Yurtdışındaki Türk Okullarının Değeri

Orta Asya'da, Kafkaslar, Rus Federasyonu ve Balkanlarda Türk okulları olarak bilinen Eğitim kurumlarını tamamiyle tesadüf eseri olarak keşfettim ve çok değerli bir eser olduklarını anlayınca biraz daha yakından incelemek istedim. Bu konuda elde ettiğim bilgileri ve intibalarımı kaleme dökmeden evvel kendi eğitim felsefemden ve tecrübelerimden söz etmek istiyorum. Başka bir deyimle ben bu okulları yalnız gördüklerimle değil, kendi kişisel tecrübe ve bilgimden istifade ederek, eğitimden beklediklerimle ne dereceye kadar uyuştuklarını ölçerek ele almak istiyorum. Bu okulların gerek Türkiye'ye gerek insanlığa verdiği hizmetler benim beklediklerimin çok üstündedir. Şahsen bu okulların bir kısmını ziyaret ettiğim gibi bu konuda hem Türk hem yabancı dillerde yazılmış olumlu-olumsuz birçok yazıyı okudum. İşte tüm bu koşulları göz önünde tutarak düşüncelerimi ifade etmek istiyorum.

Eğitim, son yüz elli yıl içinde milli devletin ortaya cikmasiyla devlet elinde kendi siyasi kimlik ve tarih anlayışını yaymak icin ideolojik bir araç olarak kullanılmıştır. On altıncı yüzyıla kadar ve ondan sonra da Batıda Papalık kendi siyasi otoritesini ayakta tutmak amacıyla eğitimi kontrolü altında bulundurmak için elinden geleni yapmıştır. Eğitimi kilisenin etkisinden kurtarmak, Batının en büyük entelektüel savaşı olmustur. Fakat bu savaşı kazanan taraf dini, yani insanın manevi yönünü inkar etmemiştir. Bir bakıma eğitim etrafında dönen ilk savaş insanı ve düşüncesini skolastik dogmatizmden kurtarmak mücadelesi olmuştur. Ikinci savas, eğitimi siyasi doğmadan yani devlet ideolojilerinden kurtarma çabasıdır. Son bir buçuk yüzyıl içinde ideolojisini kesin olarak çizmiş, laik veya dinsel kurumlar, eğitimi kendi inançlarına uygun tek tip insan yetiştirmek için kullanmıştır. Bunun en açık ve son misalleri Nazi Almanyası, Faşist İtalya ve Sovyet Rusyadır. Bunların dışında eğitimi çeşitli şekilde kendi siyasi amaçları uğruna kullanan daha başka birçok rejim vardır. Halbuki eğitimin ana amacı ferdin, yani kişinin, insanlık bilincine ulaşmasını ve doğal kabiliyetlerinin gelişmesini sağlamaktır. Kişinin kendi insanlık bilincine ulaşması için herşeyden önce kendi değerini anlaması, maddi ve manevi ne gibi güçlere sahip olduğunun bilincine varmasına bağlıdır. İnsana insan olduğunu anlatmakta baş araç eğitimdir. Ayrıca sağlam bir eğitim insana, doğa ve tüm diğer yaratıklarla birlikte ahenk içinde yaşamasını öğretmektedir. Böylece sağlam bir eğitimle, toplumsal ve ulusal değerleri benimsetmek hem sürekli ve hem de daha köklü olacaktır. Ayrıca kişi-kamu (devlet) çatışması önlenmiş bulunacaktır. Devlet için insan yetiştiren ve geliştiren eğitimle; kişiyi manen ve maddeten ana hedef olarak gören eğitim arasında büyük farklar vardır. Devletçi eğitimciler rejimi bir dereceye kadar meşrulaştırmak için devleti toplumla bir tutmakta ve kişiyi toplum uğruna feda etmektedir. Bu totaliter yaklaşım sonunda hem toplumu hem de kişiyi dejenere etmektedir. Toplum tabii olarak doğan ve yaşayan bir varlıktır. Sağlam bir toplum bedenen ve aklen sağlam kişilerden oluşur. Devletlerin varlığı ise en eski Helen, Hint düşünürlerinden tutunuz, İslam düşünürleri (Farabi, İbn Teymiye, Maverdi, vs.) gibi alimlere göre toplumun ihtiyaçlarından doğmuştur. Şüphesiz ki bir kurum olarak devlet, Hegel'in istediği gibi insanlığın son gayesi olamaz. Devlet toplumun iyıliği ve varlığının aracıdır.

Sağlam kişilerden kurulmus bir toplum, sağlam bir devlet yaratır. Bu üçünün (kişi, toplum, devlet) birleşimi sağlam medeniyet doğurur ki bunların tümününü temeli de sağlam bir eğitime dayanır. Şüphesiz, kendi bilincine ulaşmış, maddi ve maneviyatı gelişmiş, dengeli bir akla, vücut ve ruha sahip kimselerden oluşan bir toplum çok daha sağlam ve dayanıklı bir devlete temel olabilecektir. Bu düşünceleri Romalılar mens sana in corpore sano—sağlam akıl sağlam vücutta bulunur—şeklinde ifade etmişlerdir. Fakat Roma, ruh meselelerine gereken önemi vermediği için, devleti insanın siyasî, maddî varlığı üzerine bina etmiş, sonunda kişinin manevi yönünü ön plana çıkarmış olan Hristiyanlık ve Müslümanlık önünde çöküp gitmiştir. Fakat Hristiyan ve İslam idarecileri de eninde sonunda insan ve dünya gerçeklerini unutmuşlar ve insanı sun'i dogmalar uğruna kullanmışlardır. İslam ihya hareketlerinin öncüsü sayılan Hintli Sirhindi (Ahmet, ö. 1625)'nin izleyicilerinden Şah Veliyyullah bir toplumun (cemaatin) çöküşünü o toplumu oluşturan hücrelerin yani kişilerin fikren bozulmasında görmüştür. Veliyyullah'a göre ilk İslam toplumu gücünü onu oluşturan kişilerin sağlam karakterinden almıştır. Şah Veliyyullah'a göre İslam, tüm dünyanın ruhen yükselmesini hedef alan devrimci bir hareketti, fakat baskıcı devletler nedeniyle bu yoldan ayrıldığı için, İslamî toplumlar güçlerini kaybetmişlerdir.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.