Neden Vazgeçiyorlar ki?
Bazen aynı yolda yürüdüğümüz insanların, yol ayrımlarına girip bambaşka mecralara savrulduğunu görürüz. Bir zamanlar düşünce ikliminde birlikte soluklandığımız dostlar, başka yollarda yürümeye başlar. Vazgeçerler. Yunus Emre'nin dediği gibi, "bu yol uzundur, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var..." İşte derin sularda bazen kaybolur kimileri. Onları müşahhas örneklerle anlatmak, hem hatıra sahiplerine hem de her an düşme tehlikesi altındaki bizlere birer dua hükmüne geçer.
Fethullah Gülen Hocaefendi birçok sohbetinde, "Bu yola girmek kolay, yolda devam etmek zordur." deyip, sık sık 'devam ve temadi' bahsini vurgularken, bir keresinde Nur talebeleri için "Onca sene o kapıda durmak bile büyük maharet." ifadesini kullanmıştı. Hem Bediüzzaman Hazretleri de diyor: "Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma..." Şimdi anlatacağım Cüneyt'in hikâyesi böyle biraz:
Sabah ezanı okunmak üzereydi. Sorular tükenmiş, cevaplar bulunamamıştı. Üç sene evvelinde, İstanbul'a okumaya gelirken beni otogardan alan arabanın direksiyonunda o vardı. Kısa sürede dost olmuştuk. Dilinde, Kur'an'dan ayetler olurdu hep. Hocaefendi'nin vaazlarını dinler, dinlediklerini neredeyse ezberler ve gelip benimle müzakere ederdi. Risale-i Nurları adeta su gibi içiyordu. Okuduğu romanlardan hakikat damlaları süzerdi. Felsefe kitapları başucunda durur, şiir okurken vecd haline girerdi. Aynı yolda yürümenin, nasıl bir şey olduğunu hissettirirdi sık sık. Ta ki, üç yıl sonraki o sabah ezanına kadar...
Bazı akrabaları ile beraber eğlenceye gittiğinden bahsederdi Cüneyt. "Şehrin arka sokakları bildiğin gibi değil!" derken lise yıllarından kalma bazı alışkanlıklarının depreştiğini fark ettim. Artık okuduğu romanlardaki karanlık karakterlere öykünür olmuştu. Onlar gibi davranmaya gayret ediyordu. "Şehrin arka sokakları" onu girdabına aldıkça, geçmişindeki o karanlık diriliyordu. Sabah ezanına yakın, "Adalet yok bu dünyada..." deyiverdi. Anladım ki bir yol ayrımındaydı. Öfkeliydi. Öfkesine bahaneler bulmalıydı sanki. "Ben..." dedi, "Adaleti olmayan bir Allah'a nasıl inanayım?" Bu dünya imtihan dünyasıydı, herkesin imtihanı kendinceydi; hem "beşer zulmeder, kader adalet eder"di. Çok geçmedi, fark ettim. Ne söylesem faydasızdı. Bir kere yol ayrımına girince insan, iman edip bulunduğu yolda devam etmeye azmetmek zordu. Hele ki, yalnızca kendi aklını rehber edinmekte inat ederse. Aklı, onun için öyle büyümüştü ki, bir aralık, kimseyi beğenmediğini de itiraf etti. Buna rağmen "Sizler çok temiz insanlarsınız, insanlar öyle tefessüh etmiş ki..." demekten geri durmuyordu.
Aczinde Boğulup Kalmak
Allah göstermesin, yoldan ayrılmak, bir zaman iğneyle kuyu kazar gibi biriktirilen bütün hasletleri kaybetmek, an meselesi. İsmail'in düşüş hikâyesi de böyle başladı. İnce bir ruhu vardı, kırılırdı ama belli etmezdi. Biz üniversiteye geldiğimizde, o bir üst dönemimizdi. Derslerimize yardım eder, hoş sohbeti akşamlarımıza katık olurdu. Ağlayarak dua etmeyi, sohbetlerde not tutmayı, birbirimize kitap hediye etmeyi ondan öğrenmiştik.
Aradan birkaç sene geçti. Hassas kalbi, bir faniye âşık oldu. Önce nazikçe, ardından biraz da öfkeyle "hayır!" lafzını işitti. Bir kez gedik açılınca surda, durulamıyordu. Bir başkasında aradı yine aradığı her neyse. İncelerden ince ruhunu sürekli yaralıyordu. Önceleri hep asûde bir iklimi soluyan dili, artık karanlıklara kapı açıyordu. Konuştukça, çaresizliği derinleşiyordu. "Sen tanırsın İsmail'i..." diyorlardı bana. Biraz konuşsak, çözülecekmiş gibi oluyordu. Ama içinde tuttuğu, kimselere söylemediği öfkesi zamanla büyüdü. Aczini herkese anlatır olmuştu. İnsana, insanlığının değerini düşürmemesi için verilen vakarı unutmuş gibiydi. "Allah kimseye taşıyamayacağı yük vermez." ayet-i kerîmesini okumuyordu. Eğer bir kimse o yükü taşıyamadığını iddia ediyorsa, kendini zayıflatmış olmalı. Ne yazık ki insan, en çok da kendi nefsinin sözüne inanıyor. Bir kez inandı mı başına gelenlerin "fazla" olduğuna, "neden ben?" diye sorup, kadere imanı zedeleyebiliyor. Hâlbuki "kadere iman eden, kederden emin oldurur"du.
Zaman, yine akıp gitti. Bir kış gecesi, artık tek başına kaldığı evinde misafir etti beni İsmail. Aklı öyle karışmış, aczi öyle çirkin bir hâl almıştı ki, "Çare?" diye sorduğumda ufkunun da daraldığını anladım. Böylesi düşüşler yaşayan bir başka dostum, "Hayatta en çok, küçük hesapların insanı olmaktan korkuyorum." demişti. Aynen öyleydi. İlahî aşka yönelip kanatlanmak yerine, bir dilenci gibi kapıda kalmıştı. Servetini tüketmişti. Yalancı şafaklara aldanmış, kırık kalbiyle yolda kalmıştı. Belki de, içine düştüğü kabz halini sürekli sanmıştı. Hazreti Yusuf (aleyhisselam) düştüğü kuyuyu sürekli zannedip, Allah'tan umudunu kesseydi (hâşâ) neler olurdu? Balığın karnında, karanlık ve dağdağalı bir gecede mahpus kalan Hazreti Yunus (aleyhisselam) Allah'a yönelip, başına gelenlerden ötürü nefsini suçlamaya ve kabahati kendinde bilmeye yeltenmeseydi (hâşâ) neler olurdu?
"Hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hadisatın tazyikatından kurtulabilir." diye boşuna dememişti Bediüzzaman. İmtihan başa gelmedikçe, insan gerçek potansiyelini göremiyor. Kendi nefsiyle mücadele etmeyi unutan, "kazanma kuşağında kaybedenler" gibi olabiliyor. Belki de çözüm, Hocaefendi'nin "emri bil maruf, nehyi anil münker" tanımında: "Allah'la kul arasındaki engelleri kaldırmak..." Zira başka insanların imtihanında yanlarında olamayacaksak, onlara sahip çıkamayacaksak, bizim de zamanla böyle imtihanlarla baş başa kalmamız kaçınılmaz. (Kemal Suskun)
- tarihinde hazırlandı.