeleridir. (09:40)
Soru: Hac Sûresi’nin 11. ayet-i kerimesinde kulluğun kenarında duran, sırf bir hesaba binaen imanla küfür arasında bir yerde bulunan kimselerden bahsediliyor. Bir hadis-i şerifte de “dinar, dirhem, kadife ve kumaşın kulları” kınanıyor. Bu ayet ve hadis, sadece ehl-i küfür ve nifakla mı alâkalıdır? Bir hizmet dairesinde olsa da çıkar hesabı güden ya da işlerin dilediği gibi gitmediğini görünce vazifeden el çeken kimseler de bu kategoriye dâhil midir? (11:30)
- Soruya mevzu teşkil eden ayet-i kerimede Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَعْبُدُ اللَّهَ عَلَى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انقَلَبَ عَلَى وَجْهِهِ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةَ ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ
İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’a, sırf bir hesaba binaen, imanla küfrün arasında bir yerde ibadet eder. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir. Dünyayı da âhireti de kaybeder. İşte apaçık olan hüsran budur. (Hac, 22/11) (12:15)
- Bir rivayete göre bu âyetin iniş sebebi, müellefetü’l-kulûb’dan Uyeyne b. Bedr, Akra b. Habis ve Abbas b. Mirdas’ın kendi aralarında anlaşıp “Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) dinine gireriz; eğer bize bir iyilik gelirse onun hak olduğunu kabul ederiz, yoksa onun doğru olmadığına hükmederiz” şeklindeki sözleridir. Fakat, ayetin hükmü umumidir, her devirde o türlü insanlar mevcuttur. (16:09)
- Bu âyette anlatılan, tâbi tutulduğu imtihanı kaybedip dünya ve ahiret hüsranına maruz kalanlar daha ziyade münafıklardır. Bunlar, kalb ve lisan bütünlüğüne, dolayısıyla da kâmil imana ulaşamamış; imanı dil ucuyla geveleyen, olup bitenleri göz ucuyla temâşâ eden, dinin de, din ile alâkalı amel ve muamelelerin de merkezinde değil de kenarında, kıyısında durup vaziyeti idare etmeye çalışan; imanın ve mü’min olmanın vaad ettiği avantajları kaçıracak kadar uzak durmamanın yanında, yer yer bazı ağır sorumluluk, mükellefiyet ve zâhiren dezavantaj gibi görünen ahval ve şeraite karşı da, kendince tedbirli ve temkinli davranan; bunun için, bala konmaya niyet etmiş bir sinek misillü, ihtiyat sistemlerini uzaklaşmaya açık tutarak hep kenarda, köşede dolaşan kimserledir. Asr-ı saadette İslam öyle yaşanmıştır ki, münafıklar Müslümanlar arasında uzun süre barınamamış, adımlarını onlara uydurmak zorunda kalmış ve zamanla eriyip nifaktan vazgeçmişlerdir. Fakat, bugün bizim atmosferimizin onların yaşamalarına müsait olmadığını söyleyemeyiz; aksine bizim muhitimiz, işi kıyıdan köşeden tutan insanların rahatlıkla yaşamalarına imkan sağlıyor, zira biz dinimizin gereklerini tam olarak yerine getiremiyoruz. (17:48)
- Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), yüksek firasetiyle münafıkları dahi eritmiş ve onların, nifak virüslerini başkalarına da bulaştırmalarına mani olmuştur. Abdullah b. Ubey b. Selûl’e karşı olan tavır ve davranışları bu konuda önemli bir misaldir. Bilindiği üzere, o bir münafıktı, hatta münafıkların başıydı. İfk hadisesi gibi pek çok fitnede onun parmağı vardı. Fakat oğlu Abdullah çok güzel bir mü’mindi. Bir gün bu nezih oğul, Peygamber Efendimize gelerek “Ey Allah’ın Rasûlü, kulağıma geldiğine göre, babam Abdullah b. Ubeyy’i öldürtecekmişsiniz. Allah’a yemin ederim, Hazrec kabilesi içinde benden daha fazla babasına hürmet eden bir kişi yoktur. Eğer kararınızı vermişseniz, bana emredin de, onu ben öldüreyim. Çünkü korkarım ki, babamı başkası öldürürse, babamın katili halkın arasında gezerken nefsim beni rahat bırakmaz ve onu öldürmem hususunda benimle uğraşır. Böylece bir mü’mini bir kâfir yerine öldürmüş olurum ve cehenneme müstahak hale gelirim!” demişti. Peygamber Efendimiz de ona, “Hayır, biz babana merhamet ederiz. Bizimle beraber kaldığı müddetçe ona ihsanda bulunuruz” buyurmuştu. Ve Allah Rasûlü, Abdullah b. Ubeyy’in münafık olduğunu bildiği halde onun cenazesine iştirak etmiş; bu sırada “Onlardan (ebedî bir ölümle) ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını kılma ve kabri başında dua etmek üzere durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Rasûlünü tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler.” (Tevbe, 9/84) mealindeki ayet-i kerime nazil olmuş ve ondan sonra Peygamber Efendimiz müşrik ve münafıkların cenaze namazlarını kılmadığı gibi onlar için istiğfarda da bulunmamıştır. Bununla beraber, o gün sırtındaki temiz gömleğini çıkarıp Abdullah b. Ubeyy’in oğluna vererek “Bunu babana kefen olarak giydir” dediği gibi her fırsatı değerlendirmiş; onların çocuklarını ve yakınlarını kendi ikliminde tutarak onları nifaktan muhafaza etmiştir. (19:50)
- Çağımızda İslam dünyasına nifak düşüncesi hâkimdir. Bugün pek çok Müslüman, kıyısından köşesinden nifaka bulaşmış ya da münafıkların oyunlarına maruz kalmış bir haldedir. Kıyametin alâmetlerinden biri de “duhân”dır. Kelime itibarıyla duman demek olan “duhân” bir yönüyle her şeyin sisli-dumanlı görülmesi, eşyanın mahiyet-i nefsü’l-emriyesine göre algılanamaması; akın karaya, sapın samana karışması; bir kısım güzelliklere açık düşüncelerin yanında karanlık fikirlerin de bulunması ve hemen her şeyin karman çorman olması manasına gelir. Duhân, düşünce bombardımanlarının birbirini takip ettiği, kaba kuvvetin fikir işçilerini inkar bataklığına sürüklediği, hakkın bâtıl gibi gösterilip bâtılın hakmışçasına sergilendiği, iyinin kötüden, güzelin çirkinden, doğrunun eğriden tefrik edilemediği karışık bir dönemin remzi olabilir. Duhândan maksadın, kaba manasıyla bir atom ya da hidrojen bombasının meydana getirdiği dumanı ve toz bulutunu hatırlatan maddî bir felaket olması da mümkündür. Fakat, hadis-i şeriflerde duhânın münkirleri öldürürken mü’minleri de zükâm (soğuk algınlığı, nezle) yapacağına dikkat çekilmesi daha başka manaları akla getirmektedir. Aslında, zükâm (zükkâm da denir), her ne kadar lügat açısından “nezle” demek olsa da, Araplara ait bir deyimdir ve bir şeyden çok etkilenmeyi, ona imrenmeyi, onun karşısında insanın ağzının sulanmasını ve ağzının suyunun akmasını ifade etmektedir. Âhir zamanda öyle şeyler ortaya atılacaktır ki, inançsızlar hemen kendilerini salıverecek, gördükleri karşısında adeta baygınlaşacak, sonra şuursuzca onların içine atlayacak ve helâk olup gideceklerdir. İnananlar ise, neticesinin nereye varacağını bilemedikleri o sonradan doğma şeylere belki hemen kendilerini kaptırmayacaklardır ama onlar da bir baş dönmesi, bir bakış bulanıklığı ve kısa süreli de olsa bir şaşkınlık yaşayacaklardır. (26:45)
- Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ)
تَعِسَ عَبْدُ الدِّينَارِ وَالدِّرْهَمِ، وَالْقَطِيفَةِ، وَالْخَمِيصَةِ إِنْ أُعْطِيَ رَضِيَ وَإِنْ لَمْ يُعْطَ لَمْ يَرْضَ
“Helak olası dinar, dirhem, kadife ve kumaşın kulları!.. Onlar hep çıkar peşinde koşan öyle kimselerdir ki, kendilerine bir dünyalık verilip bir menfaat dokundurulunca, memnun olurlar; fakat, ellerine bir şeyler tutuşturulmayınca (umduğunu bulamayınca) öfkelenir ve hoşnutsuzluk izhar ederler.” (30:27)
- Biz, İslâm’ın kalbî ve ruhî yanı açısından, hürriyeti “insanın Allah’tan gayri hiçbir şey ve hiçbir kimsenin boyunduruğu altına girmemesi, hiçbir şey karşısında baş eğmemesi” olarak anlarız. Hayatını cismanî hazlarının arkasında sürüm sürüm sürünerek geçiren, nimetler karşısında şükredeceğine iyice küstahlaşan ve kazandıkça biraz daha hırsa kapılıp şımarıklaşan ama diğer taraftan da elindeki imkânları yitireceği korkusuyla tir tir titreyen bir zavallıyı –dünyaya hükümdar bile olsa– hür kabul edemeyiz. Çünkü, bize göre gerçek hürriyet ancak, insanın dünyevî endişelerden, mal-menâl gibi gâilelerden kalben sıyrılıp, Hakk’a yönelmesi sayesinde gerçekleşebilir. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) gönlünü dünya metâına kaptıran ve sürekli onu düşünen kimseleri, “dinar, dirhem, kadife ve kumaşın kulları” olarak tavsif etmiş ve kınamıştır. (33:03)
- Her mü’minin her sıfatı mü’min olmayacağı –Keşke olsa!– esasına göre, bazı mü’minler de böyle münafıkça mülâhazaların tesirinde kalabilirler; kalabilir ve rüzgârların onun arzusu istikametinde esmesini, yağmurların onun hevesine göre yağmasını, kâinat çapındaki geniş kader plânının onun hevesâtına göre cereyan etmesini isteyebilirler. İlk dönemde, bu kabîl heves çocuklarının bulunduğu, bulunup da umduklarını elde edemeyince İslâm’dan yüz çevirdikleri gibi, günümüzde de pek çok iç kaymasının, başların dönüp duyguların bulanmasının vukuu kaçınılmazdır. (34:54)
- Merhum M. Akif Ersoy, Âl-i İmran Sûresi’nin 26-27. ayetlerinden mülhem şöyle der:
“İlahi, Mâlikü'l-mülküm diyorsun, doğru âmennâ
Hakiki bir tasarruf var mı insan için? Asla...
Eğer almışsa bir millet edip bir mülkü istila
Eğer vermişse bir millet, bütün bir mülkü bipervâ
Alan Sensin, veren Sensin, Senin mülkündedir dünya.” (37:22)
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.