Gurbetten kurbet ve muhabbete
Çay Faslından Hakikat Damlaları
- Günümüzün adanmış ruhları, bulundukları coğrafyalarda fertleri ve toplumları doğru okumalı; kültür ortamlarına göre insanların inançlarını ve kabullerini hesaba katmalı; tepkiye sebebiyet vermemek ve kendi değerlerine sövdürmemek için çok temkinli ve dikkatli hareket etmelidirler. Aksi halde Cennet’ten mesajlar bile sunsalar tepkiyle karşılanmaları kaçınılmazdır.
- Fertleri ve toplumları doğru okuyup tepkiye sebebiyet vermeden hak ve hakikatin temsilcisi olma, bir yönüyle insanın içinin Hak’la, dışının ise halkla sıkı bir münasebette bulunmasına bağlıdır. (03:15)
- Cenâb-ı Hak kötülüğe iyilikle mukabele edenleri şöyle takdir buyurmaktadır: “İşte onlar, gösterdikleri sabır ve sebattan dolayı çifte mükâfat alırlar. Onlar kötülüğe iyilikle mukabele eder ve kendilerine nasib ettiğimiz mallardan, Allah yolunda harcarlar. Anlamsız, çirkin sözler işitince yüzlerini çevirip uzak durur ve şöyle derler: Bizim işlerimiz bize, sizinkiler de size aittir. Selâm olsun size, hoşça kalın! Cahillerle arkadaşlık etmeyi arzulamayız biz!” (Kasas, 28/54-55) (05:32)
Soru: 1) Gurbet ile “üns billâh” arasında nasıl bir münasebet söz konusudur? Mârifet derinlikli, muhabbet ve iştiyak televvünlü bir gurbetin “üns billâh”a rampa olduğu ifade ediliyor? Bu konuyla alâkalı mülahazalarınızı lütfeder misiniz? (10:08)
- Erbab-ı hakikat, gurbeti, daha çok, vicdanlarıyla duyup bildikleri, sezip sevdikleri, hatta bir mânâda sürekli maiyyet solukladıkları hâlde cismâniyet berzahında yaşamaktan ibaret görmüş ve yolda bulunmanın gereği, bir taraftan dişlerini sıkıp ona katlanırken, diğer taraftan da vicâhînin revh u reyhânına ve “meydân-ı tayarân-ı ervâha uçmaya” hazır bulunmuş, hatta bunun için hep çırpınıp durmuşlardır. İşte böylesi ârifler, bir ana-yurt kabul ettikleri ruhânîler otağından ayrı düşüp, dünyevî berzahlarda, hasret ve hicranlar içinde bulunmalarını ifade sadedinde her zaman, “İşit neyden nasıl hikâyet eder; durmuş ayrılıktan şikayet eder.” (Hazreti Mevlânâ) demiş ve bu iç içe gurbetlerini dile getirmişlerdir. (10:28)
- Zifiri karanlık bir gecede, uçsuz bucaksız bir denizde, köpürüp duran dalgalar arasında ve sebeplerin bütün bütün tesirsiz kaldığı bir anda, Hazreti Yunus (aleyhisselam) “Ya Rabbî! Senden başka ilah yoktur, ulûhiyet tahtının yegâne sultanı Sensin. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya, 21/87) diyerek gurbetini bir kurbet dilekçesi yapmıştır. O, bütün benliğiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edince, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet inkişaf etmiş; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye ve hem de gökyüzüne geçen Allah Teâlâ, geceyi, denizi ve balığı onun hizmetine vermiş ve Hazreti Yunus’u sahil-i selâmete çıkarmıştır. (11:36)
- Bir mü’min iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhânî gibi ilahî lütuflar sayesinde “üns billâh”a yükselebilir.. böyle biri, hiçbir zaman mutlak yalnızlığa düşmez; yalnızlık anlarını O’na ulaşmanın işaretleri kabul eder ve kendini her zaman Allah’ın vilâyeti, Peygamberin imâmeti ve mü’minlerin refakatiyle müeyyed görür. Şu kadar var ki, Mektûbât’ta “îman-ı billah, marifetullah, muhabbettullah, zevk-i ruhânî” deniyorsa da orada netice ifade ediliyor. Yani, zevk-i ruhânî, amelin ona bağlandığı bir iş değildir, amele terettüp eden bir semeredir, amelin gayesi değil neticesidir. İnsan zevk-i rûhânîye ulaşmak için amel yaparsa, zevk-i ruhânî, o amelin karşılığı ve gayesi olmuş olur, dolayısıyla, o amel kıymetini kaybeder. (15:37)
- Beden ve cismâniyetle alâkalı hicaplardan bir bir sıyrılıp, kendine ait uzaklıkları aşarak herkese ve her şeye yakınlardan daha yakın bulunan Cenâb-ı Hakk’ın maiyyetini zevken ve keşfen duymak çok önemli bir mazhariyettir. İç içe insanı kuşatan cismânî hicapları aşma ve gidip o maiyyet ufkuna ulaşma, bazen fevkalâde bir himmetle, bazen Hak’tan özel bir teveccühle, bazen hususî bir mârifetle, bazen usulünce seyr u sülûk-i rûhânî yolunda ciddî mücahedelerle, bazen acz u fakr, şevk u şükür tarikiyle, bazen de esbâb üstü harikulâdeden bir cezb u incizapla gerçekleşir. Marifet, muhabbet, aşk u iştiyak ve “maiyyet” talebi, bir mü’minin yapacağı duaların en mühimleri arasında gelir. (19:07)
Soru: 2) Duhâ Sûresi’nde olduğu gibi zaman zaman Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sen yalnız değilsin!” denircesine İlahî maiyyetin vahiyle hatırlatıldığını görüyoruz. Buna benzer şekilde Hak dostlarının vicdanına da bu maiyyetin duyurulması söz konusu mudur? (20:42)
- Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselam) gelen vahiy bir müddet kesilmiş, Cibrîl (aleyhisselam) bu süre zarfında görünmemiş, bunun üzerine müşriklerden bazıları, “Rabbi, Muhammed’e küstü, O’nu terk etti” iddiasında bulunmuşlardı. Allah Rasûlü’nü üzmek, güya O’nu ye’se düşürmek ve davasından vazgeçirmek için müşriklerin “Rabbi, O’nu terk etti.” demelerine mukabil Cenâb-ı Allah; “Ey Rasûlüm! Rabbin seni asla terk etmedi ve sana darılmadı da.” (Duha, 93/3) mealindeki ayeti indirmişti. (21:30)
- Allah Rasûlü’nün bakışları hep ulvî âlemlerdeydi; O’nun ötelere karşı tarifi imkansız bir iştiyakı vardı. Bazı insanların dünyaya bağlılığının ve dünyevîliklere tiryakiliğinin çok ötesinde O öteki âlemlere bağlıydı ve bir ibadet ü taat tiryakisiydi. Cenab-ı Hakk’ın rızasına vesile olacak hususları öğrenmek ve Cebrail’le (aleyhisselam) bir kere daha sohbet-i Canan’da bulunmak için âdeta can atıyordu. Nitekim, bir gün “Ey Cibrîl! Bizi (şimdiki mutad) ziyaretinden daha çok ziyaret etmene engel nedir?” demiş ve onunla daha sık bir araya gelme isteğini ifade buyurmuştu; Cibrîl-i Emin de, “Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz.” (Meryem, 19/64) mealindeki ayetle ona cevap vermişti. İşte, kısa bir süreliğine de olsa vahyin kesilmesini, ötelere müteveccih ve -tabir câiz ise- vahiy tiryakisi bir insanın duygu, düşünce ve iştiyak enginliği açısından değerlendirmek gerekir. (22:20)
- Duhâ Suresi’nin dördüncü ayetinde “Elbette senin için her zaman, işin sonu, başından daha hayırlıdır.” buyuruluyor. Yani; bugüne göre yarının, bu hâle göre bir sonraki hâlin, şimdiki mudâyaka veya nisbî mazhariyetlere, hikmet buudlu ihtarlara nispeten rahmet enginlikli ve kudret televvünlü geleceğin daha hayırlı olacağı hatırlatılarak, ilk muhatabı itibarıyla, hayatının başlangıcına göre peygamberliğinin, Mekke’deki sıkıntılı günlere nispeten Medine döneminin, merkezdeki sınırlı açılıma kıyasla muhit hattındaki geniş çemberin vaadi verilip; sûrî nıkmet kuşağı hakikî bir nimet atmosferine çevirilerek, O Ferîd-i Kevn ü Zaman’a evvelen ve bizzat, O’nun anlayışlı müntesiplerine de sâniyen ve bi’l-araz hayırlı bir akıbet muştulanıyor. Evet hem O’na hem de O’nun vefalı mensuplarına hitap edilerek, O’nun ve hakikî ümmetinin böyle iyi hâlden daha iyi hâle, izafî hayırlardan hakikî hayırlara, imandan amele, amelden ihsana, âlâmdan lezâize, mudâyakalardan ferah-fezâ iklimlere ve neticede uhrâlar uhrâsı olan Cennet ve rü’yetullahla noktalanan hakikî ahirete varılacağı bişareti veriliyor. (23:57)
- “Elbette Rabbin sana ileride öyle ihsan edecek, ta ki sen de O’ndan ve verdiğinden razı olacaksın.” (Duhâ, 93/5) mealindeki ayette Peygamber Efendimiz’e vaad edilen hoşnutluk hem dünya hem de âhiret yönündendir. Dünyada, İlahî feyizler, öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini bilme, fetihler ile dini yüceltme, hakkı ve hayrı yaymada başarı; âhirette ise şefaat-ı uzmâ makamıdır. Bazı zatlara göre, Kur’ân’da en ümit veren ayet budur, zira kendisine ümmet olma şuur ve şerefini taşıyan kimseye şefaatçi olmadıkça Efendimiz’in razı olacağı düşünülemez. (25:08)
- Duhâ sûresinin devamında, Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem’in ilahî rahmet ve inayetle çepeçevre kuşatıldığını misalleriyle anlatıp nimetlerinin büyüklüğünü nazara verme sadedinde, “Seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni dinin hükümlerinden habersiz insanlar arasından kurtarıp cahiliye karanlığı senin üzerine hiç düşmeden dosdoğru yola koymadı mı? Seni muhtaç bulup ihtiyaçlarını gidermedi mi?” buyurmuş ve böylece sağanak sağanak yağdırdığı nimetlerini Peygamber Efendimiz’e tam duyurmak için meseleleri farklı fasıllar içinde sunmuştur. Ne zaman bu sûreyi okusam, babam senelerce önce vefat etmiş olmasına rağmen yine de yetimliği bir şefaatçi gibi Allah Rasûlü’ne arz eder ve beni de kapısından kovmaması için o büyük ruha, “Sen yetimliğin ne demek olduğunu bilirsin. İşte kapında bir yetim! Ne olur, bu yetimi kovma kapından!” derim. (25:38)
- Hak dostları da hemen her zorluktan sonra bir inşiraha mazhar olmuş, Cenab-ı Hakk’ın maiyyetini derinden duymuş ve sıkıntılarından kurtulmuşlardır. “Demek ki güçlükle beraber kolaylık vardır. Evet, güçlükle beraber kolaylık vardır!” (İnşirâh, 94/5-6) ayeti her devir ve her şahıs için geçerli bir hakikati ifade etmektedir. (28:50)
- Her sıkıntı bir kolaylığa gebedir ama haml müddetine sabretmek gerekir. Bir Hak dostu ne hoş söylemiştir: “Karar kararabildiğin kadar! Karar ki, karanlığın açılması en çok koyulaştığı zaman başlar.” (30:00)
Soru: 3) Kur’an-ı Kerim’de güzel sıfatlar nazara verilirken bazen “Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153) denilerek maiyyet, bazen de “Muhakkak Allah sabredenleri sever.” (Âl-i İmran, 3/146) buyurularak muhabbet zikrediliyor. Maiyyet ile muhabbet arasında nasıl bir fark vardır; bir ayet-i kerimede birinin, diğerinde öbürünün yer alması nasıl anlaşılmalıdır? (31:00)
- Maiyyet terakkinin zirvesi, muhabbet de onun vesiledir. Ayet-i kerimelerde, ele alınan konuların ve anlatılan şahısların özellikleri itibarıyla bazen muhabbet, bazen de maiyyet nazara verilmektedir. (31:25)
- Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de, “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah, hep iyilik peşinde koşan ehl-i ihsanla beraberdir.” (Ankebut, 29/69) buyurur. Allah’a giden yollar, mahlûkatın solukları adedincedir. Ayette geçen “sübül” kelimesi, “sebil”in çoğuludur ve “yollar” demektir. Hedefte Allah’ın rızası olduktan sonra, bu yollardan hangisinden gidilirse gidilsin O’na ulaşılması muhakkaktır. Ayrıca, Allah, ihsan şuuruyla kulluk edenleri, maiyyetine erdireceğini ve onlarla beraber olacağını vaad etmektedir. Zaten Allah’ın maiyyetinde olanların, yollarının başka yöne gitmesi de mümkün değildir. Evet, her lâhza O’nunla olmalı, her yerde O duyulmalı ve her sözde O soluklanmalıdır. (32:36)
- Allah (celle celâluhu) mü’minleri Cennet’e, kâfirleri Cehennem’e koyduktan sonra mü’min kullarına hitaben sorar: “Kullarım, Benden razı mısınız?” Cevap verirler: “Bu kadar nimete mazhar kılınmışken, Senden nasıl razı olmayız?” Bunun üzerine Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) şöyle buyurur: “Bundan böyle size daha büyük bir lütufta bulunacağım: Sizden ebediyen razı olacak ve size hiç gazaplanmayacağım.” (35:55)
- Cennet’te bütün duygular nâmütenâhî inkişaf edecektir. Ayrıca mü’minler Cennet’ten Cemâlullah’ı da seyredebileceklerdir. O’nun cemalinin bir an görülmesi, binlerce sene Cennet hayatından daha lezzet vericidir. Bir kul için kendi Hâlık’ını görme bahtiyarlığı, başka neye değiştirilebilir ki? Hele, Rabb’in rıza ve hoşnutluğunu kazanmak bir insan için hiçbir pâye ve mansıpla değiştirilmeyecek kadar öyle büyük bir nimettir ki, Cennet bile bütün ihtişamıyla bu büyük nimetin yanında sönük kalır. Kur’ân-ı Kerim de bunu en büyük nimet ve lütuf olarak bildirmektedir. “Rabbinin rızası/rıdvanı ise en büyüktür.”(Tevbe, 9/72) (36:20)
- tarihinde hazırlandı.