• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

Kalbe oklar saplanırken

Soru: İhyâ-i Ulûmu'd-Dîn okunurken, bir cümle dikkatimizi çekmişti. İmam Gazzâli hazretleri, İmam Şâfiî’nin civanmertliğini anlatırken, “Zühdün başı, cömertliktir!” diyor. Zühd ile cömertlik münasebetinden bahseder misiniz?

Zühd, dünyayı, kesben değil, kalben terk etmektir

“Zühd” kelimesi, lügat manası itibariyle de, sofilerin ıstılahı içinde de “dünyayı terk etmek” demektir; dünyayı terk edene de “zâhid” denir. Bazıları onu, “dünya ve mâfîhâ’yı bütün bütün kalbinden çıkarıp atmak” şeklinde yorumlamışlardır. Fuzûlî, o duygu ve o düşünceye tercüman olurken, enfes, altın gibi iki mısraında şöyle der: “Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil / Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir!”

Zâhid de dünya ve mâfîha’yı bilmeyen, bir yönüyle, ihtiyaç ve zaruret ölçüsünde hayatını sürdüren insandır. “Ben bunu alırsam, esasen, müteveccih bulunmam gerekli olan âlem için şarj olmuş olurum, beni ayakta tutar bu!..”O kadar. Böyle düşünür ve onunla iktifa eder. “Fakat bir şey için benim ayakta durmam lazım. Ayakta durabilmem için azıcık bir şey almam lazım, azıcık istirahat etmem lazım, azıcık beşerî garîzelerin isteklerini yerine getirmem lazım, azıcık bazı cismânî duygularıma cevap vermem lazım!..” İnsan, bunlardan sıyrılmak suretiyle asıl vazifesine yoğunlaşabilir; ancak o zaman konsantrasyon tam olur.

Hazreti Pîr’in bu mevzudaki tarifi, zühd adına ortaya konulan tariflerin en enfesidir: Ona göre zühd, dünyayı, kesben değil, kalben terk etmektir. Bir yönüyle, esbaba riayet edersiniz; fakat olmuş-olmamış umurunuzda değildir.

“Hamd olsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı!..”

Hazreti Eyyûb’a (aleyhisselam) bir söz nispet edilir, mev’ize kitaplarında. “Dürretü’l-vâizîn” ve “Dürretü’n-nâsihîn” gibi kitaplarda Hazreti Pîr’in de “Sabır kahramanı” dediği o zâtın (aleyhisselam) genel durumu, sergüzeştisi anlatılırken, bütün musibetler ve dünyevî kayıplar karşısında اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَ “Hamdolsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı.” sözünü tekrar ettiği belirtilir. Mal gider, dudaklarından dökülen söz odur; اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı!” (Antrparantez; sizin şu anda Türkiye’deki Hizmet’iniz açısından dillendirebileceğiniz bir mülahaza.) Evlâd u ıyâl gider, O yine aynı sözü söyler.

Belki şeytan vesvese vermeye çalışmıştır. Çünkü ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: وَاذْكُرْ عَبْدَنَا أَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الشَّيْطَانُ بِنُصْبٍ وَعَذَابٍ “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla. Hani o, Rabbine şöyle yalvarmıştı: Şurası bir gerçek ki, şeytan yüzünden bir bitkinlik ve büyük bir ızdıraba düçâr oldum.” (Sâd, 38/41) Orada da ona îmâda bulunuluyor, işârî tefsir açısından. Belki şeytan geldi, fısıldadı onu.

Nitekim böyle bir fısıldama, enbiyâ-i ızâm da ondan masûn değildir. Mesela, Hazreti Âdem (aleyhisselam) hakkında فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لاَ يَبْلَى “Fakat şeytan Hazreti Âdem’e vesvese verdi ve ‘Ey Âdem, seni sonsuzluk ağacına ve hiç son bulmayacak bir devlet ve saltanata götüreyim mi?’ dedi.” (Tâhâ, 20/120) buyurulmaktadır. Eğer şeytan, ona vesvese vermişse, demek ki başkaları için de bu söz konusudur. Şu kadar var ki, onu bizim maruz kaldığımız vesveselere benzetmemek lazımdır. O mukarrabîne göredir, bizim seviyemizde değildir. Artık nasıl süslü-püslü gösterdi, alladı pulladı yaptı ve Cennet’te Allah’a en yakın olmayı ona bağlayarak, “Şu şecereden ye!” dediyse?!. Ne ise o şecere?!.

Aynı şekilde, şeytan, Hazreti Eyyûb Aleyhisselam’a da diyebilir; başkaları da diyebilir, kavmi de diyebilir: “Hani sen Allah’a yakın insandın; çoluk-çocuğun da gitti, eşin de gitti, evladın da gitti, ıyâlin de gitti!..” Fakat o yine, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, verdi ve aldı!” der.

“Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin!..”

Bir zaman gelir ki, Hazreti Eyyûb’un tepeden tırnağa vücudu da yara-bere ve hastalıklar içinde kalır. Hazreti Pîr, menkıbeye bağlı keyfiyetiyle ifade ederken, esasen önemli iki unsuru nazara verir: Biri, inanma mahalli olan “kalb”i; ona da o isabet etti. Diğeri de O’nu (celle celâluhu) dillendirme unsuru olan dili-dudağı, ona da isabet etti. Bundan dolayı buyuruluyor ki: وَأَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Bu arada, önderler içinde Eyyûb’u da an, hatırla. Hani O, ‘Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin!’ diye yalvarmıştı.” (Enbiyâ, 21/83) Şikâyet değil. “Gider!..” demek değil. Arz-ı hâl. Üns makamının gerektirdiği “temkîn”.

Rabbim, bana musibet isabet etti. Sen, Erhamü’r-râhimînsin!” Bakın bu sözde şikâyet yok. عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِيSen’in benim halimi bilmen; benim Sen’den bir şey istememden beni müstağni kılıyor!” Yine bir Hak dostu şâirin dediği gibi: قَدْ كَفَانِي عِلْمُ رَبِّي عَنْ سُؤَالِي وَاخْتِيَارِي “Rabbimin benim her şeyimi bilmesi, beni O’dan bir şey istemeden de, bir şey dilemeden de, ihtiyardan da alıkoyuyor!”O bildiğine göre, bana düşen şey, bir dilekçe ile -bir yönüyle, kalbin kompoze ettiği ve dilin de okuduğu bir dilekçe ile- halimi arz etmekten ibaret kalıyor. عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِي Zannediyorum, bunu başta Hazreti Şâh-ı Geylânî söylüyor, sonra da bir-iki Hak dostu, ondan mülhem tekrar edip duruyorlar: عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِيHalimi bilmen, Sen’den bir şey istememden beni alıkoyuyor!” Biliyorsun, Sana derdimi şerh etmemin manası yok!..

İşte Hazreti Eyyûb aleyhisselam, ihtimal, bu mülahazalarla halini arz ediyor ve her meselede اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, O vermişti, O aldı!”diyor.

Îsâr kahramanları

Evet, siz İmam Şâfiî hazretlerinin civanmertliğinden hareketle, cömertlik ile zühd münasebetini sormuştunuz. Şimdi bir insan, kalben dünyadan alakasını kesmiş ise, aynı zamanda o, çok cömerttir. Bazı yerlerde, bunun karşılığı/zıddı olarak Arapça “buhl” (البُخْل) tabirini kullanırlar; “bahîl insan” (رجلٌ بَخِيل) derler cömert olmayan kimselere.

Zât-ı Ulûhiyete nispet edilen “Cevâd” ism-i şerifi var. Belki bizim bildiğimiz esmâ-i İlahiye içinde olmadığı halde, Ehlullah’tan bazıları mübalağa kipi ile de ifade eder, “Cevvâd” derler. Bu adeta, “Bildiğiniz gibi değil, çok cömert! O’nun vermesinin hadd ü hududu, sınırı yok! O, öyle biri!..”demektir.

Şimdi, bir insanın zühde açılabilmesi için -esasen- Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği her şeyi, çok rahatlıkla “bezl” etmesi lazımdır. Bundan neler doğar neler?!. Gönülleri ihyâ doğar. İnsanların şahsında “îsâr duygusu” meydana gelir. Ashâb-ı Kirâm’ın yüksek ahlakının bir derinliği olarak onlardaki îsâr ruhuna işaret edilmiştir: وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9) Kendileri, açlık-susuzluk sıkıntısı içinde kıvranıp durdukları halde, başkalarını, kendilerine tercih ederler. Şu kadar var ki, sadece yemede-içmede değildir bu cömertlik. Bu cömertliği, Ehlullah, ehl-i Hak, ehl-i hakikat, aynı zamanda “makâmât-ı uhreviye” diyebileceğimiz şeylerde de nazara vermişlerdir.

Burada antrparantez arz edeyim: Cenâb-ı Hakk’ın rızasını dileme, اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَالْاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı diliyorum, lütfet!”deme mevzuunda îsâr söz konusu değildir. Belki, “Kardeşlerime de lütfet bunu!” mülahazasıyla bu dua yapılabilir; fakat “Kardeşlerime olsun, benim olmasın (olmasa da olur)!” falan demek, Rabbimizle aramızdaki münasebete karşı saygısızlık olur. Bu itibarla, onun dışında, onu istisna tutarak diyorum. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَالْاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı ve rızana ermeyi diliyorum, lütfet! Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyorum.”

“Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”

Allah’ım! Sen’den istediğim şey ihlastır; amelimde emre itaatteki inceliği anlayarak, sadece ihlas!”Amelde ihlas çok önemlidir. Evet, Üstad’ın ifadesiyle, “İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” İhlas, “rıza”ya sıçramanın çok önemli bir basamağıdır, merdivenidir, helezonudur, asansörüdür; ona bindiğiniz zaman, “rıza” ufkuna yükselirsiniz. وَرِضَاكَSen, benden hoşnut ol!” Burada O’nu hoşnut ettiğin takdirde, öteye kendisinden hoşnut olunan bir kul olarak gidersin. Nefs-i Râdiye, Mardiyye, daha üstü Sâfiye, Zâkiye. Allah’ın razı olduğu bir insan olmak Allah razı ise, bütün dünya küsse, ehemmiyeti yok; O, kabul etse, bütün dünya reddetse, tesiri yok!.. İhlas Risalesi’ndeki hâlisane ifadelerden dökülen şey bu: “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.

Evet, O, kabul ettikten sonra, isterse, muradının gereği oysa şayet, (“gerek” demek de doğru değil) murâd-ı Sübhânî o istikamette tecelli ediyorsa, siz istemediğiniz halde, halklara da, halka da, insanlara da kabul ettirir. Şahit isterseniz, Hizmet’teki muvaffakiyetlere bakabilirsiniz.

O mevzuda bir eğitim görmemiştiniz ne o meselenin pedagojik yönü, ne psikolojik yönü, ne psiko-sosyolojik yönü itibariyle. İnsanlığa açılacaksınız, okullar açacaksınız, yurtlar açacaksınız, üniversiteler açacaksınız; çok farklı kültür ortamlarında yetişmiş ayrı din mensuplarıyla, ayrı mizaç, ayrı mezak, ayrı zevk insanlarıyla karşı karşıya geleceksiniz. Bu mevzuda eğitimin zerresini görmeden dünyanın dört bir yanına açıldınız. Sermaye, şu idi: (O sermayeyi hafife alamam fakat yapılması açısından belki herkesin yapabileceği mahiyette bir şey idi.) إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا “Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecek (ve onlar, şu anda az ve güçsüz de olsalar, her tarafta kabul görecekler)dir.” (Meryem, 19/96)

Sizin arkadaşlarınız da إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “yürekten Allah’a iman ettiler ve sonra da sâlih amelde kusur etmediler.” Her işlerini ârızasız yaptılar; riya karıştırmadılar, süm’a karıştırmadılar, dünya karıştırmadılar, saltanat karıştırmadılar, makam karıştırmadılar, pâye karıştırmadılar, ‘bir şey olayım’ mülahazasını karıştırmadılar Kirletmediler. “Sâlih”, o demek. Ârızasız, kusursuz, sağlam ortaya koydular. Dolayısıyla bir “sâlih daire” süreci başladı, “doğurgan döngü”. Onlar, o yolda yürüdüler. سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا Ayetteki “Sin” harfinin, istikbale delalet etmesi açısından, “O yolda devam ediyorlarsa, bir süre sonra Allah, yerde ve gökte onlara hüsn-ü kabul vaz’ edecektir.

“Vüdd” kelimesi, “muhabbet”in ötesinde bir şeydir; ayette, kalblerin onlara karşı alaka duymasını ifade eder. Cebrail Aleyhisselam’ın, “Ben, onlara karşı alaka duyuyorum!”, Mikail Aleyhisselam’ın “Ben, onlara alaka duyuyorum!”, İsrafil Aleyhisselam’ın “Ben, onlara alaka duyuyorum!”, Azrail Aleyhisselam’ın “Ben, onlara alaka duyuyorum!” demesi gibi. Ve nitekim bir kudsî hadiste, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Cenâb-ı Hak, bir kulunu sevince ”Hangi kul? İman etmiş, sâlih amel yapmış kul. “Cebrâil’e nida eder: ‘Ben, falan kulumu seviyorum, sen de sev!’ Bunun üzerine, Cebrail, ‘Ben de seviyorum!’ der.” Ve sonra, nurânî vücuduyla, vücûd-u necm-i nûrânisiyle, bütün hususiyetleriyle, bütün semâvât ehlinin aynalarında kendine has hususiyetleriyle, tecelli keyfiyetiyle herkese seslenir: “Allah, falanı/falanları seviyor, siz de sevin!..” Onlar zâhidâne davrandı, cömertçe davrandı, her şeyi ellerinin tersiyle ittiler. Hatta çok defa arkada ağlayan anne-baba bıraktılar.. yeni evlenmiş eşler bıraktılar.. gözü yaşlı, minnacık çocuklar bıraktılar İnşallah, siz de Allah’ın nâm-ı Celîli ve size ait aslî ve fer’î bütün kıymetler, halk nazarında hüsn-i kabul görsün diye, iradî hicrete niyet ettiniz; Allah da yerde ve gökte sizin için hüsn-i kabul vaz’etti; kalbler, size açıldı.

Düşünün ki Şeytan’ın avenesi, senelerden beri.. düşünün ki Şeytan’ın avenesi, senelerden beri.. düşünün ki nefs-i emmârenin kapıkulları, boynu tasmalı, âzâd kabul etmez bendeleri, senelerden beri.. âzâd kabul etmez bendeleri, senelerden beri, kafa karıştırmak için sürekli sizin sinyal âleminizin içine girerek, hep şerâre üretmeye çalıştılar, şifreleri bozmak istediler. Fakat Allah’ın vaz’ ettiği o “hüsn-i kabul”, o “vüdd” var ya!.. Sineler size açıldı. Elli defa gitti-geldiler, bazen tehditler savurdular, bazen tonlarla paralar döktüler, bazen kafaları karıştırmak için elli türlü yalan söylediler; fakat kalblerde Allah’ın koyduğu o “vüdd”ü söküp atamadılar.

Cebrail nidâ ediyor: “Allah, falan/lar/ı seviyor, ben de seviyorum, siz de sevin!” Beyanın sonu şu: “Onlara, yerde ve gökte hüsn-i kabul vaz’ edilir!” Herkes, bağrını/sinesini açar onlara.. Yollar, dar yollar, patikalar, onlar için şehrah haline, otobanlar haline gelir, Allah’ın izni ve inayetiyle. Yürüdüğünüz yol, o.

Onlar Cennet’e girerken bile o istikamette davranırlar

Şimdi, cömertliğin bir de bu türlüsü vardır. O yüksek îsâr ruhunun bu türlüsünü yerine getirmek bir hedeftir. Mesele sadece Hazreti Ebu Talha’nın, kendi aç olduğu halde birine yemek yedirmesinden ibaret değildir. O hadise münasebetiyle bir ufuk da gösterilmektedir. Bazen Kur’an ve Sünnet-i sahiha, en küçük şeyleri anlatırken, mesela bir ferde karşı îsâr ruhuyla hareket etme, onu kendine tercih etme mevzuunu nazara verirken, aynı zamanda -adeta- “Bir de siz onun büyüğünü hesap edin!” demektedir. Neyi hesap edeceksiniz? Hani ulemâ ile ağniyânın (âlimler ile zenginlerin) Cennet’in kapısında birbirlerine öncelik hakkı verecekleri bir hadis-i şerifte anlatılıyor; işte onu bu cümleden olarak hesap edebilirsiniz:

Ulemâ diyor ki, “Siz, bize evler açtınız, okullar açtınız, yurtlar açtınız, hocalar tayin ettiniz, bizim âlim olmamızı sağladınız. Burada önce sizin Cennet’e girmeniz gerekir!” Îsâr Bakın, Cennet söz konusu.. arkada bıraktıkları Cehennem var.. dağlar cesâmetinde kıvılcımlar dışarıya fışkırıyor. Bir tarafta öyle bir dehşet; beri tarafta insanların içine inşirah salan Cennet’in o baş döndürücü manzarası. Böyle bir manzara karşısında ve öyle ürperten bir şey karşısında, “Hayır, siz girin!” Bu defa da ağniyâ diyorlar ki; “Biz, cömertliğin ne manaya geldiğini, zühdün ne manaya geldiğini sizden öğrendik. Siz, onları bize öğretmeseydiniz, biz böyle yapmazdık. Hak, sizin hakkınız; sizin önce girmeniz lazım!

Şimdi bir insana yemek yedirme îsârı nerede, böyle bir mesele nerede?!. Zannediyorum böyleleri, “Ya Rabbî! Evvelâ, sevabıyla benim bu kardeşimi mizandan geçir, ben biliyorum ki teraziye konduğu zaman, -kırılıyorsa o terazi- onun sevabı karşısında ‘küt’ diye kırılacaktır. Evvelâ, o!.. O!.. Sırat’ı evvela o geçsin.. Cennet’e evvela o girsin.. Sen’in rızanı evvela o kazansın. Ben de onun arkasından!..” Tâ bu ufka kadar uzanır o îsâr ruhu.. Cenâb-ı Hakk’ın “Cevâd” isminden gelen, birilerinin kullandığı unvan itibariyle “Cevvâd” isminden gelen “çok cömert” olma.. başkalarını nefsine tercih edecek kadar başkaları için yaşama

Yaşatma duygusuyla yaşayıp sadece Hakk’a kul olanlar, asla kullara kulluk yapmazlar!..

Sizin, kendi hizmet felsefenizi ifade etme adına, terminolojiye kazandırdığınız bir kelime var: “Yaşatma duygusuyla yaşama”. “Âlem yaşasın diye yaşıyorum ben, âlem yaşasın diye!..” deme. Âlem, Allah ile münasebete geçsin; âlemin kalbi, Allah ile münasebete geçsin; kalb ile Allah arasındaki engeller bertaraf edilsin, latife-i Rabbaniye O’nunla buluşsun Bana da ne olursa olsun! Zâlim gelsin, bir tekme atsın.. gaddâr gelsin, malıma-mülküme el koysun.. birileri “terörist” ilan etsin.. başka bir densiz kalksın, orada “firak-ı dâlle” desin Varsın desinler. Herkes, kendi karakterinin gereğini sergiler; ne ise, onu mırıldanır.. ne ise, onu mırıldanır.. ne ise onu mırıldanır!.. Boş ver bunları, onlara bile gözünü yum! وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا “O has kullar, boş ve manâsız söz ve davranışlara rastladıklarında vakar içinde geçip giderler.” (Furkan, 25/72) Öyle densizlerin densizce ifadelerini duyduğun zaman, “Selam!” de, geç!.. Furkan sûre-i celîlesinde ifade buyrulduğu gibi. Bunların hepsi, o fevkaladeden cömertliğe ve îsâr ruhuna ircâ edilecek şeylerdir.

İşte koca Şâfiî hazretleri, elli beş yaşında ruhunun ufkuna yürüyor. Hayatının büyük çoğunluğunda bir derde mübtela. Onun o dertle müptela olduğunu söylerken, çok defa aklıma geliyor, o Hazret’e hakaret sayılır diye yüreğim de ağzıma geliyor. Çünkü onları o kadar seviyorum ki!.. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Sahabe-i kiram, Aşere-i Mübeşşere.. ve Eimme-i erba’a veya Eimme-i sitte. Onları o kadar seviyorum ki!.. İmam Şafiî hazretlerinin hemoroidi vardı; kan akıyordu sürekli. O gün de yine Müslümanlar, Müslüman görünenler, onun Şam’da nüfuzunun arttığını, çevresinde halkalaşan insanların çoğaldığını görenler, ihtimale binaen, “Potansiyel tehlike olur mu?” diyenler, sonunda “Nemize lazım, en iyisi mi baştan biz ‘Potansiyel tehlikedir; bu, suç işleyebilir!’ diyelim ve cezalandıralım” düşüncesiyle ona zulmetmişler. Yok, suç yok ortada, yok. Hukuk mantığına göre, hukuk felsefesine göre, hukuk-adalet ilişkisine göre ortada bir suç yok. Günün gaddarlarının, zalimlerinin yaptığı gibi, ondan endişe duyanlar da ona gadretmişler. Hicret-i seniyyenin 150. senesinde dünyayı teşrif ediyor. Bağdat’ta Abbasîler hâkim, Müslümanlığı temsil adına. Hazret’i, zincirler içinde Şam’dan tâ oraya kadar götürüyorlar. Neden sonra, orada o Hazret’in inceliğini îsâr ruhunu, kendi için yaşamadığını görünce, tâzim u tekrim ile yerine iade ediyorlar, o haliyle.

Çekmişler, görmüşler ama kendileri için yaşamamışlar. Yaşatmak için hayatta kalmışlar. Eğer O’nu anlatma imkanı varsa,, tâbir-i diğerle, erkân-ı imâniye ve İslamiyeyi anlatma imkanı varsa.. örfünüzü-âdetinizi, o güzel geleneklerinizi dünyaya duyurma imkanı varsa.. insanda insan olarak bulunabilen bir kısım güzel şeyleri başkalarından alma ve öyle bir zenginliğe yürüme imkanı varsa Yaşanacaksa, bunlar için yaşanır. Bu türlü şeyler yoksa, bence, yaşamaya değmez; insan, abes yaşıyor demektir o zaman.

İşte, Hazreti Gazzâlî, kadirşinas bir insan; kendi de Eş’arî olduğundan, Hazreti Şâfiî’ye fevkalade saygı duyar. Onun için, İhyâ’sında ona ayırdığı fasıl da çok geniş. Ondan sonra İmam Mâlik’e bir fasıl ayırıyor; o, ona göre biraz daha dar. Ebu Hanife’ye, onu da takdir etmenin yanında, daha kısa bir fasıl ayırıyor; o, öbürüne nispeten biraz daha dar. Fakat hiçbirine saygıda kusur etmiyor. Bizim saygıda bulunduğumuz zaman bile saygımız içinde döktürdüğümüz saygısızlıklar, onlar için kat’iyen söz konusu değil. Ta’zim u tekrimde zirvede insanlar. Hepsini anlatıyor fakat Hazreti Şâfiî’nin bu “cevâd”lığını vurguluyor; Cenâb-ı Hakk’ın “Cevâd” isminin zılliyet planında tecelli ettiği bir âbide şahsiyet olarak, kendisi için yaşamayıp başkaları için yaşadığını, zühdünü nazara veriyor.

“İnsanlara el açmak, hep girân geldi bize,
Mihrabı Hak olana, bu türden girân azap..
Tatmadık hiç kimseden minnet kokan bir ihsan,
Vicdanı hür olana, minnetli ihsan azap ” (Kırık Mızrap / Azab)

Onun için kimseye yalaklık yapmadık, yalakalık yapmadık! Beklediler onu Fakat biz, Allah’ın kuluyuz; başkalarına kulluğu, “Allah’a şirk koşma” saydık. Bütün dünyayı verseler, Allah’ın izni ve inayetiyle, çizgi değiştirme niyetinde değiliz. Çünkü o çizgi, değiştirilecek bir çizgi değil. Varsın binlercesi çizgi değiştirsin; bazıları bir villaya satılsın, bazıları bir filoya satılsın, bazıları yakın bir istikbale satılsın Bırakın yarınsız, öbür günsüz o insanlar, sadece bugünü yaşasınlar!.. Siz, ebedî hayata müteveccihsiniz. Gelin, iman ile kanatlanın ve süzülün enginlere; sakın ruhunuza dar gelen eb’ada takılmayın!..

Soru: Mâlumunuz “Zühd; dünya verilse sevinmeme, bütün dünya elden gitse üzülmeme halidir!” şeklinde bir tarif de mevcut. Günümüzde Hizmet gönüllülerinin bütün malları, mülkleri, müesseseleri gasp ediliyor. Umum mazlumlar için mutlaka hüzün duyuyoruz; bununla beraber, şahsî ve ailevî mağduriyetlerimiz sebebiyle de üzülmemek mümkün değil gibi görünüyor. Bu hali zühd açısından değerlendirir misiniz?

Cevap: Estağfirullah Şimdi, üzülmenin bir gayr-ı iradî olan yanı var; muktezâ-i beşeriyet olarak, insanın içinde öyle bir üzüntü olabilir. “Ben usanmam gözümün nûru cefâdan amma / Ne kadar olsa cefâdan usanır cândır bu ”diyor Hak dostu (Keçecizâde İzzet Molla). Belki kararlısınız siz, üzülmemeye kararlısınız fakat muktezâ-i tabiat, bir yönüyle. كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ “Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhireti ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) Bu tabiat, birilerinde asliyet planında tesirini icrâ ediyor, onları dünyanın kulu-kölesi haline getiriyorsa, onun şöyle-böyle -Alfa tesiri var, Beta tesiri var, Gama tesiri var- radyoaktif tesiri sizde de olabilir. Fakat o mevzuda, iradenin hakkını vererek, hemen bir kısım argümanları kullanıp Allah’ın izni ve inayetiyle o şeyi bastırmak lazım.

Zâlimin zulmü karşısında, insanın içinin yanmaması, içsizliktir

Şimdi çoğumuz derinden üzüntü yaşıyoruz. Belki, Kıtmir’in de aklına geliyor; o müesseselerin çoğunda amele gibi çalıştım ben. Yalan söylüyorlar, o arsaların hiçbirini onlar vermediler. Onları, bu iman ve Kur’an hizmetine, bizim temel kültür değerlerimize saygısı olan insanlar verdiler, katkıda bulundular. Bugün içeriye alınan insanlar, birer ırgat gibi, amele gibi çalıştılar; sa’ylerinin semeresini birer âbide olarak diktiler. Ve sonra bunu dünyaya açtılar, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bugün onları ta’n u teşnîde bulunanların arpa kadar o işin içinde katkıları yoktur; “vardır!” diyorlarsa, şimdiye kadar bin tane yalanları tespit edilmiş, o yalancıların yalanlarından bin birincisi olur. Yalan!..

Evet, siz, emek vermiş, ter dökmüşsünüz; alışmış ve bir yönüyle gözünüzün nuru saymışsınız. Senelerce gitmiş, gelmiş, bakmışsınız. Çok güzel şeyler yaptığına şahit olmuşsunuz. O müesseselerden yetişenler, tıpkı Ashâb-ı kirâm gibi, hiç tereddüt etmeden -biraz evvel de geçtiği üzere- ağlayan anayı, ağlayan babayı, ağlayan eşi, ağlayan evladı bırakarak, îsâr ruhuyla dünyanın dört bir yanına açılmışlar. Önemli bir hizmet vermiş o müesseseler. Şimdi onlara gelip tepeden binmekle, tagallüple, tahakkümle, tasallutla, kayyım ile, kıyımcı tayin etmekle, o müesseseleri batırmakla, bir yönüyle kalbinize sürekli iğneler saplıyorlar gibi!.. Kalbinize iğne saplanırken acıyı duyacaksınız. Sizin iyiliğiniz için kan alırken, iğneyi saplıyorlar; acıyı duyuyor, ürperiyorsunuz. Bu, muktezâ-i beşeriyet; fizikî yapınızın gereği. Herhalde, o kadar bir sarsılma, o kadar bir titreme, o kadar bir “Uff-puff!” çekme, tabiatınızın muktezasıdır. Fakat Allah (celle celâluhu) size, iradesinin gölgesi, izafî bir “irade” vermiş; “meyelan” veya “meyelanda tasarruf” sözüyle tarif edilen bir şey vermiş. Onun hakkını kullanarak orada diyeceksiniz ki; اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَعْطَى فَأَخَذَHamdolsun o Allah’a ki, vermişti, aldı!..

Ben, çoğu arkadaşlardan da bunu dinledim: “Ben esasen işe bir yerde ırgat olarak başladım. Sonra İstanbul’a geldim, bir arsa aldım, Allah’ın izniyle orada kazındığım şeyle. Arsa, arsa doğurdu; arsa, arsa doğurdu; bina, bina doğurdu Ve ondan bankalar binası yapıldı.. ondan villalar yapıldı.. ondan, dünyanın başka yerinde Selimiye camileri yapıldı. O gün, Allah onları vermişti; bugün de aldı!” Gülerek anlatıyor; “O kadar çok rahatım ki, vermişti, aldı!” diyor. Aynı zamanda meselenin mantığının mesnedini de söylüyor: “Belki içlerinde bir şey vardı bu kazanımların; öbür tarafta hesabını vermemem için, verdiği gibi aldı!..” Bir de böyle babayiğitler var. “Verdi, aldı!” diyorlar.

Ben kendimi onlarla mukayese edemiyorum. Kur’an-ı Kerim’de, bazen tâ Bakara sûre-i celilesinden başlıyorum, o duyguları içimden atabilmek için. Hakikaten, inanın bana, çok defa o sûreden o sûreye, o sûreden o sûreye atlayarak, يَا أَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ قُمِ اللَّيْلَ إِلاَّ قَلِيلاً “Ey örtüsüne bürünmüş olan! Kalk ve azı müstesna, geceyi ibadetle geçir.” (Müzzemmil, 73/1-2) veya يَا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ قُمْ فَأَنْذِرْ “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve insanları inzar et!” (Müddessir, 74/1-2) ayetlerinde buluyorum kendimi. “Kalk, Allah’a teveccüh et! İçini O’na dök! Ne diye elden-âlemden dert yanıyorsun!” Evet, içim yanıyor böyle, o olan şeyler karşısında!.. Aslında, zâlimin zulmü karşısında, insanın içinin yanmaması, içsizlik demektir, onun içi boş demektir. Ama o yanan içinize, bir itfaiyeci gibi, yine siz su yetiştireceksiniz; kendi kendinize şöyle sesleneceksiniz: “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var / Dedim: ‘Zâhirde mi âşık?’ Dedi: ‘İhfâda yangın var!”Kalbde yangın var, söndür onu iradenle. Madem sen bir itfaiye memurusun, söndür o yangını!.. Evet, söndür; öbür taraftaki yangını söndürmenin vesilesi, öbür taraftaki ateşi söndürmenin vesilesi, bu!..

“Gerçek sabır, hâdisenin şoku yaşandığı ânda olandır!..”

Ama ben çoğu arkadaşımızdan onu duydum; “O vermişti, O aldı; Allah’a binlerce hamd u senalar olsun!” falan dediler. Bu açıdan da ilk defa aklımıza geldiğinde, o zaman sabretmek düşüyor. Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الأُولَىSabır, hâdisenin şoku yaşandığı ândadır!” buyuruyor. İğneyi batırdıkları zaman, dişini sıkacak, “Ufff!” demeyeceksin. Hani Urve b. Zübeyr hazretlerinin menkıbesinde anlatılır ya!..

Urve b. Zübeyr, oğlu Muhammed ile beraber Velid b. Abdilmelik’i ziyaret maksadıyla Şam’a gitmişti. Oğlu Muhammed atların bulunduğu yere girmiş, bir atın tekme vurmasıyla orada vefât etmişti. Az bir zaman sonra İmam’ın ayağında bir yara çıkmış, Velid’in doktorları ayağın kangren olduğunu, bunun ancak kesilmekle tedavi olabileceğini, yoksa bütün vücudu kaybetme ihtimalinin bulunduğunu söylemişlerdi. İmam ayağının kesilmesini kabul edince, doktorlar ameliyat için devrin şartlarına göre narkoz mahiyetinde uyuşturucu vermek istemişlerdi. Fakat İmam, onu kabul etmemiş; şuurunun muvakkaten de olsa izale edilmesini katiyen uygun görmemişti. Doktorlara “Siz böylece vazifenizi yapınız!” diyerek hazır olduğunu bildirmişti. Doktorlar kendisini bağlamak isteyince, “Herhangi bir harekette bulunmayacağım, endişe etmeyiniz.” deyip başlayın işareti yapmıştı. Doktorlar, kemiği testere ile kesmeye başlayınca İmam’ın Allah’ı zikre daldığını görmüşlerdi. Buna taaccüp eden doktorlar, kestikleri ayağı, kızgın yağa daldırıp yaktıkları zaman İmam’a küçük bir baygınlık gelmiş, uyanır uyanmaz yüzünün terini silerek şu mealdeki âyeti okumuştu: “ Gerçekten bu seyahatimizde epey yorgun düştük.” (Kehf, 18/62). Kesilen ayağı kendisine gösterilince de şu sözü söylemişti: “Beni senin üzerinde yürüten Zât’a yemin ederim ki, seninle hiç harama yürümedim.”Urve bin Zübeyr, o seferden sonra hep şöyle hamd edermiş: “Allahım! Sen bana yedi oğul verdin, birisini alsan da altısını bana bıraktın; bana dört âzâ verdin birisini aldın ama üçünü bana bıraktın. Sana hamd ü sena ederim!”Evet, hâdisenin şoku yaşandığı ân, dişini sıkıp sabretmek

Hadiselerin şiddet şokunu yaşarken, yalnızca Allah’a tevekkül ediyoruz

Sonra, Hazreti Pîr-i Muğân’ı hatırlayın. Hani “Yirmi sekiz sene çekmediğim eza, görmediğim cefa kalmadı; divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne gönderildim; aylarca ihtilattan men edildim ” diyor. Diyor, diyor, bunları diyor. Fakat sonunda, “Hepsine hakkımı helal ettim!” diye ekliyor. Şu ifadelerle, bir yönüyle sözün kafiyesini koyuyor ve aynı zamanda onların izahını yapıyor: “Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum; üzülüyordum, muzdarip oluyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi bildim. Ben kemal-i teessürle söylerim ki: Benim suçum, hizmet-i Kur’aniyemi maddî manevî terakkiyatıma, kemalâta âlet etmekliğimmiş!”

Demek ki insan, yaptığı hizmet karşılığında “Veli olayım!” mülahazasına dahi girmemeli, onu bile düşünmemeli!.. “Parmakla gösterileyim! Vekil olayım! Başbakan olayım! Cumhurbaşkanı olayım!..” İnsan, bunları işin içine karıştırdığı zaman, karıştırmış olur; altını-gümüşü, fışkıya karıştırmış olur.

Dolayısıyla -bir yönüyle- Pîr-i Muğân hazretleri kendini sorguluyor orada; “ maddî-mânevî füyuzât hislerime âlet etmekliğimmiş!..” diyor. Eşref Edip ile son mülakatında da açıktan açığa “Hakkımı helal ettim!” diyor. Otuz beş sene, çektirmedik şey bırakmamışlar. Ben 19 defa biliyordum, geçenlerde kendisini daha iyi tanıyan birisi, “Tam 21 defa zehir verdiler, tam 21 defa zehirlediler!” dedi. Düşünün Tecride koydukları zaman, helaya koydular. Kış gününde de pencereyi açık bıraktılar. Şimdiki zalimlerin yaptıkları gibi, aynen

Evet, bundan sonra da dişimizi sıkıp o “sadme-i ûlâ”da, yani “başa gelenlerin ilk şoku yaşanırken” sabredecek ve şikâyet etmeyeceğiz. رَأَيْنَا شِدَّةَ الدَّهْرِ، عَلَى اللهِ تَوَكَّلْنَا “Dehrin hadiselerinin şiddet şokunu yaşarken, yalnızca Allah’a tevekkül ettik.” رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Rabbimiz, Sana güvenip dayandık, bütün varlığımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) dedik. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!” (Âl-i Imrân, 3/173) ile soluklandık. نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ “O ne güzel Mevlâ, ne güzel Yardımcı’dır!” (Enfâl, 8/40) ile nefes aldık, verdik. حَسْبِيَ اللهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ “Allah bana kâfîdir! O’ndan başka ilâh yoktur! (Ben) O’na tevekkül ettim ve O, büyük arşın Rabbidir!” (Tevbe, 9/129) diyerek, hatm-i kelâm eyledik!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Kalbin iki merkezi ve şeytânî oklar

Kalbin iki merkezi ve şeytânî oklar

“İnsan kalbinde iki lümme (merkez) vardır; bunlardan biri melek ilhamı, diğeri ise şeytan vesvesesi için menfezdir.”

“Lümme-i Şeytâniyye” tabirini Hazreti Pîr de kullanıyor. “Lemme” de deniyor, “Limme” de deniyor, İhyâ’da ifade edildiği gibi; fakat Hazreti Pîr “Lümme-i Şeytâniyye” demeyi tercih ediyor. Bir hadis-i şerifte, “İnsan kalbinde iki lümme (merkez) vardır. Bunlardan biri melek ilhamı, diğeri ise şeytan vesvesesi içindir.” buyuruluyor. Demek ki, insan mahiyetinde iyi şeylere açık menfezlerin yanında, aynı zamanda kötü şeylere açık menfezler de, pencereler de, kale kapıları gibi açık noktalar da bulunabiliyor; herkes kendine açık o noktadan oraya nüfuz etmek istiyor. Şeytanın kalbe nüfuz mahalli, “Lümme-i Şeytaniye”; hak, hakikat ve amel-i sâlihe dair telkinlerin merkezi de “Lümme-i Melekiyye” olarak anılıyor.

Bizim gibi kimseler, bu meseleleri mâhiyet-i nefsü’l-emriyesine (işin hakikati ne ise, o şekle) uygun duyup hissedemiyorlarsa da en azından onların mevcudiyetine inanmalıdırlar. Nasıl imanda taklit var, İslamiyet’te taklit var; ihsan meselesini sadece telaffuz ediyoruz, yani kalb hayatı, ruhî hayat dendiği zaman onlara nazarî/felsefî meseleler gibi bakıyoruz. “Lümme-i Şeytâniyye” ve “Lümme-i Melekiyye” gibi hakikatlere de en azından böyle nazarî meseleler gibi bakarak, “Her şeye rağmen, ya bunlar doğru ise?!.” demeliyiz.

Hani, Hazreti Ali efendimize geliyor birisi; ona (radıyallahu anh) belki dinsizlikten, imansızlıktan bahsediyor. Hazreti Ali efendimiz dinliyor onu; diyor: “Sen böyle şeyler söyledin. Ben de diyorum ki, -mesela- ölüm var, öldükten sonra kabirde azap var, orada sorgu-sual var, berzah hayatı var, mahşer var, mizan var, sevabın veya günahın tartılması mevzuu var. Şimdi senin dediğin gibi olursa, ne olacak o? Ya mesele benim dediğim gibi ise şayet, ne kadar şey kaybettiğinin farkında mısın?!.”

Şimdi meseleye Hazreti Ali’nin bu mülahazasıyla yaklaşacak olursak, ya İmam Gazzâlî’nin dediği gibi ise!.. Hakikaten şeytanın insanın kalbine nüfuz edip, o “lümme” noktasını kale kapıları gibi değerlendirmesi veya oraya oklar yağdırması söz konusu ise

Hazreti Üstad, zannediyorum kendi ufku açısından konuşuyor; belki arz edeceğim şu husus aklınıza gelmemiştir: “Ok atıyor” diyor. Demek ki şeytan, semt-i nâsutiyetine sokulamayacağı kimseler için uzakta pusuya yatıp uzaktan ok atıyor oraya. Siz, iyi bir şey düşünürken, mesela “Esmâ”, “Sıfât”, “Zât” hakikatlerini düşünürken, bunların her birisine dair bir şey atıyor. Mesela, siz “Esmâ”yı tefekkür ederken felsefecilerin bahis mevzuu ettikleri gibi, “Müsemmânın aynı mıdır, değil midir? Aynı ise, acaba taaddüd-i kudemâ lazım gelmez mi; gayrı ise, hâdis ile kadîmin ittisâli lazım gelmez mi?” gibi dürtülerde bulunuyor. Sıfât-ı Sübhâniye’ye gelince; “Sıfât, Zât’ın aynı mıdır, gayrı mıdır?” mülahazalarını tetikliyor. Sonra siz meseleyi “Zât-ı Baht”a götürdüğünüz zaman, orada da sizi değişik mülahazalara sevk ediyor: “Kâinat bütün vüs’atiyle bir nizam ve intizam içinde; trilyon galaksi var, galaksilerin içinde trilyonu aşkın sistemler var. Bütün bunları, insanın vücudundaki atomlar gibi, elektronlar gibi, nötronlar gibi, protonlar gibi ve bunların alt tabakasında olan eter gibi veya partiküller gibi nasıl idare ediyor?!.” Bu türlü düşüncelere götürüp orada dolaştırıyor, kafanızı karıştırıyor. Evet, şeytan derecesine göre herkese vesvese okları atıyor.

Bütün bunlara karşı bir şey söyleme durumunda olduğun yerlerde, bir şey söyleyeceksin; esasen, şeytana karşı koymaya çalışacaksın. Ama aklının yetmediği bu türlü meselelerde, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevâmiü’l-kelîminden تَفَكَّرُوا فِي آلاءِ اللَّهِ، وَلا تَتَفَكَّرُوا فِي اللَّهِ “Cenâb-ı Hakk’ın nimet ve kudret eserlerini tefekkür edin! Ama zinhâr Zât-ı Bârî’yi tefekküre kalkışmayın; zira o, insan düşüncesini aşan bir mevzudur.” beyanına uyarak diyeceksin ki; “Zât mevzuuna gelince, orada makas gibi kollarımı açarım; ‘Arkadaş: burası çıkmaz sokak!’ derim.” Bu tabir, Necip Fazıl’a ait; “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! / Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak!..”

Evet, bizim dar mülahazamız, O’nu (celle celâluhu) idrak edemez. لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) Basarlar/basiretler, O’nu (celle celâluhu) kuşatamaz, O’nu tamamiyetiyle ifade edemezler!.. O’nun bir tecellisi, cüz’î bir tecellisi, seyyidinâ Hazreti Musa’ya (aleyhisselam) gösterilince, o bayılıp düşmüştü; kalktığı zaman da “Sen’in kelâmın, yetmiş bin insan kelamına denk!”demişti.

O’nun kelâm u beyanı; vakıa, bu. İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem), O’ndan (celle celâluhu) gelen o Kelâm-ı İlâhî’nin tecelli tayfları geldiği zaman, Efendimiz âdetâ kendinden geçiyordu; orada mübarek yüzünden -kış gününde bile- ter dökülüyordu. Evet, öyle bir şey!.. Kaldı ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem), o meseleye tahammül edebilecek güçte ve kuvvette yaratılmıştı. Allah (celle celâluhu), O’nu edâ edeceği misyona göre “mükemmel”, hatta “ekmel” bir varlık halinde -ki, Cîlî’nin ifadesiyle, “mutlak manada insan-ı kâmil olarak”- yaratmıştı. Bütün beşere âlemşümul bir peygamber mahiyetinde yaratmıştı O’nu, Allah (celle celâluhu). Ama yine de O’ndan (celle celâluhu) gelen o tayflar karşısında Allah Rasûlü âdetâ kendinden geçiyordu.

“Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetlerle doludur; O’na ve rızasına kavuşmayı düşünüyorsan, kendini küçük gör ve amelinde ihlaslı ol!”

Bunun gibi, Zât-ı Ulûhiyete dair meselelere de şeytan yine bir şey sokuşturabilir. Yalancıların yalanı bir tarafa; bazıları “Bana şu geldi, bu geldi!” derler de onlar yalan olabilir. Fakat Hazreti Gazzâli gibi, İsmail Hakkı Bursevî gibi, Abdulkadir Geylânî hazretleri gibi, Muhammed Bahâuddin Nakşibendî gibi, Necmeddin-i Kübrâ gibi insanlar, bu mevzuda bir şey söylüyorlarsa, mutlaka onlar içlerine doğan varidatla söylüyorlardır. Hazreti Pîr “ihtâr” diyor; içlerine doğan gayr-ı metlûv bir ilham ile -esasen- dedikleri şeyleri söylüyorlar.

Bayezid-i Bistâmî hazretleri gibi bazıları da bu türlü meseleleri naklederken “Cenâb-ı Hak bana dedi ki!”diyorlar: “Ey Bayezid, Cenâb-ı Hakk’ın hazineleri ibadetlerle doludur. Şayet gayen O’na (celle celâluhu) yakın olmak veya O’nu memnun etmek ise, kendini küçük gör ve amelinde ihlaslı ol!” Kendini küçük görmek ve amelde ihlaslı olmak Bu iki vasfa haiz olmayan bir insanın her sene -hatta iki defa- hacca gitmesinden, bütün ömür boyu oruç tutmasından ve hiç durmadan her gün bin rekât namaz kılmasından daha hayırlıdır kendini küçük görmesi ve ihlaslı olması.

Minnacık, karınca gibi görmek kendini ve amelini de emredildiği gibi yapmak Yaparken de yine “Hâlisâne yapamadım!” demeli. Bir yerde bir tavır ve bir davranışı itibarıyla, “Falan da beni gördü!” mülahazasından fersah fersah uzak olmalı. Sesini duyururken, hiç öyle bir niyeti yoktu fakat sesini heyecandan dolayı gayr-ı ihtiyarî duyurduğu zaman, “O da duydu!” düşüncesi böyle aklının köşesinden geçti ise, bir şirk yapmış gibi “Estağfirullah!” demeli. “Estağfirullah! Her şeyi Sen’in duyman bana yeter; her şeyi Sen’in bilmen bana yeter!” demeli orada. İhlas, odur; her mülahazada sadece Allah için işleme, Allah için başlama, Allah için görüşme, Allah için konuşma; “lillâh”, “livechillâh”, “lieclillâh” rızası dairesinde hareket etme demektir. İşte bunun zerresi (atom kadarı) -İhlas Risalesi’nde dendiği gibi- batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. Evet, “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.”

Sadede dönelim: O Hazret diyor, açıktan açığa, “Cenâb-ı Hak bana böyle dedi!..” Netâic’ini alın bakın İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin, neler var neler, ne türlü mülakatlardan bahsediyor!.. Aynen öyle de, Hazreti Gazzâli, açıktan açığa “Allah bana öyle dedi!” demiyor; fakat ufkunun enginliğine bakın, derleyip toparlayıp konuya dair hakikatleri serdediyor. Onun yaşadığı günlerde o kitaplar, böyle sizin bilgisayarlarınız ile hemen, çabuk ulaşılacak, hatta matbu şekilde alınıp fihristlerine bakılacak surette değildi! Efendim; mahtut, el ile yazılmış, hangisi nerede belli değil; hangisi nerede belli değil! Bütün onlardan -böyle- bahisler yapması ve aynı zamanda -esasen- meselenin kritiğini de yaparak ortaya koyması, çok önemli bir şey. Demek ki hakikaten şeytana ait bütün menfezler tıkalı onda ama meleklere ait bütün menfezler de açık! Sağanak sağanak vâridâtla, o ilham sağanağı ile sürekli boy atıp gelişiyor, mânen büyüyor, yükseliyor her gün kademe kademe, bir miraç ile O’na (celle celâluhu) yükselir gibi yükseliyor. Öbür taraftan da kemâl-i hassasiyet ile, onlara karşı koyuyor!..

“Nefsini bilen, Rabbini bilir!”

Şimdi günümüzün insanına gelince: Hafizanallah! Evvelâ kendini doğru okuyamamış olma söz konusu. Bunu, Çağlayan dergisinde bir bölümü çıkmış olan yazı dizisinin konusuyla arz edeyim: Enbiyâ-ı ızâmın rehberliğinde insanın kendi ile yüzleşmesi, insanın kendi kendini keşfetmesi. Hadis diye rivayet edilir, kudsî hadis diye ri-vâ-yet e-di-lir: مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُNefsini bilen, Rabbini bilir!” İnsan, kendini iyi keşfederse, yani bir yönüyle enfüste kendinin ârifi olursa, âfâkta da ârif olmaya doğru yürür; sonra bir gün gelir “ârif billah” olur. Evet, “ârif” değilse zaten, bir yönüyle, bildiği şeyler, onun bilgisi esas irfana dönüşmemiş demektir. Bu marifete, Frenkçe ifadesiyle “kalb kültürü” diyoruz veya bildiği şeylerin tabiatına mal olup, tabiatının bir derinliği haline gelmesi. Artık emirlere göre kendini sevk ve idare etmesi değil, doğrudan doğruya o iç dürtüler ile, iç ilhamlar ile, iç itmeler ile, vicdanında oluşan o iç itmeler ile hareket etmesi Yemeğe, içmeye, daha başka beşerî mukteziyata elinde olmayarak yürüdüğü gibi yürümesi

İşte İnsanlığın İftihar Tablosu, (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sizin, yemeden, içmeden ve başka şeylerden lezzet aldığınız gibi, Ben, ibadetten lezzet alırım!” buyuruyor. İbadeti, dünyevî lezâiz gibi duyuyor ve dolayısıyla da ayaklarının şiştiğinin farkına varamıyor, sabahlara kadar ayakta duruyor. Zaten her hali, maiyyet ve teveccüh-i İlahî altında, maiyyet sağanakları ile veya -bir yönüyle- ne manada ise şayet, “İlahî tecelliler ile postnişin olma” durumunda -Öyle diyeyim, kaçındım “Zat ile” demekten.- “İlahî tecelliler ile postnişin olma” durumunda. O içten gelen istekler, arzular, sevkler, insiyaklar, O’nu çok ciddî bir iştiha ile ibadet u tâate, Allah’a karşı kulluğa sevk ediyor. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendini iyi keşfetmiş, kendini iyi okumuş, sonra kendi fihristinde bu defa Kitâb’ın muhtevasını görüyor. O mütalaada yanlışa/hataya düşmüyor:

Evet, مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabbini bilir!” deniyor. Rabbini bilen, Rabbini arar; öyle bilen, arar. Rabbini arayan, O’nu bulur. O’nu bulan da artık başka şeyleri arama derdinden kurtulur. Bunların hepsi, derece derecedir. Bakın: Bir; nefsini bilme mevzuu, fihriste ıttılâ. İki; bütün eşya ve hadiseleri hallaç ederek, tekvinî emirler mevzuunda, O’nu (celle celâluhu) tam bilme. O tabir caiz ise O’nun hakkında, mâhiyet-i nefsü’l-emriyesini bilme; “Zât-ı Baht’ı idrak” değil, mâhiyet-i nefsü’l-emriyesiyle bilme. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Bir Mevcûd u Meçhul” olarak bilme; yani, “Var ama öyle bir var ki, şiddet-i zuhûrundan gizli!”, öyle diyor.

Bir Kitâb-ı âzâmdır, serâser kâinat,
Hangi harfi yoklasan, manası “Allah” çıkar.
***
Sen, Ol Zâhir’sin ki, ne idüğün bilinmez,
Ve Ol Bâtın’sın ki, hiç kimseden gizlenmez!..”

Şâir, “idüğün” diyor da, “idüğün” kelimesi Türkçemizde hakir şeylerde kullanılır; “Sen Ol Zâhir’sin ki -Ben çeviriyorum, bozulmuyor vezin.- ne olduğun bilinmez!” Bakın, ters gibi geliyor; “Öyle bir Bâtın’sın ki, hiç kimseden gizlenmez!”.

“Kalb, arş-ı Rahman’dır; onu yıkmak, tuğyandır ve hüsrandır!”

Evet, her şeyde Kendini hissettiriyor O (celle celâluhu). Dolayısıyla, bu da bir ufuk; bu ufka ulaşınca, dolayısıyla O’nu arıyorsun. O’nu arayan, O’nu buluyor. Doğru buluyor; artık taklitten sıyrılmış oluyor. Fakat günümüzün insanının ne o yol, o kalb, o ruh hayatı ve onu yaşayanlar ile alakası var, ne de böyle bir mülahazası var. Yetiştiği kültür ortamından aldığı şeyler ne ise, işte onun ile kulluk adına yatıp-kalkıyor. Ne şeytanın giriş noktalarından, “lümme-i şeytaniye”den haberi var; ne meleklerin girip-çıktığı latife-i Rabbaniye mahzeni “lümme-i melekiyye”den haberi var; ne de لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ kenz-i İlahîsinden, mahall-i tecellîsinden haberi var!..

Bu mahall-i tecellîyi, bazen Zât-ı Ulûhiyetin -bir yönüyle- “arş”ı şeklinde görmüşler. Biri, şöyle demiş: “Kalb, arş-ı Rahman’dır / Onu yıkmak, tuğyandır ve hüsrandır!” Bu, Alvar İmamı’na ait. İbrahim Hakkı hazretleri de “Dil, beyt-i Hudâ’dır.”Dil, Farsça “gönül” demek. “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde!” der. Tecelli, doğrudan doğruya İşte o mest u mahmurluk içinde, onu Zât-ı Ulûhiyetin -hâşâ- orada konaklaması gibi ifade ediyorlar. O, bir “tecellî”dir; insanın kalbi, bir “meclâ”dır. İnsan, kalbini öyle parlak bir ayna haline getirirse, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi, o zaman hep Hak tecellilerine ayna olur. Evet, “Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür dâim!” demiş Aziz Mahmud Hüdâî. Dolayısıyla ona bakan, hakikaten O’nu müşahede eder; varlık, O’nu okur. Bakın, bir, insanın kendinde kendini okuması var; bir de -hakikaten- ona baktıkları zaman, O’nu okuma meselesi var ki, bu, onun çok üstündedir.

Bakıldığı zaman, Allah’ı hatırlama Hani Ricâl’de yine okuyoruz; bir zatı gördükleri zaman, içinden gele gele “Allah!” diyor herkes. Öyle mest u mahmur yaşıyor. Böyle Cehennem’e bakıyor gibi, tir tir titriyor; Allah’a hesap veriyor gibi tir tir titreme içinde. Bunu bizim gibi avam, düşe-kalka yürüyen insanlar, çok anlayamayabilirler; fakat olduğumuz yerde kalmak, “Bu da yeter!” demek de dûn-himmetliktir. Çünkü burada durma -esasen- kaymaya karşı açık durma, şeytanın mel’abesi (oyuncağı) haline gelmeye açık durma demektir.

Şeytanlarla sürekli fısıldaşan kimseler, mukaddes değerleri, dünyevî emellerine ulaşmak için ayaklarının altına koydukları bir kerpiç gibi basamak olarak kullanıyorlar.

Evet, burada dinlendirmek için bir menkıbe arz edeyim; size, bahsetmiştim daha evvel: Bir zat, caminin önünden geçerken, birini görüyor. Elinde bir sürü zimam (gem, atın ağzına vurulan gemler) ile bekliyor orada. “Sen kimsin?!” diyor. O, böyle bazı Erzurumluların ağzıyla “Şaytan!” diyor; “Ben, Şaytan!” diyor. “Ee ne işin var burada, bu caminin hariminde, şadırvanın kenarında?” sorusu karşısında, “Şu içeride, Cenâb-ı Hakk’a dilbeste olmuş, zikr u fikirde bulunan insanlar var; bunlara gem vurmak için bekliyorum!” cevabını veriyor. Bakın, bir açık kapı bulursa, gem vuracak. Evet, o içeridekiler kadar elinde gemi var onun ve hepsine gem vurma niyetinde. -Latif bir varlık olduğundan dolayı, bir anda elli tane şeyi yapabilir, elli türlü vesvese şeraresi, sinyali gönderebilir. Bu sinyaller ile, doğrudan doğruya insanın kalbinin ilhama açık alıcılarını bozabilir; doğru frekansları o şerareler bozabilir.- O adam soruyor: “Benim gemim hangisi?!” Şeytan diyor ki: “Senin için geme lüzum yok ki; sen zaten benim arkamdan koşup geliyorsun!” Caminin önünden geçerken, namazın bile yok, zavallı!.. Evet bu, bir tehlikedir!..

Fakat bundan daha tehlikeli bir şey vardır: Caminin içine girdiği halde, Ramazan’a yetiştiği halde, hacca gittiği halde, bütün bu mukaddes şeyleri -bir yönüyle- dünyeviliğe ulaşmak için -ayağının altına koyacağı kerpiç gibi- basamak olarak kullanma denâeti vardır. Bu, ondan daha tehlikelidir. Müsaadenizle -belki- beni affetmeyeceğiniz bir tabirle söyleyeceğin bunu: “Meselenin daha kâfircesidir bu!” Dünyevî bir yere ulaşmak için, bir kısım maddî menfaatlere dilbeste olma, gönlünü onlara kaptırma, her şeyi bir çıkara bağlama Oysa yaptığı şeyleri çıkara bağlayan insanların kalıcı bir eser ortaya koydukları görülmemiştir ve onlar başarılı da olamamışlardır! Dünyaya dair bu türlü şeylere dilbeste olmanın yanı başında, bir de o uhrevîliğe ait derinlikleri yine dünyevî basamak, hatta ayağının altında merdiven basamağı haline getirme!.. Abdest, bir basamak; ona basarsan, halk da sana bakar! Bir basamak da “namaz”; bir de namazı kullan bu mevzuda!.. Bir de “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah!”ikrarını bir basamak yap, onu da kullan, hafizanallah!

Kutsalı, nâ-kutsal olan şeylere ulaşmak için basamak yapma!.. Dünyadaki İslamî meselelere sahip çıkma, fakat zerre kadar el uzatmama!.. Atma, tutma; basamak yapma Mü’mine yardım etmek, mü’minliğin gereğidir: مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertlerini onlarla paylaşmayan, onlardan değildir!” Fakat meselenin lafını etme.. blöf yapma.. halkı toplama; câhil, sürü mahiyetindeki halkı toplama.. şovlar ile kendini ifade etme Bakın burada da kutsal, yine kirli bir kerpiç haline getiriliyor, ayağın altına konuyor, bir yere yükselme adına. “Bana bir şey desinler!” diye.. “Beni bir yere koysunlar!” diye.. “Din adına çok önemli bir şahsiyet, Selâhaddin!..” desinler diye..  “Fatih!” desinler diye ki bir kısım ahmaklar da diyor. “Desinler!” diye

Dünya, bu türlü cebâbire ile dolu; toprak, bu çağda hep Firavun yetiştirmeye müsait; kuvve-i inbâtiyesi öyle güçlü ki, dünyanın ve İslam dünyasının neresine giderseniz gidiniz, daha çok da İslam dünyasında, her tarafta böylelerini görebilirsiniz. Maşallahı var; önceden şeytan tarafından serpilmiş tohumlar, birer Firavun halinde başağa yürüyor, birer fide halinde selvi olmaya doğru yürüyor! Ve bunlar, o kapkaranlık gölgeleri ile, insanlığın ufkunu karartıyor ve Allah’ı görmelerine mani oluyorlar.

Evet, bu, dinsizlikten gelen tehlikeden daha tehlikeli; çünkü kırmızı çizgiler silinip gidiyor ve kutsal, -bir yönüyle- nâ-kutsal olan şeylere vesile yapılıyor. Müslümanlık, görüntüye bağlanıyor. Riya, süm’a, ucub, hepsi şirk bunların; riya, süm’a, ucub, büyük görünme, fahir ve kibir Tesbihâtınızda bunlardan Allah’a sığınıyorsunuz; her gün tesbihâtınızda, bunlardan Allah’a sığınıyorsunuz. Dolayısıyla, dinî argümanları -böyle- nâ-dinî olan şeylerde kullanma mevzuu, kâfirin kötülüğünden daha fenadır.

“Rabbim, şeytanlarının her türlü kışkırtmalarından ve çevremde olumsuz bir atmosfer oluşturup beni tesir altına almalarından Sana sığınırım.”

Günümüzün insanı, şeytanı da, meleği de taklidî şekliyle anlamıştır. Söyler; أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ “Allah’a sığınırım lanetlenmiş ve kovulmuş şeytanın şerrinden!” diyebilir. رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Rabbim, (bilhassa vazifemi yerine getirirken inkârcılarla olan münasebetlerimde ins ve cin) şeytanlarının kışkırtmalarından (ve birtakım duygularımı harekete geçirmelerinden) Sana sığınırım. Rabbim, yakınımda bulunup (beni tesir altına almalarından da) Sana sığınırım.”(Mü’minûn, 23/97-98) diyebilir. Veya sabah-akşam virdlerinde olduğu gibi: اللَّهُمَّ اسْتُرْ عَوْرَاتِي، وَآمِنْ رَوْعَاتِي؛ اللهم احْفَظْنِي مِنْ بَيْنِ يَدَيَّ، وَمِنْ خَلْفِي، وَعَنْ يَمِينِي، وَعَنْ شِمَالِي، وَمِنْ فَوْقِي، وَأَعُوذُ بِعَظَمَتِكَ أَنْ أُغْتَالَ مِنْ تَحْتِي “Allahım, ayıplarımı setret ve beni korktuklarımdan emin eyle. Allahım, önümden ve arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden (gelecek tehlikelerden) beni koru ve ayağımın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırım.” diyebilir. Fakat bunlar, sadece bu vird kitaplarında, dua mecmualarında gördüğü şeyleri vird-i zebân etmekten ibarettir.

Asıl mesele o değildir; asıl mesele, tabye yapmış, size karşı mevzilenmiş bir şeytan karşısındasınız. Aynı zamanda yine gönlünüze nüfûz etmek üzere sizin için mevzilenmiş ruhânîler de mevcut; kalbini temiz tutanlara, kalbinin kapılarını onlara açık tutanlara varidât taşımak için onlar da mevzilenmiş. Ama birileri oraya girince, o kapılar yavaş yavaş kapanıyor; birbirine zıt kapılar gibi. Terazinin kefeleri gibi ki birine ağır bir şey basınca, öbürü yukarıya kalkıyor. Aynen onun gibi, kapılar, kale kapısı gibi şeytana açık olunca.. göz, kontrol altına alınamayınca.. kulak, kontrol altına alınamayınca.. dil, kontrol altına alınamayınca.. tavır ve davranışlar, ihlaslı ve rıza-i İlahî mülahazasıyla planlanmayınca.. ve bazıları dindar göründükleri halde, dini meseleleri dünyevîliğe âlet ettikleri takdirde şeytana ait bütün kapılar, menfezler ardına kadar açılmış olur.

Bu defa o insanlar, hiç farkına varmadan şu ayetin muhtevasına dâhil olurlar: وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!” (En’âm, 6/112) Evet, bazen cinnî şeytanlar, insî şeytanlara sinyal gönderir. Ben askerde telsizciydim, telsiz operatörü idim. Onlar, size sinyal gönderirler, siz de alırsınız, “Di-da-dıt / da-da-dıt” F.G. demek bu. Evet, siz de ona gönderirsiniz, manzarayı haber verirsiniz. Dolayısıyla, يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا Bazısı, bazısına sözleri süsleyerek, yaldızlayarak ifade eder.

Öyle ki, şeytan bazen sağdan gelir: “Yahu namaz kıl işte, bu halkın içinde!.. Hem niye arka saflarda duruyorsun?” der. Bakın nasıl ikna eder: “Peygamber Efendimiz buyurmuyor mu; en önemli mesele, imam değilse, imamın arkasında durmak! Sen ne diye orada durmuyorsun?!.” Fakat onun maksadı başkadır. Sen, orada durduğun zaman, “Maşallah, herkesten evvel geliyor, ön safı ihraz ediyor, tam da imamın arkasında duruyor. Gökten inen on sevabın dokuzu ona ait oluyor, diğer bir tanesi de diğerlerine dağıtılıyor!” muhtevasını fısıldar. Bu, sağdan gelme, daha tehlikeli; fakat günümüzün insanı bundan gafil yaşıyor.

Evet, sağdan geliyor; önce iyi şeylere teşvik ediyor: “Hacca git yahu, defaatla git!.. Umreyi hiç kaçırma!” diyor; fakat insan giderken, “Yahu şimdiye kadar başkaları hiç gitmiyordu; onları, şöyle-böyle milletin kaderine hâkim oldukları dönemde, hiç bu incelikte görmedik; değerlerimize saygı duyduklarına şahit olmadık! Dünyevî zevkleri içinde yaşadı gittiler böyle. Bir gaflete yelken açtılar ki, kenara çıkmaya fırsat vermedi. Bak ne güzel işte!..” Sağdan geliyor: “Ne güzel! Sen hacca gidiyorsun, millet de görüyor böyle, ‘Böylesi görülmemişti, hakikaten onun ufkuna erilmemişti, bak neler gösteriyor neler?!.’ diyor.” Oruç tutarken de öyle: Konuşur bir yerde, oruç değildir esasen; önüne su koydukları zaman, elinin tersiyle iter. “Gafil misiniz siz? Benim gibi bir Müslüman, oruç tutuyor!..” Bu tavrıyla bile, yine orada dinin bir dinamiğini ayağının altına koyduğu bir kerpiç olarak kullandı demektir. Bütün bunlara, “istismar” diyoruz, “ona dayanıp tahribât yapma” diyoruz, hafizanallah.

Cennetin sekiz kapısı var, dünyada kalb kapılarını maneviyata açanlar için; Cehennem’in de yedi kapısı var, şeytanın dört bir yandan nüfuzuna mani olmayanlar için.

Şeytanın bir de soldan gelmesi vardır ki, günümüzde o da var, o da tehlikeli. Çoklarının hayatına baktığınız zaman, menâhî irtikâp ediliyor, gırtlağa kadar. İbadet ü tâat, böyle kirlendiği gibi, öbür taraftan da onların ruh dünyaları bütün bütün yıkılıyor; esas mevzilenmiş şeytanlara kale kapıları gibi kalbde kapılar açılıyor. Bohemce yaşıyorlar, harama bakıyorlar, haramı dinliyorlar, yalan söylüyorlar. Büyük serkârlardan bir tanesinin söylediği yalanların “bin”e bâliğ olduğunu söylüyorlar; iftiralarının, bine bâliğ olduğunu söylüyorlar. Ve bunları bir kere söyleyince, “günah-ı kebâir” olur, istiğfar ile buz gibi erir gider; fakat bunları önemli bir şey değilmiş gibi sürekli söylüyorsa, insan kâfir olur. Sürekli, mahzursuz bir meseleymiş gibi iftira ediyorsa, hususiyle Müslümanlık adına yalandan itiraflarda/iftiralarda bulunuyorsa, hiç farkına varmadan, bunu da masumca bir tavır ve davranış olarak görüyorsa, kâfir olur bunlar, isterse namaz kılsın, isterse oruç tutsun. Bunlar da soldan gelme işleridir esasen.

Bir de para ile, mahluk gibi, hayvan gibi satılıp-alınan insanlar var. Yine şeytan soldan geliyor. Birisini bahsediyor bir dost, benim hemşehrim bir dost bahsediyor. Yine “önemli, otuz insandan bir tanesi” dersem, siz anlarsınız. “Siz niye bu olumlu şeylerin, pozitif şeylerin bu kadar aleyhindesiniz?” O, “Ee, şakır şakır para yağdırıyorlar!” diyor. Dedim: “Şimdiye kadar ne kadar verdiler sana?” Unuttum ben, “İki yüz milyon Euro!” dedi galiba. “Evet, ne yapıyorsun bununla?” “İngiltere’de her ihtimale karşı, bir kısım tesisler, villalar yapmaya çalışıyorum!” Geçen de bir arkadaşımız, bunun şerhi/haşiyesi mahiyetinde dedi ki: “Bir sürü insan, kaçma faslı başlayınca kaçabilecekleri yer için dünya kadar yatırım yapıyorlar!”. Soldan gelen şeytan, ruhlara nüfuz etmek suretiyle -çünkü kapılar açık esasen- oradan da vuruyor

Önden geliyor: İleriye matuf bir kabir var, Münkir-Nekir suali var. Evet, burada yine bir ara vererek bir şey arz edeyim; arz etmiştim bunu, mahzur görmüyorsunuz değil mi? Bir kadıncağız varmış, kabirden çok korkuyor. Allah’a inanıyor, Münkir-Nekir’e de inanıyor. مَنْ رَبُّكَ؟ وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ Tabii Münkir-Nekir Arapça bilirler, ona (kadına) söylerken: مَنْ رَبُّكِ؟ وَمَنْ نَبِيُّكِ؟ derler herhalde; “Rabbin kim, Nebin kim, dinin ne?” falan derler. Kadın vasiyet olarak demiş ki: “Beni mezara gömdüğünüz zaman, mezar gibi bir yer de yanımda kazın. Ondan sonra birisi, Allah rızası için, o sual bitinceye kadar orada dursun; yalnızlığın gurbetini yaşamayayım orada. Bir sinerji olur benim için, Hazreti Münkir ve Nekir’e ben de doğru cevap veririm, kem-küm etmeden!”

Hakikaten -Menkıbe bu, menkıbelerin aslına bakılmaz, faslına bakılır.- gömüyorlar ve sonra bir tanesinin de paraya ihtiyacı varmış. Hani şimdikilere bir çuval vermek suretiyle satın aldıkları gibi On beş milyon verince, bir adam, bakın, itibarını, şerefini, onurunu, gururunu, aileye ait izzetini ayaklar altına aldı. Maşallahı var, ticarette aklı eren birisi; vakıa, bu çağda olan. Onun da gözü -işte- paraya takılıyor, “Olsun!”; veriyorlar, “Gömün beni oraya!” diyor. Giderken oraya, yine de dalgın, mezara girecek diye. Komşularından birisinin kapısının önünden geçerken, komşusu orada balta ile odun kesiyormuş, kıymıklardan biri sıçrıyor buraya; o da eline alıyor onu. Menkıbe öyle diyor. Böyle kıymık gibi parçayı elinde o yana bu yana oynatarak gidiyor kabristana. Mezara da tam öyle koyuyorlar. Gömüyorlar, kapatıyorlar; onun üstünü de -herhalde nefessiz kalmaması için ona göre bir şey ile- kapatıyorlar.

Münkir-Nekir hazretleri kadını sorguya geliyorlar; kendi aralarında konuşuyorlar, “Bu nasıl olsa elde bir. Hele bir şu diri adama soralım!” diyor ve başlıyorlar. “O kıymık nereden sana?!” Şaşırıyor. “Geçerken komşunun kapısından aldım” “Ee var mı ona sormadan almak? Vur şuna bir topuz!..” “Aldıktan sonra geriye dönüp itizarda bulundun mu?” “Yok, bulunmadım!” “Vur bir topuz!..” Bir kıymık için otuz tane topuz vuruyorlar. “Aman bunların paraları da, bilmem neyi de yerin dibine batsın!” diyor; yıkıyor üstündeki toprak yığınını, dışarıya çıkıyor.

Evet, bir kabir var burada, bir berzah hayatı var; ondan sonra bir mizan var, terazi var orada. Kıldan ince, kılıçtan keskin bir Sırat var, geçemeyecek ve dökülecek kimseler için bir Cehennem var. Bir, Cennet kapıları var, dünyada kalbinin kapılarını meleklere açanlar için. Bir de Cehennem’in yedi tane kapısı var; şeytana kapıları aralayanlar için onlar da. Bütün bunlar, ileride insanın görmesi/bilmesi gerekli olan şeyler.

“Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.”

Yine, şeytan “Adam!” diyor, “Sen sadece bugünün adamısın. Ye, iç, yaşamana bak!” Mesela bir tanesi -yine namaz kılanlardan- ona yakın olan arkadaşlardan bir tanesinin anlattığına göre “Sâhib-i merâtipten bir tanesi!” diyeyim de siz bir yere koyun onu lütfen! Arkadaşımız, “Allah var, Peygamber var, hesap var, Cennet’e girme var!” deyince, “Yahu siz çok öteleri düşünüyorsunuz!” diyor. Vallahi bu laf da küfürdür, küfür!.. Öteleri!..

Öteleri düşünmeyeceğim de ne olacak?!. آمَنْتُ بِاللهِ، وَمَلاَئِكَتِهِ، وَكُتُبِهِ، وَرُسُلِهِ، وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ، وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالَى، وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah Teâlâ’dan geldiğine, öldükten sonra yeniden dirilmenin hak olduğuna iman ettim. Şehadet ederim ki, Allah’tan başka hak mabud yoktur ve yine şehadet ederim ki, Hazreti Muhammed O’nun kulu ve rasûlüdür.” Yahu, şeklî ve sûrî dahi olsa, bu sözleri her gün camilerde imamlar, kültür olarak ifade ediyorlar, sen de duyuyorsun!.. Allah’tan kork, hiç olmazsa Allah’tan kork; utan, böyle deme!..

Fakat işte, Müslüman görünür, “Bu sistemi İslamî bir çizgiye getireceğiz!” der ama hali bu onun. “Çok ileriye matuf şeyleri düşünüyorsunuz!” Bunlar, bugünün kuşluk öncesinin zavallı çocukları Haa, öğlenin de değil, ikindinin de değil, akşamın da değil, yarının hiç değil, öbür günün hiç değil, öbür âlemin hiç değil; alakaları yok. Hayatlarını tamamen dünyevî gelirlere göre planlamışlar. “Ben şöyle davranırsam, şöyle düşünürsem, kendimi şöyle ortaya koyarsam, ne kazanırım!” ona bakıyorlar. Dolayısıyla bu defa da şeytanın önden vurması

Şeytan, bazen de arkadan gelir. “Geçmiş-gelecek masal hep; eğlenmene bak, ömrünü berbat etme!” Bu da mazi ile alakanı koparıyor senin. Oysaki mazi, bir fideliktir; mazi, toprakta bir kuvve-i inbatiyedir; “gelecek” ancak onun bağrında inkişaf eder; aynı zamanda tarih şuuru o sayede gelişir ve siz o irtibat ile -Allah’ın izni ve inayeti ile- geçmişteki o ulvî duygularınızı, gaye-i hayallerinizi yeniden ihyâ edebilir, bir ba’s ba’de’l-mevt yaşayabilir, yaşatabilirsiniz. Şeytan, arkadan geliyor.

Ve şeytan hiç bilemediğiniz şekilde tepeden de gelir, nöronlarınızı bozar; bilemediğiniz şeylere, kafa karışıklığına sebebiyet verir. Öyle şoklar yapar ki?!.

Bazen de alttan gelir şeytan. Alttan gelmesi, hiç bilemediğiniz şekilde bir şeydir, bilemediğiniz şekilde, tepe-taklak getirir. Buna karşı İnsanlığın İftihar Tablosu, sabah-akşam -az bile olur, bizler için- şöyle der ve denmesini tavsiye buyururdu: اللَّهُمَّ اسْتُرْ عَوْرَاتِي، وَآمِنْ رَوْعَاتِي؛ اللَّهُمَّ احْفَظْنِي مِنْ بَيْنِ يَدَيَّ وَمِنْ خَلْفِي، وَعَنْ يَمِينِي، وَعَنْ شِمَالِي، وَمِنْ فَوْقِي، وَأَعُوذُ بِعَظَمَتِكَ أَنْ أُغْتَالَ مِنْ تَحْتِي “Allahım, ayıplarımı setret ve beni korktuklarımdan emin eyle. Allahım, önümden ve arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden (gelecek tehlikelerden) beni koru ve ayağımın altından derdest edilmekten de Senin azametine sığınırım.”

Düşünün!.. Kur’an, Allah kelamı; onu okurken, أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ “Recmedilmiş, Allah tarafından tard edilmiş, kovulmuş şeytanın şerrinden Sana sığınarak, Senin kelamına başlamak istiyorum!”diyoruz.

Son olarak, Şeytan’dan Allah’a sığınmanın yanı başında, her şeyi siyasetine âlet eden siyasîlerin şerrinden de Allah’a sığınmak lazım. Tam mevsimi أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ، أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ، أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ “Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım. Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım. Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım!..”Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Kara bulutlar ve dua seferberliğine çağrı

Fethullah Gülen: Bamteli: Kara bulutlar ve dua seferberliğine çağrı

  • Bir buçuk milyara yakın bir durumumuz var. Ama ilk müslümanların sayısı yüz bindi, dünyaya kendilerini dinletiyorlardı. Onların onda biri kadar dünyaya kendimizi dinlettiğimiz söylenemez. Ve müslümanlık var olduğu günden bu yana dünyada bizim dönemimizde yaşadığı kadar da derbeder olmamıştır. İşte himmeti âli olan insanlar, her zaman Allah’a müteveccih olan insanlar, İslamiyet’i seven insanlar, onun bir şey ifade etmesini arzu eden insanlar, milletlerinin ayaklar altında ezilmekten kurtulup başlara taç olmaları, insanlık için sertac-ı iptihac olmaları için ellerini kaldırıp o fırsat, o teveccüh aralıklarını böyle değerlendirmeliler.
  • Namazın içinde bile kıtmiriniz -imamı dinlemek, ister cehri olsun, ister hafi olsun- aklımdan bu mülahazaları geçiririm ben. Eşref saate rastlar diye, Allah’ın kabul buyuracağı bir dakikaya rastlar diye, başımı yere koyduğum zaman, “Ne olur Allah’ım şöyle olsun ümmet-i Muhammed; başta ülkemizin insanı böyle olsun; birbirini yemesin, kusurları birbirine mal etmek suretiyle atf-ı cürümde bulunmasın, kendilerini aklamaya-paklamaya gitmesin.. aklamanın-paklamanın kapısı Senin kapındır, Senin dergahına teveccüh etsin ve dua etsinler.”
  • Siz hiç denemediniz mi bunu? Kıtlık olduğu zaman urbalarınızı tersine çevirdiniz, ellerinizi de böyle tuttunuz. Burada biz bunu yaşadık, iki defa yaşadık; altı ay bir sene, belki iki sene kuraklık oldu, bir damla yağmur düşmedi. 3-5 tane ağzı dualı çıktı şurada dua ettiler.. bir gün.. ertesi gün müydü, sağanak sağanak yağmur yağmaya başladı. O gün bugün burası yağmur mahalli oldu. Kıtmirin haline gelince, “Ben, dedim, onların içinde karışmayayım, benim yüzümden yağmur kesilir”, pencereden baktım, “Beni de böyle kabul et” dedim; onlar dua ederken, uzaktan dualarına iştirak etmeye çalıştım. O gün bugün de yağıyor.
  • Şimdi sağımızda-solumuzda bir sürü olumsuz, negatif hadise cereyan ediyor; bir taraftan bir şekavet şebekesi senelerden beri insan öldürmeye doymamış caniler gibi.. yamyamlıktan daha kötüdür bu. Senelerden beri millete kan kusturuluyor. Bir yerde düşünün ki, yüz tane insanın ölmesini, nasıl insan olursa olsun, bu yüz tane insanın on tane aileyle münasebeti varsa, bin tane aileye ateş düşüyor demektir. Bunu hafife alamazsınız ki.. bu her gün cereyan etse bile kanıksanmamalı; büyük bir hadise olarak algılanmalı. 'Allah’ım bu belayı def u ref eyle' demeli.
  • Falan iyi bir politika burada yürütemedi, zayıf diplomasi yüzünden geldi, ağalar, askerler burada yapmaları gerekli olan şeyleri yapamadılar... Hukuk sisteminde olduğu gibi, böyle kendisine bir şey atfedildiğinde, atf-ı cürümle o işten sıyrılma gayreti içine girmenin hiçbir faydası yok. İş olup bittikten sonra, “şöyle olmalıydı, böyle olmalıydı” demenin hiçbir faydası yok. Aklınız varsa, basiretiniz varsa, think-tank kuruluşlarınız olur sizin. Daha önceden idare edenlere akıl verirsiniz, alternatif sistemler sunarsınız; olmadan evvel, o meselenin önünü almaya çalışırsınız.
  • Sesim ulaşsaydı, ünüm yetseydi, derdim Türkiye’de bütün camilere hitap edecek insanlara: Ne olur Allah aşkına, yağmur duasına çıkıyor gibi çıkın, urbalarınızı tersine çevirin; ellerinizin iç yüzünü, ayalarını aşağıya doğru çevirin, tevcih edin, Cenâb-ı Hakk’ın bu belaları üzerimizden def u ref etmesi için O’na teveccühte bulunun, ağlayın, sızlayın. Duası makbul birinin duası o mevzuda müessir olabilir, eşref saate rastlayabilir. Günde beş vakit bile camilerde böyle dua etseniz, bağırıp çağırarak değil, içinizi Allah’a dökerek, meseleyi biraz gözyaşlarınızla seslendirerek, kalbinizin sesini dilinizle dışa dökerek Cenâb-ı Hakk’a dua, tazarru ve niyazda bulunun.
  • Kıtlık, Medine halkını muvakkaten demir pençesine aldı. Seyyidina Hazreti Ömer milletin başında.. “Ben milletin başında olduğuma göre bu daire bana ait, olumsuz bir şey benim yüzümden olabilir!..” Başını yere koydu; Eslem diyor ki, “Harabede yalvarıyordu: ‘Allah’ım benim yüzümden ümmet-i Muhammed’i mahvetme’ diyordu.” Bu anlayış ve bu şuurla Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etme. Ben bir camide imam isem şayet -onu da yüzüme gözüme bulaştırmış tam yapamamışımdır; uzun zaman yaptığım halde yapamamışımdır- eğer o camiyle alâkalı, o cemaatle alâkalı olumsuz bir şey varsa, ben onu kendimden bilmeli, halk uykudayken kalkmalıyım; “Ey dide nedir uyku, gel uyan gecelerde / Kevkeblerin et seyrini seyran gecelerde / Bak heyet-i âlemde bu hikmetleri seyret / Bul sâniini, ol O’na mihman gecelerde.” demeli, başımı yere koymalı, içimi dökmeli, “Benim yüzümden bu cemaate zarar verme!..” demeliyim. Vilayetteki, vilayeti idare eden insan da, o da kendi dairesi açısından öyle demeli; kasabadaki kendi dairesi açısından öyle demeli; köydeki kendi dairesi açısından öyle demeli; milletin başındakiler de kendi açıları açısından öyle demeli.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Karanlıkların suikast plânı ve Hizmet'e kumpas

Karanlıkların suikast plânı ve Hizmete kumpas

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Mümin, her zaman çevresine güven veren bir emniyet insanıdır; fâcir/münafık ise hayatını ayak oyunlarıyla sürdüren bir hilekârdır.

Mü’min, “yeryüzünde güvenin temsilcisi insan” demektir. Mü’min, o adını, o unvanını, Cenâb-ı Hakk’ın -sizin her zaman tekrar ededurduğunuz- 99 esmâ-i hüsnâsının içindeki el-Mü’min (celle celâluhu) isminden almıştır. O’na (celle celâluhu) ait yanıyla, “Mü’min”, emniyet ve güveni yaratan, yeryüzünde emniyet ve güven ortamı oluşturan, aynı zamanda insanları emin hale getiren demektir. İnsanlara verilen isim olarak ise, “mü’min”, inanılması gerekli olan hususlara inanan, gönlünü O’na ve O’nunla irtibatlandırması lüzumlu şeylere bağlayan ve aynı zamanda yeryüzünde hep emniyet ve güven soluklayıp duran, herkesin itimat ettiği insan manalarına gelmektedir.

Mü’min, ayak oyunu bilmez. Mü’min, hud’a bilmez. Mü’min, hile bilmez. Selâhaddin’in bir Fâtımîli hanıma sırtını dönüp “Vur bıçağı sırtıma!” dediği gibi, mü’min hep güven soluklar. Mü’min, öyle olmalıdır.

Mü’min, (hile yapmak, tuzak kurmak, pusu ile kaydırmak manalarına gelen) “mekr” ve “keyd” gibi kötülüklerden uzaktır. Bu kelimeler, Kur’an’da -adedini şu anda diyemeyeceğim, bilemeyeceğim- ama değişik yerlerde geçmektedir. Mesela; وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللهُ وَاللهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ “Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.” (Enfal, 8/30) إِنَّهُمْ يَكِيدُونَ كَيْدًا وَأَكِيدُ كَيْدًا “(O’nu reddedenler,) planlar yapıp tuzaklar kurmakla meşguller ama elbette Ben onların tuzaklarına mukabele eder, hilelerini başlarına dolarım.” (Târık, 86/15-16) Onlar, mekr peşine, komplo peşine, entrika peşine, ayak oyunu peşine takılıp giderler. Fakat Allah, onların o komplolarını kendi başlarına dolar, ona mukabelede bulunur. “Mekr” ve “keyd” sıfatlarını Zât-ı Ulûhiyete nispet etmeme mülahazasıyla, dilin hususiyeti olarak “mukâbele” ve “müşâkele” mevzuu Fakat biz orada, denmesi gerekli olan şeyi daha hassas üslupla ifade ediyor, “Mekirlerini kendi başlarına, keydlerini kendi başlarına, hud’alarını kendi başlarına dolar!” diyoruz. Zât-ı Ulûhiyete saygının ifadesi

İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve o silsileden olanlara “zeberced silsile” diyoruz. Hani Nakşî’lerde “silsile-i zeheb” var, altın silsile. Zeberced silsile de bütün enbiyâ-i izâm, asfiyâ-i kiram, mukarrabîn-i fihâm efendilerimiz. Onlar, kendilerine yapılan bir keyd, bir hile, bir hud’â karşısında kat’iyen “mukabele-i bi’l-misl”e gitmemişler; kendileri gibi davranmışlar, kendileri gibi kalmışlar, karakterlerine hep sâdık olmuşlar.

Evet, mü’min, oyuna başvurmaz. Mü’min, güven arayan insanların sığınacağı bir sığınaktır. “Nereye sığınmalıyım ben?”diye düşünenler, “Mü’min’e sığınırsam şayet, kendimi emniyet ve güven içinde hissederim!..” diyebilmelidirler.

“Ahdimi yerine getirin ki, Ben de size olan va’dimi yerine getireyim. Ve (kul olduğunuzun ve Benim kudretimin şuuru içinde) yalnızca Ben’den korkun.”

Kur’an-ı Kerim’de, إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ “Allah, karşılığında kendilerine Cenneti vermek üzere mü’minlerden öz varlıklarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) buyuruluyor. “İştirâ” kelimesi, değişik yerlerde, farklı şekilde kullanılıyor. Kimileri “dalalet”i, sapıklığı, hileyi peyliyor; bir yönüyle, onun müşterisi oluyorlar. Kimilerine de Allah (celle celâluhu) karşılık olarak Cenneti verip onlardan canlarını ve mallarını satın alıyor. Bu ayet-i kerimedeki “Bâ” harfi, “bâ-i mukabele” oluyor. İsterseniz -uzak bir ihtimal- şart-ı âdî planında “bâ-i sebebiye” de diyebilirsiniz; o takdirde “bu sebeple” manasına gelir. بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ Fakat “sebebiye”den ziyade “mukabele” manası daha uygun görünüyor.

Evet, “Allah (celle celâluhu), mü’minlerden nefislerini ve mallarını satın almıştır.” deniyor. Allah’ın onları satın alması demek, insanın, malını, canını, mamelekini, elinde olan her şeyi Allah yolunda harcaması demektir. Adeta, Allah (celle celâluhu) “Siz, şunu Bana verin, Ben de size şunu vereyim!” diyor.

Bakara sûre-i celilesinin de hemen başında, İsrailoğulları’na يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ “Ey İsrail Oğulları! Size lütuf buyurduğum nimetimi hatırlayın. Ahdimi yerine getirin ki, Ben de size olan va’dimi yerine getireyim. Ve (kul olduğunuzun ve Benim kudretimin şuuru içinde) yalnızca Ben’den korkun.” (Bakara, 2/40) Burada da bir “mukabele” söz konusu. “Siz, verdiğiniz sözü yerine getirin, Ben de size öyle mukabelede bulunayım; Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim!

Siz, bir adım atarsanız, kendi çerçeveniz, kendi darlığınız, kendi iradeniz, kendi gücünüz, kendi kuvvetinize göre bir adım atmış olursunuz. Fakat kime doğru bir adım atıyorsunuz? Kimin yaklaşmasını dileyip O’na çağrıda/davette bulunuyorsunuz? (Bazı şeyleri ifade etmede zorlanıyorum, “saygısızlık olur” diye, teemmül etmeden diyemiyorum.) Neyi peylemek istiyorsunuz?!. Allah’ın rızasını, Rıdvân’ını, Cenneti, ebediyeti peyleme gibi bir şey. Siz, Allah’ın önceden size verdiği şeyleri, yine O’nun yolunda kullanırsanız, Allah (celle celaluhu) da Zâtına muvafık şekilde mukabelede bulunacaktır. Siz kendi darlığınız içinde, imkânlarınız içinde, adımlarınızın vüs’ati içinde bir adım atmış olacaksınız, bir el uzatmış olacaksınız, bir bakışta bulunmuş olacaksınız, bir kulak kabartmış olacaksınız. Fakat Semî’, Basîr, Kadîr, Muktedîr, Alîm, Mürîd olan Hazreti Allah, kendi azametine uygun bir kurbet ortaya koyacaktır, öyle bir yakınlık ortaya koyacak, öyle bir mukabelede bulunacaktır.

“Verilir, ‘Ben âcizim, Kudret Sen’in!’ dedikçe / Veren’in şânı yüce, sen iste istedikçe!..”

Burada kesip meseleyi bir küçük menkıbe ile tavzih edeyim: Menkıbelerin aslını sorgulayabilirsiniz fakat menkıbeler ifade ettikleri manalar bakımından bazı şeylere projektör gibi ışık tutar ve onları aydınlatır: Adamın birisi, Abbâsîler döneminde Bağdat’a hükümdarı ziyarete gidiyor. Giderken de kendi bölgesinde bulunan çok kıymetli bir sudan bir testi götürmeye karar veriyor. Herhalde o su çok soğuk ve aynı zamanda koli basilinden de uzak, tertemiz. “Belki orada yoktur!” diye, Bağdat’a bir testi su ile gidiyor. Onun vereceği şey, o kadar, o kadar küçük bir şey. Hatta nehrin/Dicle’nin üzerinden geçerken “Yahu Dicle, adamların kendi yakınlarında akıyor; onların suya falan ihtiyaçları yoktur!” da demiyor; “Olsun!” diyor. O testi ile hükümdarın huzuruna varıyor. Hüsn-i kabul ile karşılanıyor, testinin suyu alınıyor. Sonra, o geriye dönmek istediğinde, hükümdar, kendine göre bir şey yapıyor, “O testiyi altın ile doldurup verin!” diyor.

Şimdi, Allah (celle celâluhu) da Kendi azametine, ulûhiyetine, rahmetinin vüs’atine ve fazlının enginliğine göre mukabelede bulunuyor. Siz, bir şey veriyorsunuz, “Ben, bunu peylemek istiyorum!” diyorsunuz; “Allah’ın rızasını, Rıdvan’ını peylemek istiyorum! Attığım adımı Cennet için atıyorum!” diyorsunuz. Allah (celle celâluhu) da “dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı onun bir saatine mukabil gelmeyen cennet hayatı”nı ve “Cennetin de bin senesinin, bir saatine mukabil gelmediği rü’yet-i Cemâl”ini lütfediyor, ihsanda bulunuyor.

O küçük menkıbede anlatılan bir testi suyun karşısında, bir testi altın; iki testi de olabilir, iki yük de olabilir, iki harâl da olabilir, iki çuval da olabilir. Kaldı ki onların imkânları da yine sınırlı; Bağdat’ta hükümdar olsa bile, imkânları sınırlıdır. Bir Melik (celle celâluhu), bir Mâlik (celle celâluhu) düşünün ki, O’nun imkânları sınırsız, nâ-mütenâhi. Dağlara “Altın olun!” dediği zaman dağlar altın olur. Öyle bir Melik’e (celle celâluhu) siz, elinizdeki küçük şeyleri veriyorsunuz Can nedir ki, o uğurda verilmesin?!. Fuzuli’nin ifadesiyle;

“Cânı Cânân dilemiş, vermemek olmaz ey dil,

Ne nizâ eyleyelim, ol ne senindir ne benim!..”

Baştan O (celle celâluhu) vermiş onu. Şimdi onu istiyorsa, karşılığında sana öyle şeyler verecektir ki, esasen, sen utanacaksın, hicap duyacaksın; “Verdiğime bakın, bir de aldığıma bakın!” diyeceksin. Evet, siz verilene bakın!..

Elverir ki, insanlar hep o “Veren”den (celle celâluhu) verme beklesinler ve o mevzuda atılması gerekli olan adımları atmaya çalışsınlar.

“Verirler, ‘Ben âcizim, Kudret Sen’in!’ dedikçe,

Veren’in şânı yüce, sen iste istedikçe..”

Üstad Necip Fazıl’a ait. Bana kalsa, “Verirler” kelimesini “Verilir” diye değiştirirdim:

“Verilir, ‘Ben âcizim, Kudret Sen’in!’ dedikçe,

Veren’in şânı yüce, sen iste istedikçe..”

Veren’in şânı büyük, sen iste istedikçe!” diyor Hazret..

Bu açıdan, Allah yolunda, ne verilirse verilsin, insan, onun milyonlarca katıyla mukabele görür; Allah, öyle mukabelede bulunur.

Asıl kendileri “sızmış” olan karanlık ruhlar, kara bir kadroyla, kapkara bir kısım planları sahneye koydular!..

Söz buraya kaymışken, bir hususa dikkat çekmek istiyorum:

Bir kısım kapkara ruhlar.. millet böyle kara günlerini yaşadığı zamanda.. kapkara ruhlu bir kadro ile.. kapkara bir kısım senaryolar hazırladılar.

Önce, dershanelerin kapatılması için, en masum hizmetlere “sızma” dediler. Bir vatan evladının kendi memleketinde, değişik hayatî birimlere girmesine “sızma” denmez. Osmanlıların içine sokulmuş insanların yaptığına “sızma” denir. Kendi vatanında, “yeniden millî mücadele” diyen insanlara “sızma” denmez. Vatan evladı, öyle bir organizasyon içine girebilir. Ama ülkenin mevcut anayasası var, kanunları var; o kanunlara göre hareket ederler bunlar. Devleti aşmaya çalışmazlar; devletin ortaya koyduğu kanun ve nizama göre hareket ederler ama öyle olur. “Milli Görüş Teşkilatı”; sızma mıdır bu?!. Saygısızlık olur!.. Merhum Hoca döneminde, “Akıncılar” diye bir grup oluşmuştu, ikisi arasında hafif bir vuruşma/sürtüşme de vardı. Bunlara “sızma” denmez. Hayatın her birimine girme, onların hakkıdır.

Birileri sızmış “Âlemi nasıl bilirsin?” “Kendin gibi!..” Birileri, belli menfur ve münker düşüncelerini realize etmek için sızmış olabilirler; Devlet-i Aliyye içine sızmış olabilirler. Bunlar, kendileri gibi düşünmeyenlere de hep “sızmış” nazarıyla bakabilirler. Dolayısıyla da o dershanelere, o okullara, o üniversitelere tâ baştan karşı çıkmalarının arkasında bu saik vardı. Hatta gittikleri yerlerde o müesseselere adım atmama, âdeta onları o ülkenin insanları/idarecileri nazarında ademe mahkum etme gibi tavır ve davranışlarda bulundular. Bir yıkma cehdi, o zaman sinsiceydi, içten içe idi.

Fakat o yetmedi. Belli bir dönemde, bir kısım hırsızlıkları, bir kısım rüşvetleri ortaya saçıldı; hâlâ dünya medyasında, sosyal medyada, Twitter’da bunlar geziyor, canlılıklarını koruyor. Kendilerini derin, koyu Müslüman görüyorlardı. Bu türlü şeyler yüzlerine çarpılınca, -bir yönüyle- yalan söyledikleri ortaya çıktığı mülahazasıyla, “Bu bir darbedir!” falan dediler. İlk senaryo öyle oldu. Onunla, mübarek bir hareketi, dünya çapında bir hareketi, Devlet-i Aliyye döneminde bile reâlize edilemeyen bir hareketi karalamaya kalktılar. İçlerindeki o gaseyânı döktüler.

Fakat “17-25 Aralık” olarak bilinen o hadise de yetmedi. “15 Temmuz”da farklı bir senaryo oluşturdular; birilerini iğfal ettiler. Belki bazı gafil Müslümanlar da o işin içine girdi. Gâfil Müslümanlar!.. Doğrudan doğruya, yapılan o işin mantığına kat’iyen uygun olmayan bir senaryo idi. Dünya gülüyor buna.. ve hiç kimse böyle bir şeyin olacağına ihtimal vermiyor. Bu defa onu değerlendirdiler, darbeyi şiddetlendirdiler. Binlerce insana ve dolayısıyla da milyonlarca ferde -aynı zamanda- acı çektirdiler. Zira bir insanın içeriye atılması, bir aile demektir; belki akraba ve taallukatı da nazar-ı itibara alınınca, “aileler” demektir. Binlerce insan Elli bin insan, yüz bin insan için bu mezâlim, bu haince planlar uygulanıyorsa şayet, milyonlarca insana zulmediliyor demektir. Bunca insandan “Hakkınızı helal edin!” deyip helallik almayınca, câmiye de gitseler, oruç da tutsalar, Cehenneme gitmeleri mukadderdir onların. -Cehennemlik, kâfir sıfatıyla muttasıf; “kâfir” demiyorum.- Çünkü bu yapılan şeyler, kâfir sıfatı, mü’minde bulunmaz böyle bir şey.

O da ayrı bir şey oldu ama o da sonra fiyasko ile neticelendi; dünya inanmıyor, ona da inanmıyor. Sonra tuttu bir “elçi senaryosu” ortaya koydular. Bir adam çıktı, bağırdı fakat onu da yine Hizmet Hareketi’ne mal etmek istediler. Adam, açıktan açığa, nispetini/aidiyetini söyledi/dillendirdi. Aidiyetini söylediği kesimin başındakiler de “O, bizdendir!” dediler. Böyle söylemelerine rağmen, o bir kısım zift cerâidi o meseleyi de yine Hizmet Hareketi’ne mal etmek suretiyle, bir de öyle bir darbe vurmak istediler. Halk nazarında, muhalif sesler de bütünüyle kesildiğinden ve doğruyu seslendirecek kimse kalmadığından dolayı, bir kısım ârâftakiler (Merhum Cemil Meriç’e ait ifadeyle “ârâftakiler”) de işin ucu kendilerine dayanacağı âna kadar onların arkasında sürüklendiler; “Aman, başımıza bir dert açarız!” falan dediler. Fakat yavaş yavaş daire genişledi, başkalarına da uzandı bu mesele.

Öyle bir suikast ki, zahiren bazı siyasîleri ve itirafçı kılıklı müfterîleri hedefe koyacaklar fakat aslında Hizmet gönüllülerini vurmaya çalışacaklar.

O da tutmadı. Dünya, şimdi ona da gülüyor. Hatta o elçi hangi ülkeye mensup ise şayet, onlar bile inanmadılar. Onların da çok yüksek tirajlı gazetelerinde ve televizyonlarında bu mesele çok farklı şekilde değerlendirildi. Ve o münasebetle mesele Kıtmîr’e sorulduğu zaman, bir mülahazamı arz ettim; şimdi tekrar etme lüzumunu duyuyorum:

Baskı karşısında dayanamayan, immün sistemi o mevzuda zayıf olan bazı kimseler var. Hizmet’te bulunmuşlar ama işin içinden sıyrılmak için itirafçı (daha doğrusu, iftiracı) olmuşlar. Nitekim geçenlerde medyaya düştü; yukarılardan bir tanesi, bilmem şu kadar insana “Eğer siz birilerini söylerseniz, onları ele verirseniz, sizi salarım!” dediğini fakat sonra da salmadığını söyledi. Fakat onlar isimler verdiler, bir sürü isimler. Masum insanların isimlerini verdiler. Onlar da dinlenmeye alındı ve böylece yara aldılar o insanlar da; ticarî hayatlarında, iş hayatlarında, memuriyet hayatlarında yara aldılar. Böyle şeytanî mülahazalara başvuruldu.

Şimdi endişem; bu itirafçılardan, daha doğrusu iftiracılardan, bir baskı karşısında dayanamayıp, mü’min kardeşlerine itiraf adı altında böyle iftirada bulunanlardan.. bir de müfteri kalemler var, o müfteri kalemlerden bazılarına bir şey yapabilirler. Dolayısıyla da derler ki, “Bunu da Hizmet yaptı. Çünkü daha evvel içlerindeydi, ihanet ettiğinden dolayı cezalandırdılar!” Endişemi izhar ettim burada ve bu endişemi koruyorum.

Çünkü kapkara yerden gelen, kara bünyanlarda yaşayan, kapkaranlık ruhlarla meselelerini görüşen kapkara dimağların, zirveye kadar kapkara dimağların, aydın düşünmeleri, aydın şeyler ortaya koymaları mümkün değildir. Bunu da yapabilirler. Herkes bilmeli!.. Bir masumu, bir mâsuma böyle Birini kâtil, birini maktul haline getirebilirler. Bir fâil-i meçhul ile, bir kere daha mübarek Hizmet hareketini karalamaya çalışabilirler.

Şimdi ise ayağa düşmüş bir şey var: MHP’den mi, CHP’den mi, bir insanı öldürtmek suretiyle bir de onlarda Hizmet Hareketi’ne karşı antipati uyarma Doğrudan doğruya, karar alınmış; sadece maktulü belirleme kalmış. “Kimi yaparsak, isabetli davranmış oluruz?!. Kimi yaparsak turnayı gözünden vurmuş oluruz?!.” Maktulü belirleme mevzuu kalmış sadece. Bu da ayağa düşmüş, dillere düşmüş.

Rezaleti o kerteye getirdiler ki, artık yapılan bu rezaletleri bütün dünya tiksinti duyarak temâşâ ediyor. Bunu da yaparlar. Ve tabii orada muhalif bir ses olmadığından dolayı, o da yine etrafa zift püskürten cerâid tarafından onların arzu ve isteklerine göre değerlendirileceği için, bir de o töhmet altında bırakılacaksınız. Oysaki siz, hayatınızda, –kendimden daha emin olarak hakkınızda konuşuyorum– karıncaya bilerek basmamışsınızdır.

Yıkılmak üzere olan bir uçurum kenarına saltanat kuranlara aldırmayın; siz Allah’a teveccüh edip Cenneti peyleyeceğiniz yolda yürümeye bakın!..

Başka söylentiler de oldu: Hapishanelere koydukları, tıka-basa doldukları o insanlar içinde, bir başkaldırma tablosu göstermek suretiyle, ateş etme, öldürme ve böylece “İşte bakın, bunlar terörist!” falan, dedirtme meseleleri, yine o kapkara iklimlerde ısrarla üzerinde durulan, konuşulan şeylerdir. Ruhlar, duygular, düşünceler kapkara olunca, haramîlik o işin kaçınılmaz yanını teşkil eder.

Bunları deme lüzumunu duydum. Beş-altı senaryo değerlendirdiler. Hepsi yalana bina edilmişti ve hepsi çökmeye mahkûmdu. أَفَمَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى تَقْوَى مِنَ اللهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ أَمْ مَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِهِ فِي نَارِ جَهَنَّمَ وَاللهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ “Binasını, Allah’a karşı gelmekten sakınma (takva) ve Onun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır; yoksa yapısını, yıkılmak üzere olan bir uçurum kenarına kurarak onunla beraber cehenneme yuvarlanan mı? Allah zalimler gürûhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez.” (Tevbe, 9/109) Allah, bu zalim kavmi, iflah etmeyecektir.

İnanmayın; hiçbir şeylerine inanmayın onların. Çünkü yalan ile oturuyor, yalan ile kalkıyor; iftira ile oturuyor, iftira ile kalkıyor; senaryo ile oturuyor, senaryo ile kalkıyor; komplo ile oturuyor, komplo ile kalkıyor; hile ile, hud’â ile oturuyor, hile ile, hud’â ile kalkıyorlar. Akla-hayale gelmedik daha ne kötülükler irtikâp edebilirler.. irtikâp edebilir ve bunu masum bir cemaate fatura ederler.

Dünyanın değişik yerlerinde okulları kapattırmak için bütün güç ve kuvvetlerini kullanıyorlar. Elçilerini, konsoloslarını, ekstradan gönderdikleri o siyasîlerini kullanıyorlar Hizmet’i oralarda durdurmak için. Ve bir-iki yerde de kafaları karıştırdılar. Belki tehdit ettiler veya bir şey vadettiler. Vadettikleri şeyin hiçbirini de yerine getirmediler Çünkü yalana “meşrû” diyorlar.. çünkü aldatmaya “meşrû” diyorlar.. iğfâle “meşrû” diyorlar. Dolayısıyla bir sürü gayr-ı meşrû şey, meşruiyet adı/unvanı altında irtikâp ediliyor. Milletin alın teriyle kazandığı malına el koyma irtikabını, ihtilâsını, tagallübünü, tahakkümünü, tasallutunu, temellükünü yapan hayâsız insanlar, çok rahatlıkla bunları da irtikâp ederler.

Evet, böyle bilin. Âhirette bu böyle bilinecek. Allah’ın huzuruna öyle çıkacaklar; asâ gibi iki büklüm çıkacaklar. O gorilleşen insanlar, goriller olarak, kırede (maymunlar) olarak, henâzir (hınzırlar) olarak öbür tarafta haşr ü neşr edilecekler. O ayıp, onlara yeter!.. O ceza, onlara yeter!..

Siz, peylediğiniz şeyi peyleyin!.. Ne yaparlarsa yapsınlar, siz geri durmayın!.. Siz, اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَالْاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ  “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı diliyorum, lütfet!” deyin. Siz,اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَقُرْبَكَ، وَمَحَبَّتَكَ، وَعِنَايَتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنَكَ الْحَصِينَ، وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ اَللَّهُمَّ اَلْإِيمَانَ الْكَامِلَ، وَاْلإِسْلاَمَ اْلأَكْمَلَ، وَاْلإِخْلاَصَ اْلأَكْمَلَ، وَاْلإِحْسَانَ اْلأَكْمَلَ، وَالصَّدَاقَةَ الْكَامِلَةَ، وَاْلاِسْتِقَامَةَ الْكَامِلَةَ، وَالتَّوَكُّلَ التَّامَّ، وَالتَّسْلِيمَ التَّامَّ، وَالتَّفْوِيضَ التَّامَّ، وَالثِّقَةَ التَّامَّةَ * آمين “Allahım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı; vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı, hıfz u sıyanetinle korumanı, aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı; bütün düşmanlarımıza karşı bizi yardımınla destekleyip zafere ulaştırmanı diliyoruz. Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı talep ediyoruz. Allahım, bizi kâmil imana, İslam’ı mükemmel yaşamaya, her açıdan tam ve kusursuz ihlas, ihsan, sadâkat, istikamet, tevekkül, teslim, tefviz ve sikaya muvaffak kıl. Âmin.” deyin!.. Deyin ve doğru bildiğiniz yolda yürüyün!.. Zira Allah (celle celâluhu) malınızı ve canınızı peyliyor; “Bana verin, vereceğimi vereyim!” diyor.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Karar kararabildiğin kadar!..

Fethullah Gülen: Karar kararabildiğin kadar!..

Çölleri cennetlere çevirmenin biricik yolu

  • “Ey kupkuru çölleri cennetlere çeviren gül!..” İslam dünyasına o kadar gülmüştün; etrafa güller saçmış, gül kokuları neşretmiştin; bir kere daha niye olmasın ki?!. Evet, günümüzde güle, gül kokusuna, gül gibi olmaya çok ihtiyaç var. Gönlümüz gül gibi olursa, gezdiğimiz her yer de -Allah’ın izniyle- ıtriyat çarşısı gibi hep gül kokar.
  • Elin-âlemin sağa sola levsiyât savurmasına, kerih kokular neşretmesine bakmamak ve ona takılmamak lazım. Aynı şeyleri yapmakla mukabelede bulunmak, İslamî konumumuz ve duruşumuz itibarıyla bize yaraşmaz, yakışmaz. Güllerin Sultanı da onu hoş karşılamaz. O zaman size karşı yapılan bütün taarruzları güzel bir tavırla savmaya çalışın. El-âlem, hatta sizinle aynı safta bulunan ve aynı kıbleye yönelen insanlar yaylarını gerip size zehirli oklarını atmaya çalıştığında, siz yayınızı gerin, okunuzun ucuna bir gül yerleştirin ve onlara bir gül atın; duygu ve düşüncelerinizi bu tavırla ortaya koymaya çalışın.

Allah’ın rahmet ve bereketi birleşen gönüller üzerine yağar!..

  • Allah’ın ümmet-i Muhammed’e en büyük lütuflarından bir tanesi, onların kalblerini te’lif etmesi, onları bir araya getirmesidir. Gönülleri birbirine ısındırmak çok zordur. Kalbleri telif edecek, insanları birbirine sevimli kılacak ve dostluk köprülerinin kurulmasını sağlayacak olan sadece Allah’tır. Nitekim İlahî Kelam’da “Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin, yine de onların kalblerini birleştiremezdin; fakat, Allah onları birleştirdi. Çünkü O Aziz’dir, Hakîm’dir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Enfâl, 8/63) buyurulmuştur. Evet, kalbleri birbirine ısındırmak, insanları bir araya getirmek ve onlardan bir vahdet örgülemek için dünya dolusu altın, gümüş sarfedilse yine de yeterli olmaz. Te’lif belki ittihattan ve vifaktan evvel gelir. Bu, en basitinden, en seviyesizce bir araya gelmeye denir. Bunun üstünde esas vifak ve ittifak vardır.
  • Vifak ve ittifak, sizin aranızda problemleri çoğaltmama adına da önemlidir. Çünkü insanın belli ölçüde bir enerji kapasitesi vardır. Onu dağıtacak olursanız, asıl vazifenizi gereğince eda edemezsiniz. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, iki elimiz var; dört elimiz olsaydı dahi bu hizmete yetmezdi. Öyle dağılırsak, konsantre olamazsak, en basit işlerde bile başarı sergileyemeyiz, başarılı olamayız. Kendimiz, kendimiz olma çizgisinde kendimizi ifade edemediğimizden dolayı, başkalarına da bir şey anlatamayız.
  • Hazreti Üstad, “Vifak ve ittifak tevfîk-i ilâhinin en büyük vesilesidir.” diyor. Bir dua!.. Siz birleşirseniz, Allah da muvaffakiyetlerini sağanak sağanak başınızdan aşağıya yağdırır.

“Hoş gör!.. Hoş göremezsen bari nâhoş görme!.. Nâhoş görsen de dillendirme!..”

  • Kötülükleri dahi iyilikle savmaya çalışmak bir mü’min ahlakıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu husus farklı şekillerde nazara verilmektedir. Bu cümleden olarak şöyle buyurulmaktadır:

    وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
    “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34)

  • Hoş gör!.. Hoş göremezsen bari nâhoş görme!.. Nâhoş görsen de dillendirme!.. En azından bu mertebelerden, bu yörüngelerden birinde yol almaya bakmak lazım.
  • Yanlış bulduğum bir Türk atasözü var: “Kendisine iyilik yaptığın insanın şerrinden sakın!” Belki gerçekten öyle namert insanlar, cibilliyeti bozuk olanlar bulunabilir. Ama o sözün yerine esasen sizin düşünce dünyanızı aksettiren şu söz daha uygun: “Şerrinden korktuğun, kötülüğünden endişe duyduğun kimseye dahi bir damlacık bile olsa iyilikte bulun.” ( ) Endişe duyduğunuz insanların o endişe verici hislerini, gayzlarını, kinlerini, nefretlerini bu istikamette kırmaya çalışmak lazım. Böyle yapıldığı takdirde, siz karşınıza çıkacak problemleri de azaltmış olursunuz. Tabir-i diğerle, güzergâh emniyetini de sağlamış olursunuz.

Ayrıştıran değil birleştiren, kutuplaştıran değil buluşturan olmalı!..

  • Kendiniz olun!.. Kendiniz!.. Anadolu insanı!.. Ayrıştıran, parçalayan, insanları birbirine düşüren, kutuplaştıran, bir kısım avantajlar tanımak suretiyle bazılarını yanına çeken ve diğerlerine karşı cepheleştiren kimseler gibi olmayın!
  • Her yeri Allah’ın izni ve inâyetiyle bir gül bahçesine çevirmek lazım. Hususiyle gülün hâre (diken tarlasına) düştüğü dönemlerde! “Gül hâre düştü, sînefigâr oldu andelib / Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib” (Gül dikenliğe düşünce, bülbülün sinesi yaralandı / Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, oracığa yığılıverdi) (Nâilî-i Kadîm) Böyle bir dönemdesiniz. Size ağlamak, kirleri gözyaşlarıyla yıkamak, gönül heyecanlarıyla şiddeti hiddeti def etmek ve Allah’ın izn u inâyetiyle iman gücüyle de hiç durmadan, yorulmadan, benzini bitmeyen arabalar gibi, güneş enerjisiyle işleyen arabalar gibi sürekli yol almak düşüyor!..

Korkunç tahrip gayretlerine rağmen iki çürük taşı bile düşüremediler!..

  • Hiçbir yerde bir tevakkuf yaşanmadı. Neye rağmen? Tahrip çok kolaydır. Şu bina zannediyorum dört beş senede yapıldı. Vefalı bir Anadolu insanı sadakası olarak Altın Nesil Vakfı adına yaptı bunu. Bu bina dört beş sene sürdü ama iki tane dinamit yerleştirdiğinizde bunu iki dakika içinde yerle bir edersiniz. Hazreti Pir, “Tahrip çok kolaydır, tamir çok zordur.” der. Bir şeyi deforme etmek çok kolaydır ama o şeyi yeniden hüviyet-i asliyesine sokabilmek için senelere ihtiyaç vardır, belki birkaç nesle ihtiyaç vardır. Sizin vazife ve misyonunuz bu işte.. bunu yapacaksınız Allah’ın izniyle.
  • Tahribat o kadar sert, hızlı, intikam duygularına bağlı, ölçüsüz kıstassız, her şeyi mübah sayarak, yalanı iftirayı meşru göstererek yapılıyor olmasına rağmen, iki tane çürük taşı bile düşüremediler. Belli ki Allah’ın sizin üzerinizde büyük bir inayeti var. Bu inayet, o inayete karşı şükür ister. Cenâb-ı Hak, “Şükrederseniz -izz-ü celalime kasem ederim ki- Ben de nimetlerimi artırırım.” buyuruyor. Allah’a binlerce hamd ü sena olsun.
  • “Küfür devam eder ama zulüm devam etmez!” Küfür mahkeme-i kübraya kalır; Allah kendi huzur-u kibriyasında onu cezalandırır; fakat zulüm umumun hukukuna tecavüz, masum insanların hukukuna tecavüz olduğundan dolayı er-geç dünyada cezasını bulur. Zulmedenler cezalarını bulurlar.

Hicap içinde iki büklüm yanınıza geldiklerinde

  • Bir gün birileri ettikleri zulümden hicap duyacaklar, utanacaklar, yanınıza gelecekler. Şu sözü çok vird-ü zeban edin: “لَا تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّٰهُ لَكُمْ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ”(Daha önce yaptıklarınızdan dolayı bugün size kınama yoktur. Allah, sizi de affeder. O, Merhametlilerin En Merhametlisi’dir.) Hazreti Yusuf (aleyhisselam) söylemişti kardeşlerine karşı. Yusuflar Yusufu (sallallâhu aleyhi ve sellem) da Mekkelilere karşı söylemişti bunu.
  • Mekke’nin fethi gerçekleştirildikten sonra herkes Rahmet Güneşi’nin etrafında toplanır ve O’nun gözünün içine bakarak kendileri hakkında vereceği kararı beklemeye başlarlar. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam), heyecan ve endişeyle bekleşen Mekkelilere, “Şimdi size ne yapmamı umuyorsunuz?” diye sorar. Esasen O’nun nasıl merhametli, affedici ve civanmert bir insan olduğunu iyi bilen bazı Mekkeliler, “Sen kerimsin, kerim oğlu kerimsin!” şeklinde karşılık verirler. O’nun hedefi ne sırf gâlip gelmek, ne maddî zafer, ne mal, ne mülk, ne hükümdarlık, ne de toprak fethidir; O’nun hedefi, adaletin ikâmesi, insanların kurtuluşu ve onların kalblerinin fethidir. Şefkat Peygamberi, o âna kadar düşmanlık yapan, senelerce kendisine ve Ashabına her türlü işkenceyi reva gören o insanlara karşı kararını şöyle açıklar: “Size bir zaman Hazreti Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi derim: ‘Daha önce yaptıklarınızdan dolayı bugün size kınama yoktur. Allah, sizi de affeder. O, Merhametlilerin En Merhametlisi’dir. Gidiniz, hepiniz hürsünüz/serbestsiniz!” Aslında bu sözler, “İçinizde herhangi bir burkuntu duymayın. Kimseyi cezalandırma niyetinde değilim. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Siz, bir dönemde kendi karakterinizi sergileyip üslubunuzu ortaya koydunuz. Benim üslubum da işte budur!” mülahazasının ifadesidir.
  • Bu yolun doğru olduğuna inanıyorsanız, dönerseniz mele-i alânın sakinleri dönek der. Yolun doğruluğuna inanıyorsanız şayet, dönemezsiniz!.. Bu doğru yolda Allah’ın izni ve inayetiyle yürüdüğünüze inanıyorsanız, Allah’ın gelecekte bu meseleyi katlayarak daha da büyüteceği mevzuunda şüpheniz olmasın!..
  • Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Karasevdalılar ve zamanın ruhu

Karasevdalılar ve zamanın ruhu

Âşık u sâdıkların dileği, ne helva ne de selva, illa rü’yet-i Mevlâ, illa rü’yet-i Mevlâ!..

“Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin / İnsân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş.” diyor Niyazî-i Mısrî. Aynı şiirinde önce, “Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü / Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.” sözlerine yer veriyor; “İşit Niyâzî’nin sözün, bir nesne örtmez Hakk yüzün / Hak’tan ayân bir nesne yok, gözsüzlere pinhân imiş.” diyerek nazmını noktalıyor. Şiddet-i zuhurundan muhtefî, zıddı olmadığından dolayı. Yoksa ayânlardan ayân; beyanı, beyanlardan daha ebyen.

“Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin.” diyor. “Zâhid”e sesleniyor; zâhid, kalben dünyayı terk eden, kalben hep âhirete müteveccih yaşayan; kesp ederken bile, ne kazandığının farkına varmayan; Allah’ta bu kadar fâni olmuş insan… Fakat onu bile Hazret sorguluyor: “Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin / İnsân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş.” İrfân’a, bir kelime Türkçe, bir kelime Frenkçe ile “vicdan kültürü” denebilir. İzahı; (iman ve ilmi) “tabiata/fıtrata mal etme; iç dünyamızın, mânevî anatomimizin bir derinliği haline getirme”; marifet, irfân.

Öyle bir şey insanın tabiatında hâsıl olunca, hâliyle Allah’a karşı ciddî bir sevgi meydana geliyor. Artık, فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “Sen O’nu görmesen de O seni görüyor.” O (celle celâluhu), seni görüyor; sen de O’nu görebilirsin; âsârında, ef’âlinde, esmâ-i İlâhiye’nin cilvelerinde, sıfât-ı Sübhâniye’nin tezahürlerinde, Zât-ı Baht’ın idrak edilmezliğinde O’nu görebilirsin. Ama sen O’nu (celle celâluhu) görmesen de O seni görüyor ya!..

Cibrîl hadisinde, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), “İman”, “İslam” dedikten sonra, bu manalara gelen “İhsan”dan bahsediyor. الإحْسَانِ: أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de şüphesiz O seni görüyor.” Gerçek marifet, bu; demek Allah nezdinde -esas- halk ifadesiyle “hora geçen” şey, o marifet. Çünkü doğurgan olan o; “muhabbet”i o doğuruyor; marifetin bağrında doğan şey, muhabbet. Muhabbet, “aşk” zirvesine varınca, insan deli gibi “İştiyâk!” diyor, “İştiyak!..”

“Ne helva, ne selva, illa rü’yet-i Mevlâ!” Râbia Adeviyye’nin sözü. O, “Münacât-ı Seheriyye” adıyla meşhur duasında da görüldüğü üzere şöyle nida edermiş: إِلهِي، لَسْتُ فِي الْبَلْوَى، وَلَا أَشْكُو مِنَ الْبَلْوَى، مُرَادِي مِنْكَ يَا سُؤْلِى بِلَا مَنٍّ وَلَا سَلْوَى، وَإِنْ أَعْطَيْتَنِي الدُّنْيَا وَإِنْ اَعْطَيْتَنِي الْعُقْبَى، فَلَا أَرْضَى مِنَ الدَّارَيْنِ إِلَّا رُؤْيَةَ الْمَوْلَى “Allahım! Hamd ü senâ olsun ki, belâlar içinde değilim ve Sana belâlardan şikâyet etmeyeceğim. Ey muradımı gerçekleştirmeye kâdir yüce Rabbim; Senden istediğim ne “kudret helvası”dır ve ne de bıldırcın eti. Bana dünyayı da versen âhireti de, her iki âlemi bağışlasan bile, yine razı olmam; ben Seni dilerim Rabbim, ancak rüyetinle hoşnutluğa ererim.” Ne dünyanın şu tadı, şu lezzeti, ne başka şey; ne Cennet, ne Huri, ne Gılman; ne köşk, ne villa, ne şeker-şerbet akan ırmaklar… İlla rü’yet-i Mevlâ.. illa rü’yet-i Mevlâ.. illa rü’yet-i Mevlâ!.. İşte iştiyâk, bu; zirvede gerçek kulluk da bu!.. Diğerleri o yolda taklit emekçileri demek, e-mek-çi.. veya isterseniz “taklit emekleyenleri” de diyebilirsiniz.

Cenâb-ı Hak, marifetle kalblerimizi mamur eylesin!.. Vicdanlarımızda marifete kapılar açsın!.. Muhabbet ufkunu temâşa ile serfirâz kılsın! Aşk u iştiyâk gaye-i hayali ile, mefkuresi ile bizi kalb ve ruh hayatının üstünde daha ötelere müteveccih kılsın!.. Vesselam.

Her dönemin -çağa göre hizmet eden- karasevdalıları vardır; onların ortak vasıfları enbiya yolunda yürümeleri ve sahabe-i kirâmı adım adım takip etmeleridir.

“Karasevdalılar” mevzuu… “Babayiğitlerin destanı” demektir esasen bu. Belki tabir-i diğerle, esas “enbiya yolunda yürüme” demektir. Bir başka ifade ile de “sahabe-i kiram efendilerimizi adım adım takip etmektir.” رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ، وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (Allah bütün Ashâb-ı kirâmdan razı olsun; Allah’ın salât ve selâmı da efendimiz, dayanağımız, günahlarımıza karşı şefaatçimiz ve her zaman elimizden tutan dostumuz Hazreti Muhammed’in üzerine olsun.)

“Peygamberler yolu”, bir yönüyle “sahabîlerin hayat tarzı”; seviye farklılığı mahfuz, fakat çok fasl-ı müştereklerde bir araya gelmiş, kilitlenmiş insanların güzergâhı. Hiçbir sahabî, Hazreti Ebu Bekir’in seviyesinde değildir; birileri bundan rahatsızlık duysa bile; Hazreti Ömer’in seviyesinde, Hazreti Osman efendimizin seviyesinde, Hazreti Ali efendimizin seviyesinde değildir. Hasan efendimizin, Hüseyin efendimizin, Aşere-i Mübeşşere’den diğerlerinin… Diğer altı insan var o dört halifenin dışında; dört halife de Aşere-i Mübeşşere içinde. Abdullah İbn Selam’ı da bazıları saymak suretiyle, “on bir tane” diyorlar; Aşere-i Mübeşşere, “hayatta iken Cennet ile müjdelenenler”. Bir yerde, bir kuyunun başında, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) otururken, kapı tıklatılıyor; “Aç kapıyı, Cennetle müjdele!..” diyor; geliyor Hazreti Ebu Bekir. Arkadan aynı şey; geliyor Hazreti Ömer. Arkadan aynı şey; geliyor Hazreti Osman. Hazreti Ali de hadislerde o on kutlunun dördüncüsü olarak zikrediliyor.

Ezbere konuşulan bir şey değil; semaların dilini, mâverâların dilini dillendiren Zât (aleyhi ekmelüttehâyâ) ifade buyuruyor. -O dile canlarımız kurban olsun!..- Dillendirdiği şeylerde lâl ü güher saçan söylüyor. -O lâl ü güherlere canımız kurban olsun!..- O, senin ifaden, benim ifadem değil; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ifadesi, bunlar.

Yol, onların yolu; yöntem, onların yöntemi. Kendi nefsimden bu mevzuda bir şey katarak söylüyor değilim. Bir taraftan umum ashabını kastederken; أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ، بِأَيِّهِمُ اقْتَدَيْتُمُ اهْتَدَيْتُمْ “Benim ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız, hidayeti bulursunuz.” buyuran O (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir, tıpkı. Hangisine tutunursanız, gözünüzle hangisine takılırsanız, mutlaka Bana ulaşırsınız!”diyor. Doğru yola, sırat-ı müstakîme ulaşırsınız. Ve dolayısıyla biraz evvel bahsedilen, o “iman-ı billah”a, o “marifetullah”a, o “muhabbetullah”a.. ve ufkunuzu yükseltme, daha ileriye götürme, gaye-i hayalinizde daha fazla derinleşme arzunuz, iştiyakınız varsa, daha ötesine ulaşırsınız. Şart-ı âdî planında iradeye yüklenen yüklerdir bunlar. Daha ötesine iştiyâkınız varsa, Hazreti Pîr-i Mugân’ın Ayetü’l-Kübra’da dediği gibi, “Hel min mezîd! Hel min mezîd! Hel min mezîd!” diyorsanız…

Hak yolcusu ciddî doyma bilmezlik içinde, sürekli ulaştığı her fevkalade menzilin üstünde “Daha yok mu yâ Rabbi!.. Daha yok mu, daha yok mu?!.” diyor. “Seyr ilallah”, “seyr fillah”, “seyr maallah”, tasavvuftaki ifadeleriyle. O, o ufka ulaştığı zaman bile, “Hel min mezîd!..” diyor: “Daha yok mu?!.”  Efendim, Gedâî’nin ifade ettiği gibi;

“Ol suyu kim içse hemân,
Kalbe doğar şems-i cihan,
Verir hayat-ı câvidân,
Yandıkça yandım bir su ver!..”

“Bak bu gedânın haline,
Bend olmuş zülfün teline
Parmağı aşkın balına
Bandıkça bandım, bir su ver!..”

Hel min mezîd?!. Daha yok mu?!. Veren’in (celle celâluhu) hazineleri nâ-mütenâhi. Sen de tattıkça, o mevzuda her tatma aynı zamanda yeni, daha derin bir iştiyâk uyarıyor ve sen daha ötesindeki şeylere talip oluyorsun. Sürekli marifette öyle bir sâlih daire içinde bulunuyorsun. Fâsit daire karşısında, “kısır döngü” karşısında, onu da Türkçe’ye çevirirsek, “doğurgan döngü” diyebilirsiniz. Öbürü kısır döngü, “fâsit daire”; bu da doğurgan döngü, “sâlih daire”. Hayır, hayır doğuruyor; inkişaf, inkişaf doğuruyor; marifet, marifet doğuruyor; muhabbet, muhabbet doğuruyor; aşk u iştiyak, aşk u iştiyak doğuruyor… Ve sen sürekli “Daha yok mu, daha yok mu, daha yok mu?!.” diyorsun, doyma bilmeyen bir iştiyakla. Biraz evvel Râbia Adeviyye’nin sözünü ifade ettim: Cennet, huri filan… Parmağınla gösterdiğin zaman, “Ne yapayım ben onları!” diyor; “İlla rü’yet-i Mevlâ! İlla rü’yet-i Mevlâ!..”

Evet, Cenâb-ı Hak, önemli bir hizmete muvaffak kıldı arkadaşlarınızı, bir manada sizin seleflerinizi. Belki aynı nesil içindesiniz; belki bir neslin sona ermesiyle, siz devreye girmiş oluyorsunuz. Bir manada -belki- iki-üç neslin sa’yi ve gayretinin neticesinde, onların müktesebatlarını, onların kullandıkları argümanları kullanmak suretiyle, bir yola devam ediyorsunuz; nâmütenâhîlik istikametinde bir yolda yürüyorsunuz, nâmütenâhîlik istikametinde. Ama siz, yeni bir espriye bağlı olarak, daha farklı bir mülahazaya bağlı olarak yürüyorsunuz.

O işin mimarları, bu çağdaki mimarları da meseleleri ortaya koyarken, şartlar ve konjonktürler, o dönemde işin nereye kadar olmasına müsaitse, o kadar olmuş. Yani evlerde iki-üç insan bir araya gelirler. “Amanın! Dikkat edin! Ehl-i dünya, ehl-i dalalet, ehl-i gaflet sizi görmesin! Üç insanın bile bir araya geldiklerini görürlerse, vehme kapılırlar. Çoğu, paranoya yaşıyorlar; gelir, tepenize binerler!” Onun için yirmi-otuz insanı bir araya getirmek, bir yerde bir üniversiteye hazırlık kursu açmak, bir yerde insanlara bir lisan kursu açmak, bir yerde bir okul açmak, bir yerde bir üniversite açmak… O gün, o günkü mantığa, o günkü felsefeye göre, o günkü şartlara göre bunları yapmak mümkün değil. O gün yapılması gerekli olan şeyler, en zoru onlardı ve en zoruna kadar yapılıyordu. Kitap, elden düşürülmüyordu; müzakere, ihmale maruz bırakılmıyordu, ihmale feda edilmiyordu; mutlaka o iş hangi ölçüde devam edecekse, o ölçüde ele alınıyordu. Yol, yolun müsaadesi ölçüsünde yürünüyordu. Yollar, bazen sarpa sarıyordu; bazen patika şeklinde oluyordu; Yunus ifadesiyle;

“Bu yol, uzaktır,
Menzili çoktur,
Geçidi yoktur,
Derin sular var…”

Yol, bazen geçitsizliğe uğruyordu; bazen derin sulara, bazen kandan irinden deryalara, bazen aşılmaz tepelere ve uçurumlara uğruyordu. Fakat onlar, o şartlar altında, urganlar ile, halatlar ile, o tepeleri aşmaya çalışıyorlar; bir yönüyle, geçilmez gibi olan köprülerden geçiyor; bazen o sulara dalıyor, kandan irinden deryalara dalıyor, götürüyorlardı.

“Geçmişlerinizin kötü yanlarını zikredip durmayın; onları iyilikleriyle anın!..” Anın ve sâlih amellerini, güzel hizmetlerini siz de uygulayın!..

Bir esastır; وَلاَ تَذْكُرُوا مَسَاوِي مَوْتَاكُمْ، اُذْكُرُوا مَحَاسِنَهُمْ “Geçmişlerinizin kötü yanlarını zikredip durmayın; onları iyilikleriyle anın!..” (Hadis-i şerifte; اُذْكروا مَحَاسِنَ مَوْتَاكُمْ، وَكُفُّوا عَنْ مَسَاوِئِهِمْ “Ölüp giden geçmişlerinizi iyi yanlarıyla zikredin; onların eksiklik ve kötülüklerini sayıp dökmekten uzak durun/dilinizi tutun!..” buyurulmaktadır.) Onlara bakarken hep “mehâsin”leri, saçtıkları, serpiştirdikleri iyilikleri, güzel yanları ile bakmak lazım. En ağır şartlar altında, meselelerde zerre kadar kusur yapmadan hizmet etmişler. Onlar, zindanların birinden boşalıyor, diğerine giriyorlardı; birinden boşalıyor, diğerine giriyorlardı. Çağımızın zalimleri/gaddarları onları arattırmayacak şekilde yapacaklarını yapıyorlar, onlar da misyonlarını son kertesine kadar edâ ediyorlar! O gün de, o günün zalimleri, aynı şeyleri yapıyorlardı. Fakat o yapmalar, katiyen o yolda yürümekten onları alıkoymuyordu.

Bir insan… Bahsetmiştim size, Kıtmîr’e de o hakikatlerden böyle damla sunan bir insan; makamı cennet olsun. Elli yedili yıllarda zannediyorum, Hazreti Pîr-i Mugân’ın yanından gelmişti. Çok önemli, zirve zatlardan birisinden bahsetmişti; yanında, bî-hemtâ bir zat. Odasının kapısını da kapamış; sadece yemeğinin verilebileceği bir menfez var. Ben öyle anladım onu. Orada ihtiyaç yeri de var, bir de su var orada ve aynı zamanda bir de bir delik var, dışarıya doğru. On beş sene dışarıya çıkmadan, orada sürekli eserleri yazmış. Matbaa imkânı yok. Ne günümüzde olduğu gibi böyle modern matbaa makinaları ne de o iptidâî baskı makinaları… İlk defa bir yerde kolla çevirdikleri bir teksir makinası bulunca, dünyalar onların olmuş gibi seviniyorlar. Atıf Ural’dan bahsederken, çeviriyor böyle, efendim, لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلَّا بِاللهِ * سُبْحَانَ اللهِ، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ، وَلاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ diyor, çeviriyor makinanın kolunu. O zat, on beş sene orada yazıyor. Yemeğini sunuyorlar, ihtiyaçlarını görüyor; sonra o delikten, yazdığı şeyleri röleler halinde dışarıya uzatıyor. Biri geliyor, gizlice elini sokuyor, alıyor o röleyi. Götürüyor, başka bir yerde, onunla birleştirilmesi gerekli olan şey ile birleştiriyor; “Bu falan yerin lem’asıdır; bu falan yerin mektubudur; bu falan yerin sözleridir!..” Bu kadar ağır şartlar altında… Aynen devr-i risalet-penâhîdeki zorluklar altında… Dedikleri şeyden vazgeçmeyerek fevkalade fedakârlık içinde o işi götürüyorlar.

Günümüzün şartları, daha farklı şeyler yapmaya müsait hale geliyor. Bir gün geliyor ki, siz, kurslar açabiliyorsunuz, okullar açabiliyorsunuz. Evet, burada bir sevk-i İlahî var; fakat -şart-ı adi planında- sâfiyâne bir gayret de var. Hani ilk defa taklitle başlıyor. “Taklit”, “tahkik”in en önemli unsurudur. Zâtında makbûliyeti yoktur taklidin, zatında makbul değildir, o; fakat tahkike bir basamak olması itibarıyla, usûliddin uleması, “Taklit de makbuldür!” demişler “iman hakikatleri”nde, “İslam hakikatleri”nde, bir de isterseniz buna ilave edelim, “hizmet hakikatlerinde”. Birileri hizmet yapmış; nasıl, hangi şartlar altında yapmışlar? Bir nesle, âdetâ menkıbe şeklinde intikal etmiş.

İşte menkıbe gibi bir şey anlattım. Siz, zannediyorum, bunu söyleseniz çoklarına, “Acaba, yahu, böyle insan da oluyor mu?!.” derler. Yahu oluyor; işte Bilal-i Habeşî’nin göğsüne taşları koyuyorlar. Sıcakta, kum sıcağında… Orada kum sıcağında, öyle o taşların altına yatma değil, şemsiyesiz gezdiğiniz zaman, beyniniz kaynıyor. Burada benim şahidim var; amcasının beyni orada böyle bir şeyden kaynadığından dolayı, hayatının sonuna kadar arızalı yaşadı. Güneşin beyin kaynattığı bir dönemde… Ama bildiğiniz gibi, “er-Risâle” ve “Çağrı”da da gördüğünüz gibi, onca eziyete maruz kalmasına rağmen, Bilal-i Habeşî hazretlerinin dilinden dökülen şey, onun vird-i zebânı; “Ehad! Ehad! Ehad!..” قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ “Eşi, menendi, zıddı, niddi olmayan, yegâne tek, Sensin Allah’ım!” diyor. Döndüremiyorlar onu, döndüremiyorlar.

O insanlar içinden hiçbiri dönmüyor. Bildiğiniz gibi Ammâr İbn-i Yâsir’in (radıyallahu anh) gözünün önünde annesini öldürüyorlar, babasını öldürüyorlar. “Sıra sana geldi!” deyince, o, bir yönüyle, “Lât, Menât!” mı diyor, ne diyorsa diyor. Sonra ipini çözünce, Rasûlullah’a koşuyor, “O haltı yaptım yâ Rasûlallah!” diyor. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhsat yolunu gösteriyor, إِنْ عَادُوا فَعُدْ “Onlar sana aynı şeyleri yaparlarsa, sen de sıyrılmak için aynı şeyi yap!” buyuruyor. Bu kadar ağır şartlar altında…

Selef-i sâlihîn, Kur’an’ın tek bir meselesi için aylarca zindan işkencelerine katlanmış; hiç şekva etmeyerek, kemal-i sabır ile sebat ortaya koymuşlar.

Meselenin o ağır şartlar altında yerine getirilmesini tevârüs eden, arkadan gelen müçtehidîn-i ızâm, müceddidîn-i fihâm aynı şekilde davranıyorlar. Hazreti Pîr de ifade ediyor, Ahmed İbn-i Hanbel, “Kur’an mahlûk mu, değil mi?” mevzuunda, “Kur’an mahlûk değildir!” diyor. Abbasî döneminde… Yine Müslüman, onlar “Biz Müslümanız!” diyorlar; “Hilafeti biz temsil ediyoruz!” diyorlar; “Yeryüzünde Müslümanların haysiyet, şeref ve onurunun müdafisiyiz!” diyorlar. Ama bir meselede, İyonya’dan gelen bir felsefenin tesirinde, bir Grek felsefesinin tesirinde “Kur’an, mahlûktur!” da diyorlar. “Değildir!” diyor Ahmed İbn-i Hanbel hazretleri. Zindana koyuyor, kamçılıyorlar. Sırtına inen her kamçı karşısında “Değildir!” diyor. Kamçılar, onu inletirken, inlemeleri “Değildir!.. Değildir!.. Değildir!..” şeklinde oluyor. Buharî’nin şeyhi Yahya İbn Ma’în; “Kelam-ı lafzî olarak Kur’an, mahlûktur; kelam-ı nefsî olarak ise Kur’an, mahlûk değildir!”deyince, Hazret, o kamçılar altındaki inlemesinden daha fazla inliyor; “Yazık etti benim arkadaşım!” diyor.

O Yahya İbn Ma’în’e de benim canım kurban olsun!.. Hadîs ricâli arasında dev bir insan; Everest tepesi… Fakat bir yerde, o mevzuda, hem bir disiplin ortaya koyuyor; hem de bazıları o işten sıyrılsınlar, kamçı yemesinler diye, “Bizim ağzımızdan çıkan şey itibarıyla, biz telaffuz ettiğimizden dolayı, okuduğumuz Kur’an mahlûk!.. Kalemimizden çıktığından dolayı, Kur’an’ın satırları da mahlûk! Kur’an’ın içinde şekillenmesi itibariyle, mahlûk! Ama ruhu, özü, manası, muhtevası, Allah’a ait yanı itibarıyla -ki buna ‘kelâm-ı nefsî’ deniyor- mahlûk değil!..” diyor. Ama Ahmed İbn-i Hanbel hazretleri, bu kadar tavize bile, kamçılar altında inlemekten daha fazla inliyor, “Yazık ona!..” diyor. Arkadaşı, aynı halkanın insanları…

Şimdi söz konusu olan, Kur’an… Hazreti Pîr, Ahmed İbn-i Hanbel’in Kur’an’ın bir tek meselesi için, bu kadar işkenceye katlandığını anlatıyor. Diyor ki: “Hem kalbime geldi ki: Madem İmam-ı A’zam gibi eâzım-ı müçtehidîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel gibi bir mücahid-i ekbere, Kur’an’ın bir tek meselesi için hapiste pek çok azap verilmiş. Ve şekva etmeyerek kemal-i sabır ile sebat edip o meselelerde sükût etmemiş. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, sizlerden pek çok ziyade azap verildiği halde, kemal-i sabır içinde şükredip sarsılmamışlar. Elbette sizler Kur’an’ın müteaddit hakikatleri için pek büyük sevap ve kazanç aldığınız halde, pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur.”

Şimdi bunlar, aklı o dönemlerde olan, mantığı o dönemlerde dönüp duran, aynı zamanda dinî duygusu, dinî felsefesi, dinî düşüncesi o dönemlerde dönüp duran, çağını aşkın insanlar… Bu dönemde duruyor ama adam sanki Efendimiz’in etrafında hâle gibi… Böyle, Hazreti Ebu Bekir’in ayaklarının dibinde, Hazreti Ömer’in ayaklarının dibinde yaşıyor gibi… Onlar meseleyi öyle tevarüs ediyorlar; öyle tevârüs etmişler. Kim? Şâh-ı Geylânîler, Muhammed Bahâuddin Nakşîbendiler, Mustafa Bekrî es-Sıddîkîler, Hoca Yesevîler, Necmeddin-i Kübrâlar, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmîler, Sultanü’l-Evliyalar ve daha niceleri, daha niceleri, daha niceleri… O dönemde yaşamışlar; aynı zamanda o dönemi -bütün hususiyetleriyle- kendi dönemlerine çekmiş getirmişler; o ağır şartlara rağmen, taviz vermeden yaşamışlar. Bu çağda yaşayan, o hakikatlere tercüman olan zât da öyle.

Şart-ı âdî planındaki damlalarınıza Allah derya lütfetti; eltâf-ı ilâhiye olarak, ak cihangirlerin elde edemedikleri başarıları Mevlâ size bahş eyledi.

Siz de bir yönüyle öyle ikili, üçlü, dörtlü, beşli, altılı, yedili evler tutarak, o yolda onların yaşadığı o ağır şartlar altında yaşadıkları şeyleri yaşayarak, “Ha bu böyle yaşanması lazımmış!” filan dediniz. Şart-ı âdî planında… O kendisi de diyor: Bir dönemde -böyle- iman meselesi… Yazılacak, çizilecek, müzakere edilecek; bir kere iman-ı billah, vicdanlarda hâsıl edilecek. İmân-ı billah hâsıl edilecek ki, marifetullah da hâsıl edilsin. Marifetullah hâsıl olacak ki, muhabbetullah da hâsıl olsun! Bir gün gelecek, mesele “hayat” meselesi haline gelecek; meselenin tabiî seyri. Hayatın bütün birimlerinde aynı şeyler, vird-i zebân edilecek. Bir de bakacaksınız ki, size hiçbir zaman açılmaya niyeti olmayan kale kapıları bile size açılacak; okul kapıları açılacak, üniversiteye hazırlık kursu kapıları açılacak… Ve nitekim bir dönemde, Cenâb-ı Hakk fırsat verdiğinden, yirmi, otuz, kırk tane, yurt içinde/yurt dışında üniversite açıldı; açma imkânı verdi, kapılar açıldı. Dünyanın değişik yerlerinde de oldu; oralarda da kültür ve eğitim seviyesi çok yüksek, çok kadîm üniversitelerin önüne geçecek şekilde eğitim veren üniversiteler oluştu.

Şartlar, böylesine gelişince, “Ha, şimdi yapılması gerekli olan şey, bu imiş!..” Mesele sadece konumun muktezasını orada tayin etme ve belirlemeye kalıyor. Şimdi beni mihraba ittiklerine göre, bu mihrapta galiba benim cemaatten evvel tekbir almam lazım.. “Allahu Ekber!” demem lazım.. sonra Fatiha okumam lazım.. Fatiha’dan sonra zammı sure okumam lazım.. sonra rükûa gitmem lazım… Bir yönüyle, konumun gerektirdiği şeyi, konjonktürün gerektirdiği şeyi, esasen, yerine getirme!.. Şart-ı âdî planında… Meyelân/meyelândaki tasarruftan farkı yok bunun. Sadece bulunduğu konumun hakkını vermeye çalışma… Cenâb-ı Hak, o basireti ihsan eylesin!..

Allah, belli bir dönemde, ne kadarını ihsan etti, bilemem; ben Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lütfu olarak, tahdîs-i nimet nev’inden, arkadaşlarımızı bu işte istihdam buyuran Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd ü senâ ediyorum. Ama daha büyüğü yapılabilir miydi? Hani bir yönüyle, sadece kendi hesabıma olsa diyebilirim: “Benim yerimde, böyle, arkadaşların beşine, onuna, yirmisine, otuzuna, sözü geçen bir insan olsaydı.. liyâkati olmadığı halde, fazileti dinleyenlere ait, meziyeti dinleyenlere ait benim yerimde, aklı başında, vicdanı derin, kalbî ve ruhî hayat yaşayan, sağlam karakterli bir insan olsaydı, bu mesele ikiye, üçe, dörde, beşe katlanmış olurdu!..” Kendime bakarken, böyle bakarım.

Kendimizi sorgularken de şöyle düşünürüm: Allah’a hamd olsun, zaman geldi, adet, milyonlara ulaştı ve dünyanın yüz yetmiş, yüz seksen ülkesine yakın yerde okullar açıldı. Şimdi meselenin büyüklüğüne bakılınca, bizim o mevzuda tecrübesizliğimize bakılınca, belli ki katkımız, meyelân/meyelândaki tasarruftan ibaret.. tesâvi-i tarafeynde (veya “mütesâvi’üt-tarafeyn”de; yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücûd ve ademleri, bir sebep bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur. Böyle varlığı ve yokluğu mümkün olanda) bir tercihte bulunmaktan ibaret. Bir de daha yalın bir Türkçe ile “kader-denk” hususunu kullanma istikametinde. Kader-denk; “Yahu böyle de yapılabilir, böyle de yapılabilir! Haydi, şunu yaptık!” Bir de bakıyorsunuz, isabetli bir şey yapmışsınız. Kendinize mal edemezsiniz onu.

Bir tek derdimiz var bizim; bir taraftan “edille-i şer’iyye-i asliye” diyebileceğimiz, usûl ü ümmehâtın, diğer taraftan “edille-i şer’iyye-i asliye” ile -bir yönüyle- refere edilmiş “edille-i şer’iyye-i tâliye”nin, geleneklerimiz, an’anelerimiz, örflerimiz ve âdetlerimizin tanıtılması. Bunların güzelliklerine inanarak, bugüne kadar yaşamışız; “İnsanlık, bu güzellikleri görsün!” diyoruz. Ayrıca, -bir yönüyle- aklın ve vicdanın kendine göre bir fonksiyonu vardır, dolayısıyla onların da ürettikleri güzellikler vardır. Bizim de onları almamız gerektiğini düşünüyoruz.

Bakın şimdi; Türkiye’den kaçıp gelen insanlar var Amerika’ya, İngiltere’ye, Hollanda’ya, Fransa’ya, daha Avrupa’nın değişik ülkelerine, Afrika’ya, Mısır’a, İslam dünyasına… Oralarda bir Ensar-Muhacir kardeşliği oluşturuyorlar ki!.. Arkadaşlar anlatıyorlar; kaç arkadaş anlattı burada; diyorlar ki: “Biri geldi dedi ki bana: Benim falan yerde bir evim var; o evde bedava, kira vermeden oturabilirsin!”Al sana bir Ensâr ve Muhacir kardeşliği… “Ha, aynı zamanda benim imkânlarım geniş; eğer para sıkıntısı, imkân sıkıntısı olursa, onu da yaparım!..” رَغْمًا عَلَى قَبَادُوقْيَا Kapadokya’ya rağmen!..

Evet, şimdi bütün bunlara bakınca, Allah’ın izni ve inayetiyle görüyorsunuz ki, şart-ı âdî planında ortaya koyduğunuz o meyelân, eğilim, eğilimdeki tasarruf, her iki yanı müsâvî olan hususlar arasında, şöyle-böyle bir tercihte bulunma işi, seni alıp bir yere götürmüş.

İşte, koskocaman Devlet-i Âliye!.. Ona canlar kurban!.. Bayraktar, aynı zamanda “cephedâr”. Bu tabiri hiç kullanmadılar ama biz kullandık, câiz. İslam dünyasının şimalinde, Müslümanlara zarar gelmemesi için sur oluşturan bir millet. Evet, cepheyi sağlam tutan, uyûn-ı sâhire, âdeta nöbetçi; “Sızdırmam! Kötü şeylerin içine sızmasına fırsat vermem!” diyen âlî, mübarek bir millet. Anadolu insanı… Evet, ırk değil, Anadolu insanı. Cenâb-ı Hakk, onu, o eski hüviyetine yeniden ircâ eylesin! Densizlere maruz bırakmasın!.. Evet, onlar, o dönemde -düşünün- onda birini yapamamışlar; o yapamadıkları şeyleri Allah bugün lütfetmiş. Fakat onların yaptıkları şey, sizin yaptığınızın on katı; ayrı bir mesele o. Ama o mevzuda, o eğitim mevzuunda, değerlerinizi -bir yönüyle- dünyaya transfer etme ve dünyadan alacaklarınızı alma mevzuunda, Allah size lütfetmiş. Dünyanın bir köy haline geldiği dönemde, evrensel değerler fasl-ı müşterekleri -şimdi “ortak paydaları” diyorlar- evrensel değerler ortak paydaları etrafında anlaşma imkânı veriyor Allah (celle celâluhu). Siz de bir ölçüde onu değerlendiriyorsunuz, o kadar. Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd ü senâ olsun!..

Yalan ve iftira, iflas etmiş mantığın sermayesi; dün zulümlerine ByLock’u bahane ettiler, yarın da kalkıp “Bunlar IŞİD’çi!..” bile diyebilirler.

Buraya kadar sizi, böyle selametle getiren, Allah (celle celâluhu). Şimdi önünüze bazı yerlerde -her yerde değil- Yunus’un baştaki ifadesiyle, yine sarp kayalıklar çıkabilir, uçurumlar çıkabilir, kandan-irinden deryalar çıkabilir. Bir şakî gibi takip edilebilirsiniz. Hani Sefiller’de adam bir şakî gibi sürekli takip edilir; yok bir kusuru, zerre kadar bir kusuru yok ama bazıları, kafalarına takmışlar, kafalarında da akıl olmadığından dolayı, o meseleye takılmışlar. Efendim, bu ilk dönemlerin iptidâî paranoyası. Tabiî iptidâî dönemlerin paranoyası başka, modern dönemlerin paranoyası başka. Modern dönemlerde paranoya değerlendirilirken, bütün o modern dönemin tüm vâridatı da, telekomünikasyonu da, imkânları da, televizyonu da, telefonu da, dinleme hatları da değerlendirilir. İz sürme işi öyle kolaylaşır ki!..

Mesela bir gün… Ne idi o? “Bal-yok!..” Ha, “ByLock”. -Özür dilerim.- Allah Allah!.. Ne demekse o meret şey?!. Birisi ezkaza bin tane insanın kullandığı o şeye girmiş. Onların takiplerinde hedef olanlardan da onun içinde on tane varmış. O diğer dokuz yüz doksana ilişme yok; belki bazen onlara da ilişiyorlar, sonra salıyorlar. İnsanlar, “Siz, niye bu sistemi kullandınız!” falan diye, sorgusuz-sualsiz içeriye alınıyorlar orada. Telefon kullanmaktan dolayı da zannediyorum -gazetede yazı yazmaktan dolayı, üç defa kesinleşmiş- müebbet hapis!.. Evet, böyle!.. Buna, “adalet-i mahzâ” (!) denir; yani, adalet düşüncesini kılı kırk yararcasına uygulama. “Amanın zulme düşerim!” diye, meseleyi kırk defa, belki -ne diyeyim ona- kalibrasyondan geçirme, “bir yanlışlığa düşerim!” diye… Evet, böyle adalet, bayılırım!..

Ne ise, burada antrparantez arz edeyim: Hayret ettiğim bir husus var: Üç beş tane sergerdan böyle düşünüyor; fakat bu serkerlerin arkasında yığınlar da tereddüt etmeden aynı şeyi yapıyor; mezâlime “Off!..” diyeceğine -ki bu, insan olmanın gereği- “Ohh!..” diyor.

Millete Cenâb-ı Hak, öyle bir hizmet ettirdi ki, Allah’ın izni ve inayetiyle, hani Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) -O’na canımız kurban olsun!- Mâiz için ve Gâmidiyeli kadın için buyurmuşlardı: “Öyle bir tevbe etti ki, lâbeteyn arasında bütün insanlara taksim edilseydi, yeterdi!” Bütün millete, yapılan hizmetlerin sevabı taksim edilse, yeter. Bakmayın şimdiki şom ağızlı kimselerin Hizmet’i karalamalarına!..

Geçen sohbette -min gayri haddin- ifade ettiğim gibi; hani siz öteden beri terörü lanetlediniz. IŞİD gibi, Boko Haram gibi, el-Kâide gibi, Murâbıtîn gibi -ve daha adı-unvanı duyulmamış- değişik terör örgütleri hakkında, belki elli defa “terör örgütü” dediniz. Buna rağmen.. “Terörist, Müslüman olamaz!” demenize rağmen.. “Müslüman, katiyen terörizme girmez!” demenize rağmen… “Yahu bunları karalamak istedik; karalamak istedik ama bir türlü karalayamadık! Acaba bir de IŞİD’çi desek nasıl olur?!.” falan, gibi hesaplarının ve planlarının karşınıza çıkması karşısında da -rica ederim- sakın şaşırmayın!.. O mantığın normal gördüğü şeylerdendir bunlar. Öyle bir mantık ki, mantık açısından iflas etmiş bir mantık!.. Böyle bir hesabın da iflas etmiş bir mantığın nesebi gayr-ı sahih düşüncelerinden biri olduğunda, bence, şüpheniz olmasın!.. Bu açıdan, yol bu, devran bu, gerisi angarya!.. Şâir-i şehîrin sözü: “Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya / Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..”

Ha, ızdırap çekiyorsunuz. “Izdırap, en makbul bir duadan daha makbul bir duadır! Izdırapsız sineler, köpeklere atılacak bir lokma et kadar değersizdir!..” Bu, birinin söylediği bir söz, kaldırın atın onu!.. Süfyân İbn-i Uyeyne; o, Tebe-i tâbiînin veya Tâbiînin serkârlarından birisidir. Evet, üç tane “Süfyân” var; fakat ikisi çok meşhur, mezhep sahibi: Süfyân-ı Sevrî ve Süfyân İbn-i Uyeyne. Hazreti Pîr’in de bundan bahsederken belirttiği üzere; o, on beş yaşında iken, müçtehitler meclisinde oturuyor, fikrine müracaat ediyorlar. On beş yaşında iken, içtihat edecek seviyeye geliyor. İşte o Süfyân hazretlerinin mübarek sözü şu; diyor ki: “Bazen bir muzdaribin inlemesiyle Allah bütün bir ümmeti bağışlar!”

Izdıraplı inleme, çok önemli bir duadır. Bu açıdan da bir yönüyle ayak oyuncularının, kündecilerin, önünüzü kesip sizi devirmeye çalışmalarıyla karşı karşıya bulunduğunuz şu dönemde, ciddî bir gönül ızdırabıyla dua etmek lazım. “Allah’ım, peygamberler yolundaki bu Hizmet’i; Ebu Bekir u Ömer u Osman u Ali yolundaki bu Hizmet’i durdurmak isteyenlere fırsat verme! Allah’ım, bizleri bu Hizmet’te sabit-kadem eyle!” diye, ızdırapla içten dua etmek, Allah’ın izni ve inayetiyle, o kandan-irinden deryaları görmeden geçmeye vesile olacaktır. Everest Tepesi’nin, tepesine çıkılmıyor; o tepeyi düz yolda geçiyor/aşıyor gibi aşmaya vesile olacaktır, Allah’ın izni ve inayetiyle. Elverir ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, bazı bela ve musibetlerin def’inde ellerini böyle kaldırdığı -Müslim-i Şerif’teki hadis-i şeriflerin ifade ettiği üzere- “koltuk altlarının beyazının görüneceği şekilde, ellerini böyle kaldırdığı” gibi, yer yer ellerinizi kaldırın!..

يَا قَاضِيَ الْحَاجَاتِ، يَا دَافِعَ الْبَلِيَّاتِ، اِقْضِ حَوَائِجَنَا كُلَّهَا، وَادْفَعْ عَنَّا الْبَلاَيَا كُلَّهَا، وَاسْتَجِبْ دَعَوَاتِنَا، وَلاَ تُخَيِّبْ رَجَاءَنَا، وَلاَ تَرُدَّنَا خَائِبِينَ؛ وَخَيِّبْ رَجَاءَ أَعْدَائِنَا، فِي كُلِّ رَجَائِهِمْ، وَفِي كُلِّ غَيْرَتِهِمْ، وَفِي كُلِّ هِمَّتِهِمْ، وَفِي كُلِّ حَوْلِهِمْ، وَفِي كُلِّ قُوَّتِهِمْ، يَا عَزِيزُ يَا جَبَّارُ، يَا جَلِيلُ يَا قَهَّارُ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ؛ بِحَقِّ ذَاتِكَ، بِحَقِّ عَظَمَتِكَ، بِحَقِّ كِبْرِيَائِكَ، بِحَقِّ أُلُوهِيَّتِكَ، بِحَقِّ رُبُوبِيَّتِكَ، بِحَقِّ صِفَاتِكَ، بِحَقِّ أَسْمَائِكَ الْحُسْنَى، بِحَقِّ وَحُرْمَةِ اِسْمِكَ الْعَظِيمِ اْلأَعْظَمِ، بِحَقِّ وَحُرْمَةِ وَشَفَاعَةِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُصْطَفَى، صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، آمِينَ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

“Ey ihtiyaç ve hâcetleri gideren Rabbimiz, bizim bütün ihtiyaçlarımızı gider; ey belâları def’ u ref’ eden Sultanımız, başımıza gelmesi muhtemel bütün belâları def’ eyle. Dualarımıza icâbet buyur; bize ümit ve beklentilerimizde inkisâr yaşatma; ellerimizi boş ve hüsrâna uğramış olarak indirtme!.. Bizi düşman sayanlara ve bize husumet güdenlere gelince; onları ümit ve beklentilerinde hüsrana uğrat; bütün emel ve dileklerinde, umum gayretlerinde, topyekûn himmetlerinde, her türlü güç ve kuvvetlerinde onları haybete düşür, mahrum ve me’yus kıl!.. Ey Azîz, ey Cebbâr, ey Celîl, ey Kahhâr, ey Celâl ve İkrâm Sahibi!.. Zât’ının hakkına, azamet ve ululuğun hakkına, Ulûhiyet ve Rubûbiyetin hakkına, sıfât-ı Sübhâniyen ve esmâ-i hüsnân hakkına, en yüce ismin, İsm-i A’zam’ın hakkına ve hürmetine.. ve Efendimiz Muhammed Mustafa hakkı, hürmeti ve şefaatine dualarımızı kabul buyur. O’na salât ü selam dileyerek bunu Sen’den dileniyoruz, ey Erhamürrâhimîn Rabbimiz!.. Âmin.”

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Kardeşliğin Kerâmeti

Üstad Hazretleri velâyetin kerâmeti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın ve samimiyetin dahi kerâmeti olduğunu belirtip “Bahusus, lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesânüdün çok kerâmetleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.” diyor.

Kerâmet nedir?

Velâyetin kerâmeti, şimdiye kadar görülmüş; tarifinde de mucize ile arasındaki fark ortaya konulmuş. “Mucize”ler, peygamberin peygamberliğini ispata matuf emâreler, alâmetlerdir; Allah’ın yaratması ile peygamberin elinde gerçekleşen hârikulâde şeylerdir. Böyle hârikulâde şeyler, peygamberlerin dışında, Hak dostlarının eliyle ortaya konuyorsa, Allah onları veliler vesilesiyle yaratıyorsa, onlara da “kerâmet” deniyor.

Hazreti Bediüzzaman, kendi döneminde zuhur eden bir kısım hârikulâde hallere, kendisiyle de irtibatlı tevafuklar, vifâklar, ittifaklar ve güzel şeylere -bazıları rahatsızlık duyar diye- “kerâmet” deme yerine, “ikrâm” ifadesini tercih ediyor.

Siz de isterseniz öyle diyebilirsiniz. Doğrudan doğruya “kerâmet” demede, meselenin çok hafif, dolaylı yoldan, insanın kendi hususiyetlerine ait olması gibi bir mana melhuzdur. Fakat “ikrâm” denince, iş Sahibine verilmiş olur. İkrâm kelimesi, “if’âl” babındandır; esasen “birisi tarafından o ikrâm, o kerâmet lütfedilmiş” manası vardır. Dolayısıyla, Fâil-i Hakiki’yi (celle celâluhu) hatırlatma adına, “ikrâm” deme -başkalarının rahatsızlığının da ötesinde- daha ciddî bir espriye bağlıdır. İkrâm-ı İlâhî; bir “ihsân-ı İlahî”, bir “utûfet-i Rabbâniye”, bir “utûfet-i şâhâne” de diyebilirsiniz buna.

Ama velilerin kerâmeti, öteden beri olmuştur. Neye kadar? Zât-ı Ulûhiyet ile “üns billah” ufkuna ermeye kadar.. “Hazîratü’l-Kuds”a ulaşmaya kadar.. -Aklımız ermez bu türlü şeylere.- İlâhî tecelliler ile postnişin olmaya kadar.. Meseleyi biraz Kur’ânî makuliyet çerçevesinde ele alarak böyle dedim. İlâhî tecelliler ile doğrudan doğruya postnişin olmaya kadar… Artık her şeyi, nasıl esiyorsa öyle görme, öyle duyma. Ne “Ef’âl-i İlâhiye”, ne “Esmâ-i İlâhiye”, ne “Sıfât-ı Sübhâniye” ne de “Zât-ı Baht” mevzuunda herhangi bir tereddüde meydan bırakmayacak şekilde yakîne ulaşma. Tasavvuftaki ifadesi ile, her şeyi “Hakka’l-yakîn” ufkundan rasat etme… İmam Rabbânî hazretleri, “O, ancak Ahirette olacak!” diyor bir mektubunda; bir başka mektubunda ise, “Dünyada da bazı kimseler için bu (hakka’l-yakîn) müyesser olabilir!” diyor.

Cenâb-ı Hak, sizleri, ona mazhar eylesin!.. Ama mazhar ettiği o şeyleri de O’ndan bilme mazhariyet ve idraki ile -aynı zamanda- şereflendirsin!.. Yoksa kendinden bilme, hiç farkına varmadan enâniyete, gurura, kibre, ucba insanı ittiğinden dolayı, kazanma kuşağında kaybettirir tamamen; insan, hiç farkına varmadan Bel’am İbn Bâûra ufkundan birden bire Bel’am İbn Bâûra gayyasına yuvarlanır; Bersîsâ ufkundan birden bire Bersîsâ gayyasına yuvarlanır; hafizanallahu teâlâ.

Kerâmet, bu; bazen Hak dostu, kıymetli şahıslar eliyle Allah’ın yarattığı hârikulâde şeyler. Hazreti Şâh-ı Geylânî gibi… Bildiğiniz velileri diyeyim: Muhammed Bahâuddîn Nakşibendî… Hâlâ tâbîleri var, devam ediyor dünyanın değişik yerlerinde. Ebu Hasan Şâzilî hazretleri… Hâlâ tâbîleri var, devam ediyor dünyanın değişik yerlerinde. Mustafa Bekrî Sıddîkî hazretleri… Hâlâ tâbîleri devam ediyor, Türkiye’de bile uzantıları vardı; Kıtmîr’in tanıdığı insanlardan da vardı onlara tâbî olan, o yolda olan; Ehlullahtan, Hanefi mezhebinde olanlardan başta gelen bir serkârdır aynı zamanda. Bunların hepsinin elinden böyle hârikulâde bazı şeyler meydana gelebilir; Allah, bunları yaratır. Zât-ı Ulûhiyete nispet edilmesi açısından “ikrâm-ı İlâhî”dir; fakat o meseleye, hârikulâde olması itibariyle “kerâmet” deniyor.

En büyük kerâmet

Böyle teker teker fertlerin kerâmetleri olduğu gibi; bir de şahs-i manevînin kerâmeti vardır. Tamamen bütünleşmiş, âdetâ tek bir insan haline gelmiş, bir “bünyân-ı marsûs” gibi olmuş insanların birlikteliğinin kerâmeti… Artık ayrı ayrı Ali, Veli, Bekir, Mustafa değil; Ali, Veli, Bekir, Mustafa’nın biri göz, biri kulak, biri dil, biri dudak, biri el, biri ayak, biri kalb, biri his, biri vicdan, biri bilmem ne; bir bütünün parçaları, bir bütünü meydana getiren uzuvlar haline gelmiş; âdetâ tek bir fert. Vifâk ve ittifak -Hazret’in dediği gibi- tevfîk-i İlâhî’nin vesilesidir. O tevfîk-i İlâhînin tecelli dalga boylarından bir tanesi de kerâmet ise şayet, işte böyle bir vifâk ve ittifak, öyle bir ikrâm-ı İlahîye, öyle bir kerâmete vesile olabilir. Evet, aynı zamanda o vifâk ve ittifaktan da -bir velinin eliyle olduğu gibi- bir kerâmet meydana gelebilir.

Kerâmetin meydana gelmesi mevzuunda Ehlullâhın mütalaaları farklıdır. Mesela, bazen insan, “tayy-i mekân” yapabilir; burada duruyorken, bir başka yerde de görünebilir. Hani bildiğiniz, büyük bir zatı, zindanda iken mescitte namaz kılarken görüyorlar. Sonra zindancıyı, oradaki gardiyanı, başgardiyanı tedip ediyorlar: “Ne diye bu adamı bırakıyorsunuz, mescide geliyor!” Fakat o kabul etmiyor onu; yani, kendisinin hem orada hem orada olduğunu kabul etmiyor da diyor ki: “Bazen bazı kimseler bazı insanlar suretinde temessül eder, öyle bulunurlarmış!”

Fakat öteden beri kabul edilmiş cârî bir durum var, bir hakikat var. “Ebdâl” (“Bedîl”in cem’i olup temiz, safderûn, derviş adam mânâlarına gelen ve Evliyâullahtan halkın işlerine nezaret etmeye mezun, ilâhî icraatın perdedârları ve alkışçıları hakkında kullanılan bir tabirdir.) esasen vücûd-i necm-i nurânîleri ile bir anda on yerde bulunabiliyorlar âdetâ. “Vücûd-i necm-i nurânî”leri, “vücûd-i necm-i sâkibî”leri, “vücûd-i necm-i hâkânî”leri ile. Tasavvufa ait ifadeler bunlar. “Vücûd-i necm-i nurânî” tabirini, Miraç münasebeti ile, Efendimiz hakkında, Hazreti Pîr de kullanıyor. Burada, sizin içinizde otururken, orada Kâbe’yi tavaf ediyor; sizin içinizde otururken, Muvacehe karşısında اَلصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللهِ diyor, Hazreti Ebubekir’e selam veriyor: “Ey Sıddîk, esselâmu aleyke!” diyor. Bu türlü “ikrâm-ı İlâhî” dediğimiz kerâmetler zuhur edebilir şahıslarda.

Şahıslarda öyle kerâmetler zuhur edebilir; fakat mesele sadece buna münhasır değildir. Esasen tamamen her meseleyi “ihlas”a, “ihsan şuuru”na, “iştiyâk-ı likâullah”a bağlamış insanlar, bunları çok beride mütalaa ediyorlar. Öyle ki, hani bir yerdeyken on yerde birden görünmeden bahsedilince “Yahu bırak o türlü şeyleri, bunlar basit şeyler esasen. Aşk u iştiyâk-ı likâullah’ın yanında bundan söz mü edilir?!.” diyorlar. Biri hakkında “Suda batmadan yürüyor.” dense, onu önemsemiyorlar.

Hani Maruf-i Kerhî’nin sözlerini hatırlayın. O da hâlâ tasarrufu devam edenler arasında beşinci şahıs olarak söylenir; dört şahıs var, beşinci olarak onu da söylerler. Başka bir dinden İslamiyet’e girmiş; fakat birden bire öyle amudî yükselmiş ki, onlar seviyesine ulaşmış. El-Kulûbu’d-Dâria’da onun da virdleri var; üç tane virdi var, peşi peşine; hepsi de çok farklı, üzerinde durulması gerekli olan virdler. O Hazret de bu türlü şeyleri hafife alıyor: “Suda batmadan yürüyor onlar!” denince “Yahu hayvanlar da yüzüyorlar, ne var onda!” Yine, “Uçuyor adam!” denince, “Yahu hayvanlar da, kuşlar da uçuyor; ne var onda.” diyor. O kadar hafife alıyor. Neden? Büyük şey karşısında bunları küçük görüyor.

Allah’a âşık olma, Peygamber yolunda bulunma ve aşk u iştiyâk-ı likâullah ile sürekli kalbin çarpması karşısında bunlar çok küçük şeyler olarak görülüyor. Bir; bu türlü şeylere onların böyle bakışları var. Bir de sahiplenmeme bu türlü şeyleri; kendi kendine gelmiş bu türlü şeyler varsa, “Vallahi benim haberim yok. Birisi getirmiş, bana bir hil’at giydirmiş, bir cübbe girdirmiş; her şey Giydiren’e ait!..” deme…

Samimî tesânüdünün de çok kerâmetleri olabilir

Diğer taraftan, bazı kerâmetler vardır ki onlar, şahs-ı manevîye ihsan edilmiştir. Diyelim ki, hakikaten bir avuç insan, bir gün, çok büyük kimselerin, devletlerin yapamadığı işleri yapıyorlar. Mesela Devlet-i Aliyye’ye nasip olmayan işleri yapıyorlar. Bu çok önemli zira Hazreti Muhyiddin İbn Arabî, Osmanlı’yı Râşid halifelerden sonra ikinci olarak mütalaa ediyor. Özel bir yere, önemli bir konuma oturtuyor onları; Şecere-i Numaniye’de bu görülüyor. Hani onu heceleyen insanlar, hecelediklerinde görecekler, en azından bazı hecelerinde anlayacaklar; Devlet-i Aliyye’yi nereye oturttuğunu anlayacaklar. Fakat Devlet-i Aliyye’yi, dünyanın yüz yetmiş, yüz seksen ülkesinde okul açmaya, Cenâb-ı Hak, muvaffak kılmamış. İslam’ın bayraktarlığını yapmışlar, hiç attan inmemişler, değişik yerlerde devletler muvazenesinde muvazene unsuru olma konumunu korumuşlar… Başımızın tacı; hep hayırla yâd ediyoruz; onların da yaptıkları şeyler başkaları tarafından yapılmamıştır.

Bununla beraber, bazen de Allah (celle celâluhu) termite kümbet yaptırdığı gibi, böyle küçük insanlara çok büyük şeyler yaptırtıyor. Onlar, dünyanın yüz yetmiş ülkesinde değil, on yedi ülkesinde hususî okul açamamışlar, kendilerine göre. Hani fütuhât dairesinde, girdikleri yerlerde, onlara ait şeyler var ama böyle en uzak doğuya giderek, en kuzeye giderek, en güneye giderek, Güney Afrika’ya giderek, oralarda öyle şeyler yapamamışlar. Allah, bazen, daha küçük insanlara o şeyi yaptırtıyor. Bu da bir ikrâm-ı İlâhidir; Cenâb-ı Hakk’ın bir cemaate kerâmeti sayılabilir. Kerâmet-i İlâhiyedir bu; O’ndan bilmek lazım. Mesele cereyan şekliyle bir kerâmettir, cemaate terettüp eden bir keramettir ama insanlar bakarken, “Bu bir ikrâm-ı İlahîdir.” diye bakmalıdır. “Neye ikrâm-ı İlâhîdir? Vifâk ve ittifaka ikrâm-ı İlâhîdir. “Çünkü vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlâhî’nin vesilesidir.” sözünü tekrar ediyorum. Evet, mucize, kerâmet ve ikrâma bu şekilde bakmak lazım.

“Bahusus Lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesânüdün çok kerâmetleri olabilir.” İşte bünyân-ı marsûs… Bir hadis-in ifadesiyle, إِنَّ الْمُؤْمِنَ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا “Şüphesiz mü’minler birbirlerine kenetlenmiş bir binanın tuğlaları gibidirler.” Âdetâ kurşun ile, demir ile birbirine perçinlenmiş bir kubbe gibidirler. Bu mescidin kubbesi belki o ölçüde, o kıvamda değildir ama Devlet-i Aliyye döneminde yapılan o kubbeler çok sağlam yapılmıştır. Bazılarında belki duvarlar açısından merkez kaçlar olmuştur fakat kubbelerde bir çatlama olmamıştır. Hakikaten demir ile perçinlenmiş gibidir böyle, o kadar sağlamdır; o günden bugüne bir çatlama olmamıştır. Fakîr’in imamlık yaptığı camidekinde bir-iki küçük çatlaklık vardı ama düşünün aradan neredeyse beş buçuk asır geçmiş, altı asra yakın bir zaman geçmiş; o kadar bir şey. Günümüzde dün yaptıkları şey, bugün yerle bir oluyor. Hem böyle statik-mitatik dedikleri, zemin yoklaması filan dedikleri, blokaj dedikleri şeylerin çok ileri seviyede değerlendirildiği bir dönemde, dün yap bugün yıkılsın; öyle değil. Bir bünyân-ı marsûs, sağlam…

Şimdi, öyle kenetlenirse insanlar birbirine.. kardeşlerinin hissiyatı ile yaşarsa.. onların acılarını aynen vicdanında duyarsa.. bir kardeşinin sevineceği şeylere onun kadar sevinirse.. onun kendisine bağlı olduğu kadar, o da ona bağlı olursa, onu her şeye tercih ederse… Meseleyi biraz daha ileriye götürerek diyeyim bunu isterseniz: Hâşâ, Efendimiz’den sonra peygamber gelmemiştir; peygamberlik silsilesi, Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile noktalanmıştır. Fakat O’nun ortaya koyduğu ruh açısından esasen o mana devam etmektedir. Her bir mü’min, hâlis mü’min, kardeşini kendi nefsine tercih etmediği takdirde, onun hakiki mü’min kardeşi olamaz. Hazreti Ömer efendimize dediği söze binaen diyorum bunu: Hazreti Ömer, “Seni, ben, eşimden, çocuklarımdan, aile efradımdan daha fazla seviyorum!” deyince, “Beni, kendi nefsinden de fazla sevmedikten sonra iman etmiş olamazsın!” buyuruyor Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem). Onda öyle bir ruh var ki, bu söz karşısında anında, birden bire tornistan oluyor; “Yâ Rasûlallah! Seni, nefsimden de artık seviyorum!”

Kardeşliği o çerçevede ele almak lazım ki, “Seni, nefsimden de fazla seviyorum!” diyebilmeli!.. “Allah, sana bir musibet vereceğine bana versin!” diyecek kadar… “Senin evladın öleceğine ve senin üzüleceğine, benim evladım ölsün, ben üzüleyim!” diyecek kadar… Îsâr ruhu… Sadece yemede, içmede, hayatta nefsine tercih etme değil; bir yönüyle âlâmda ve lezâizde de kardeşini kendisine tercih edecek kadar zirvede bir îsâr ruhu yaşama… O ölçüde bir vifâk ve ittifak… Cenâb-ı Hakk’ın öyle bir topluma, öyle kerâmetleri olur ki, öyle ikrâmları olur ki, o, hakikaten, en büyük velilerin, Şâh-ı Geylânî’nin, İbn Beşîş’in, Ebu Hasan Şâzilî hazretlerinin, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretlerinin, Necmeddin-i Kübrâ’nın, İmam Rabbânî’nin, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî’nin kerâmetlerine denk olur, o ölçüde olur.

Kardeşlik ve îsâr ruhu

Fakat zannediyorum bu, rehabilitasyon ile gerçekleşebilecek bir husustur, birden bire olmaz. Oturup kalktığımız her yerde, bu kardeşliği, bu ölçüde ele almak, hakikaten “bünyân-ı marsûs” haline getirme adına sohbetleri o istikamete kanalize etmek lazım; meseleyi hep o mecrâda götürmek lazım. O mecrâda götürülürse, zannediyorum, öylece işte o deryaya ulaşılır ve derya haline gelince de insan bu defa damlaya dönüşür; sonra rahmet olur, sonra bulut haline gelir. Sonra rahmet halinde sizin başınızdan aşağıya yağar, yer tarafından emilir, kaynaklar tarafından fışkırır, bir devr-i dâim haline gelir, yeniden deryaya doğru çağlayanlar halinde akar. Derya-damla, damla-derya arasında bir “sâlih daire” oluşur. “Sâlih daire” diyoruz; bu tabiri kullanmıyor hekimler. “Fâsid daire” diyorlardı eskiden, şimdi “kısır döngü” deniyor. Bu sâlih daireye de “doğurgan döngü” diyebilirsiniz.

Evet, istikamet korunur ve o ölçüde îsâr ruhu ile bir kenetlenme olursa, Allah’ın izni ve inayeti ile, bu durum yakalanır. Bence, bu kerâmet, insanın öyle havada uçma kerâmetinden, suda batmama kerâmetinden, aynı zamanda bir anda birkaç yerde birden -Ebdâl’ın bulunduğu gibi- bulunma kerâmetinden çok daha önemlidir. Hem böyle hususî bir şahsın eliyle ortaya çıkmadığından dolayı, zannediyorum enâniyet adına, ucub adına, fahir adına da değişik şeyleri çağrıştırmaz bu, insana tedâî ettirmez bu. Dolayısıyla bir cemaate terettüp eden ihsan-ı İlâhî olarak hakikaten doğru bakılırsa, doğru görülürse, meseleye o mercek ile bakılırsa, o irfan merceği ile bakılırsa, zannediyorum insan enâniyete düşmemiş, aynı zamandan kibirden, gururdan, ucubdan, fahirden de kurtulmuş olur, âzâde olur. Dolayısıyla öbüründen çok daha önemlidir. Şahsî kerâmetlerden, havada uçmaktan, kendini burada iken Cennet’te görmekten, Huri ve Gılmanlar ile tanışmaktan çok daha önemlidir; çünkü kendisine bir şey mal etmiyor.

Îsâr… Kardeşlik bu ölçüde olmalı: وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kıskançlık, bir ihtiyaç duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9) Burada isterseniz şöyle diyelim: Birisi hakikaten havada uçacak kadar, çok önemli; bir kardeşi de var ki, o mevzuda derbeder, düşe-kalka yürüyor. Fakat onu öyle kıymetli görüyor ki!..  “O kardeşimin bazı meziyetleri var; o, benim çok üstümde, çok fâik! Keşke geçse de namazı o kıldırsa, ben de onun arkasında namaz kılsam!” diyor. Bir başka ifadeyle, herhangi birisi kendini havada uçar gibi görüyor. Biri de düşe-kalka yürüyor. Fakat öyle bir îsâr ruhu var ki, öyle bir kenetlenme var ki, şöyle düşünüyor: “Bunun bazı hususiyetleri var ki!.. Cenâb-ı Hakk’a bir teveccühü var ki!.. Bir-iki kere ben onun öyle ‘Allah!’ dediğine şahit oldum; öyle bir dedi ki, benim kalbim duracaktı. Dolayısıyla esasen bu hak ona ait!” diyor. İşte böyle düşünüp diyecek kadar…

Ayrıca, وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ ayetiyle işaret edilen îsâr duygusunu sadece, kendileri fakr u zaruret içinde iken, ellerindeki her şeyi başkalarına vermeleri şeklinde anlamamak lazım. Her hususta îsâr… “Millet, beni intihap etti; beni milletvekili yaptılar. Keşke falanı yapsalardı; o, karakter bakımından daha yüksek, daha iffetliydi; milletin arpa kadar malına elini uzatmayacak kadar namuslu idi, iffetli idi.” Veya “Beni bakan yaptılar; keşke falanı yapsalardı. Ben bakıyorum, esasen, karakter bakımından, insan olma bakımından, o, çok daha fâik bir insan; dün nasıldı, bugün de öyle, Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibi.”

Hazreti Ebû Bekir bir kulübede yaşıyordu. On bir tane irtidât hadisesini bastırdı. Bir blokaj hazırladı, bir statik ortaya koydu; arkadan gelen Hazreti Ömer, iki tane süper gücü yerle bir etti. Ebû Bekir, öyle bir insandı. Fakat kendisine sorarsanız?!. Cübbesinin eteği yerde süründüğünden dolayı, “Yâ Rasûlallah, bu da kibir midir? Ben de onlar ile beraber tepe taklak mı giderim?” endişesini taşıyor. Bir taraftan öyle zirvelerde, âdeta başı, melekler ile beraber, onlar ile kanatlanmış bir üveyik gibi; fakat beri tarafta kendisini hiç ender hiç görüyor ve başkasını nefsine tercihe açık bulunuyor. Onun için kendisine biat edildiği dönemde, Hazreti Ömer’in elini sıkıyor, ona biat etmek istiyor; o ise, hemen kalkıp onun elini sıkıyor, “Ebû Bekir’in olduğu yerde, başkasına biat edilmez!” diyor.

Böyle bir îsâr ruhu!.. Başkalarını her zaman kendinden daha fâik gören bir ruh!.. “Ben, ona layık değilim!” diyecek kadar; bir yönüyle, şartların ve hadiselerin kendini bir yere getirmesi karşısında bile kendisini sorgulayacak, kendi ile yüzleşecek kadar acz u fakr duygusu içinde!.. Hacâlet ve mahcubiyet duygusu içinde kendisini yerden yere vuran, kendisi ile sürekli yüzleşen, nefsini sürekli sorgulayan, herkesi kendinden daha fâik gören ve “Keşke o olsaydı!” diyen insan… Böyle bir düşünce çerçevesinde kardeşlik, böyle bir kardeşlik… Onun için Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ömer efendimize dediği o söze bağladım meseleyi.

“Ben değil, esas benim kardeşlerim önemlidir; ben değil!..” Birinin mülahazası: Vaaz ediyormuş da bir adam, el-âlem de değer atfediyormuş ona, iyi konuşuyor diye. Fakat -ben kendisinden dinledim- diyor ki, “Esasen bu yanlışı yapıyor ve bu yamuk-yumuk sözleri söylüyorum, ta ki, bugün bunları kavrayan, dinleyen şu insanlar içinde bir gün bu kürsüye çıkacak, bu meselelerin doğrusunu söyleyecek insanlar olacaktır; ben, onlara yol açmak için o kürsüye çıkıyorum! Bir gün şunların içinden bir tanesi çıkacak, hakka-hakikate tercüman olacak; onun için konuşuyorum, yoksa yaptığım şey, küstahlıktır!”

Cemaatin şahs-ı manevîsi, bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir

Meseleye bu zaviyeden bakma, herkesi kendinden daha fâik görme… “Ben oturdum, konuştum da böyle, insanlar tesirde kaldılar, etrafımda kümelendiler, bir bünyân-ı marsûs haline geldiler!” Hafizanallah, bu düşünceler şeytanın dürtüleri, sağdan gelen dürtüleridir. İnsan, dinleyenlerin hepsini birden Kâbe’ye sevk etse ve hepsini bir yerde tavvâfînden eylese metâfta, bence yine kendine öyle bakmalı; “Allah Allah! Bu insanlar, benim ahmaklığımda nasıl oldu da böyle sülûk ettiler o yola!” diyecek kadar kendi ile yüzleşmeli, kendini yerden yere vurmalı!..

Sen, bir debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi, kendini yerden yere vurmazsan, hiç farkına varmadan başkalarında kusur aramaya başlarsın. Başkalarında kusur arayan insan da hayat boyu hep kusur irtikâp eder durur. Müddeî (savcı) gibi değil, âdil bir hâkim gibi davranmak lazım. Müddeî, kusur arar; “Daha başka bir suçu var mı bunun? Hele bakın, böyle etrafını bir karıştırın; kimlerle münasebeti vardı bunun, ne halt karıştırıyordu?” filan… Müddeî, öyle yapar ki bu insafsızlıktır. Fakat kanunlara bağlı hüküm veren insan, afîf ise, namuslu ise, doğru ve müstakîm yaşamış ise, orada ona göre hüküm verir. Evet, başkaları hakkında öyle davranmalıyız; kendimiz hakkında da bir debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi tavır almalı ve kendimizi yerden yere vurmalıyız. Böyle davranırsak, o kardeşlik şuurunu tesis etmiş oluruz ve ona kim bilir ne kerâmetler, ne kerâmetler ihsan edilir.

Tekrar ediyorum: Hazreti Üstad, “Bahusus lillâh için olan uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî ve samimî tesânüdün çok kerâmetleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.” diyor. Hani, Abdulkadir Geylânî hazretleri.. Ebu’l-Hasan el-Harakânî hazretleri.. Harakan’da mı türbesi?!. Fakat Kars’ta olduğu söyleniyor. Onun yaşadığı dönem itibariyle Kars, Müslümanların elinde değil ama ihtimal sonradan onun mübarek na’şını oraya getirmiş olabilirler. Türbesi var, türbedarı var hâlâ, orada temessül ettiğine dair rivayetler var ve daha başka şeyleri de var ama söyleyince başkalarını kıskandırmış olur diye açmayacağım; yine sizin ile alakalı daha başka şeyleri de var. Sonra Şeyhu’l-Harrânî.. o da Harranlı olduğundan, sadece mekanına nisbeten söyleniyor. Böyle bazı zatların tasarrufları devam ediyor, Allah’ın izni ve inayeti ile. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın temessül edip şefaatlerinin devam etmesi gibi devam ediyor. Bir de Akîl Mimbecî var; Mümbicî filan da diyorlar; hani şimdi üzerinde kavgaların cereyan ettiği Menbic. Allah (celle celâluhu) orada öyle büyük bir zat yaratmış. Beşinci şahıs olarak da Maruf-i Kerhî hazretleri sayılıyor. Efendim, ne haddime benim başkalarını onlara altıncı şahıs olarak ilave etmek? Ama hüsnüzannım birileri için çok galip; zamanın sözcüsü Hazreti Sahipkırânı da bu çizgide sayıyorum; o da zamanın sözcüsü, Allahu A’lem.

Deyin, siz de deyin: “Çok sıkıldık, çok bunaldık; canlar gırtlakta, ruhumuz dilde-dudakta, çıkmak üzere… Çok bunaldık!” deyin ve onların şefaatlerine tevessül edin. Efendimiz’in şefaatine müracaat edildiği gibi: اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ، يَا مُحَمَّدُ إِنِّي تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى لِي، اَللَّهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِيَّ “Allah’ım Sen’den diliyor ve dileniyorum, Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed’i vesile edinerek Sana teveccüh ediyorum. Ya Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) şu hâcetimin yerine getirilmesi için Seni vesile yaparak Rabbime yöneliyorum. Allah’ım peygamberimizi hakkımda şefaatçi eyle.” Hâcet duasında böyle dendiği gibi deyin: “Allah’ım, o Sultân-ı Zîşânı, hakkımızda şefaatçi kıl! Allah’ım, o Sultân-ı Zîşânı, hakkımızda şefaatçi kıl! Hazreti Muhammed Mustafa’ya bizleri bağışla!.. Zılliyet planında, izafiyet çerçevesinde, O’nun arkasında O’nun gölgesi gibi olan o zatlara, o Şâh-ı Geylânî’lere, o Ebu Hasan Şâzilî’lere, o Muhammed Bahâuddin Nakşibendî’lere, o İmam Rabbânî’lere, o Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’lere, o zamanın sözcüsü Pîr-i Mugân’lara, o Hazreti Üftâde’lere, O Hazreti Aziz Mahmud Hüdâî’lere, o Pîr-i Küfrevî’lere, o Alvar İmamı M. Lütfî’lere, o Hüseyin Kındığı hazretlerine kadar bu büyük insanlara bizi bağışla!..

Dünyanın değişik yerlerinde, daha niceleri, niceleri vardır ki, biz onlardan haberdar değiliz. Bir yerde ifade edildiği gibi, “Eğer yeryüzünde nizam ve âhenk devam ediyorsa, işte bu türlü mukarrabîn yüzünden o nizam, o âhenk devam ediyordur.” Cenâb-ı Hak, o nizamın devam etmesi için, o insanların şefaatiyle sizleri, bu mübarek cemaati şereflendirsin, taçlandırsın, daha büyük hizmetlere muvaffak kılsın!.. Değişik köşe başlarında yolunuzu kesen gulyabanîlerin şerrinden sizi muhafaza buyursun!..

“Hatta şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi, bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.” Bu ifade münasebetiyle, bunları dedim. Doğrudan doğruya denebilir ki, “Allah’ım! Bu cemaate, bu heyete bizi bağışla, ne olur!” Denebilir; çünkü kimin ne olduğundan kimsenin haberi yok fakat o cemaatin say’ u gayretine öyle şeyler terettüp ediyor ki, işte o büyük zatlara bile Cenâb-ı Hak, o lütufta bulunmamış; böyle şeyler terettüp ediyor. Buna da “şahs-ı manevînin kerâmeti” denir. Şahs-ı manevî…

Burada antrparantez arz edeyim: Zaten zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı manevî zamanıdır. Cenâb-ı Hak, eğer toplumu içinden bulunduğu badirelerden halâs eyleyecekse, o şahs-ı manevî velayetiyle -inşaallah- halâs eyleyecektir.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Kazanma kuşağındayken korku, iftira ve gıybet

Kazanma kuşağındayken korku, iftira ve gıybet

Duygu ve düşünce zehirlenmesine mübtelâ olan kimseler

Kritik bir dönemde yaşadığımızdan dolayı, bazılarımız, bazıları, belki epey insan, işin içinden sıyrılmak için arkadaşlarının aleyhinde konuştular, olmayacak şeyler söylediler. Önlerine yazılıp konan kâğıtlara imza atma mecburiyetinde bırakıldılar. (Zalimler onlara) “hücre” dediler, “sopa” dediler, “ilaç içirme” dediler, “Bu kâğıda imza atma…” dediler. Bu mevzuda tercihini yanlış yapanlar oldu. (Masumlara iftira atma yerine, her şeye rağmen) tercih edilmesi gerekli olan, “hücre” idi, belki “ilaç” idi, belki “dövülme” idi, “ağzın-burnun kırılması” idi, “kafanın yarılması” idi. Bunlar, o tercihi doğru yapana sevap kazandırırdı. Ama bir mü’minin aleyhinde konuşma, yazılan yalanı imza etme, iftira idi, bühtan idi, günah-ı kebâir idi.

Bunu bilerek yaptı ise, yapmada da mahzur görmüyorsa, zavallı -farkına varmadan- İslam yolunda (!) kâfir oldu. Çünkü, günah-ı kebâir, tevbe ile zâil olur; fakat insan yaptığı günahı, gıybeti, iftirayı, bühtanı, bir mahzursuz şeymiş gibi görüyor, hem de böyle sürekli tekrar edip duruyorsa, bunu “mahzursuz” kabul ediyorsa; beş vakit namaza beş de ilave etse, on vakit namaz kılsa, yine kâfir, yine kâfir, yine kâfirdir!.. Ve küfür, insanın o âna kadar yaptığı amelleri alır-götürür. O esnada ölse, öbür tarafa taşıyacağı hiçbir sâlih amel yoktur.

Böyle kritik bir dönemde “atf-ı cürüm” -hukukta geçen bir tabir- çok olur. Bazı insanlarda, başkalarını suçlamak suretiyle işin içinden sıyrılma gibi bir “kompleks” vardır: Atf-ı cürüm… “Birini karalarsak, biz, işin içinden sıyrılırız!” Hasımlar da -esasen- onu istemektedirler. Hafizanallah, böyle bir dönemde “gıybet” çok olur. Hele bir de hususî, kendini gıybete adamış, zift bir medya varsa!.. Bunların radyoaktif tesiri bütün topluma sirayet eder. “Alfa”sı olmasa “Beta”sı; “Beta”sı olmasa “Gama”sı; bütün kalbleri ifsat eder, kirletir, farkına varmadan. Bir yalan -böyle- herkes tarafından konuşuluyorsa, kahvedekinin mevzuu olmuşsa, lokaldekinin mevzuu olmuşsa, pastanedekinin mevzuu olmuşsa, hatta camide şadırvan başında namazı bekleyenin mevzuu olmuşsa, hafizanallah “Falanlar, filanlar, hainler, alçaklar, bayağılar!” diyorlarsa, hiç farkına varmadan toplum, bunları mahzursuz görmeye başlar, işlene-işlene ahvâl-i âdiyeden bir hal alır. Ve dolayısıyla topyekûn toplum, zehirlenmiş olur. Buna “duygu zehirlenmesi”, “düşünce zehirlenmesi” denir.

Böyle zehirlenen birinin Allah ile münasebetinden söz edilemez, Rasûlullah ile münasebetinden söz edilemez. O söz edenler de esasen, Makyavelistlerdir. Mesela “İslam!” derler, fakat onu kullanırlar. Ama iyi bilirler onun prim yapacağını. Biliyor musunuz Lenin ve Trocki, daha sonra da Stalin neyi kullandılar? Karl Marks ve Engels’in “Sermaye ve emek arasındaki mücadele” teorilerini kullandılar, kendi dünyalarında; çünkü toplum ona karşı duyarlı hale gelmişti. “Biz, emek verip de arzu ettiği kadar bir şey elde edemeyen insanları harekete geçirirsek şayet; diğerlerinin aleyhinde olur!” dediler. Bir Ortodoks dünyada bu, geçerli bir “materyal” idi. Onlar, Makyavelist bir mülahaza ile hedefe ulaşmak için bu materyali değerlendirdiler.

Nifak ehli Makyavelistler

Onlar Müslümanlığı bilmiyorlardı ama bir gün dünyanın bir yerinde şayet nifak, mesela başkalarını aldatma, kandırma, olmadığı gibi görünme geçerli bir madde olsa, bu defa işin serkârları o argümanı değerlendirirler. Bir yerde toplumda az buçuk İslamî duygular gelişmişse, şöyle-böyle câmilerde cemaatin sayısı artmışsa… Bir zaman artmıştı; şimdi azalıyor, “Yüzde kırklardan yüzde yirmilere düşmüş!” diyorlar. “Uyuşturucu da ilk mektep talebelerine kadar inmiş!” diyorlar. Fakat o his, sönmemiştir; o uyuşturucuyu kullanmış, yerde kıvrım kıvrım kıvranan insana sorsan, “Ben Müslümanım!” der yine; meyhaneden çıkana sorsan, “Ben Müslümanım!” der; namaz kılmayan birine sorsan, caminin önünden geçiyor, “Ben Müslümanım!” der. Bu duygu değer kazandırdığından dolayı, bazıları onu suiistimal ederler.

Evet, bir dönemde sa’y ve sermaye değerlendirildi; Avrupa’da asırlarca sosyal mücadelelerin arkasında bu vardı. Bu mücadele, Karl Marks’ı ve Engels’i harekete geçirdi, “Das Capital” (Kapital) böyle yazıldı ve bunu daha sonrakiler yine “sa’y ve sermaye” meselesi olarak değerlendirdiler. Bir gün Müslümanlık bir yönüyle, şeklen, sûreten, herkesin benimsediği bir şey ise şayet, bu defa o Makyavelistler, hedeflerine ulaşmak için onu kullanırlar. Makyavelist yerine münafıklar da denebilir; böyleleri münafıktır zaten ve münafık, kâfirden daha şiddetlidir. Ve onların yaptıkları bu nifaka dinî kılıflar, kalıplar bulan, mesela rüşvete “hediye” diyen, mesela iftira etmeye, bühtanda bulunmaya اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ beyanını mesnet edinip “Bu, bir savaştır, savaşta da esas, ayak oyunu câizdir!” falan diyen insanlar, onların küfrüne iştirak ediyor demektir.

Öylelerinin cenaze namazları kılınmaz. Onlar için el açıp mezarlarının başında, musallanın başında dua etseniz, öbür tarafta Allah, size hesabını sorar; ilahiyatçı da olsa, imam da olsa, müezzin de olsa, Diyanet İşleri Başkanı da olsa, Allah, hesabını sorar. Neden?!. Çünkü münafığın rüşvetine sen, “hediye” dedin; yalanına “hud’a” dedin; aldatmasına, ayak oyununa اَلْحَرْبُ خُدْعَةٌ dedin. Bir yönüyle haramı, gayr-ı meşruyu, Makyavelist bir mülahaza ile “meşru” göstermek suretiyle, sen o sürülerin kafalarını bozdun; bilmem neyin arkasından sürüklenip giden koyun sürüsü gibi, arkasından sürüklenip gittiler.

Evet, bugün, “Yalan, râiç; hıyanet, mültezem; her yerde Hak meçhul / Ne tüyler ürperir yâ Rab, ne korkunç inkılap olmuş / Ne din kalmış, ne iman; din, harap; iman, serap olmuş!” Haçlı, geldiği zaman, “gâvur” diyordun sen. Ona karşı ya Kılıçarslan’ın, ya Alparslan’ın, ya Melik Şah’ın, ya Nureddin-i Zengi’nin veya Şîrgûh’un arkasında kenetleniyordun; duygu-düşünce birliği içinde onlara karşı savaş veriyordun. Belli idi düşman, sen de belli idin; senin bir çizgin vardı, kırmızı çizgin; onların da kırmızı çizgileri vardı; tehlike daha az idi. Ve aynı zamanda onlar, günümüzün bazı münafıklarının yaptığı gibi karıyı kocadan ayırmıyorlardı; evladı, annesinden-babasından ayırmıyorlardı; yuvaları, yetim bırakmıyorlardı; hiçbir şeyden haberi olmayan masum insanlar, çok küçük nispetlere bağlanarak zulme uğratılmıyordu. “Aynı telefon sistemini kullanmışsın!” diye zulme maruz kalma… İnanın ne Arslan Yürekli Richard, ne Topal Philip, ne Friedrich Barbarossa, bu türlü zulümleri irtikâp etmediler! Öyle zulümler irtikâp edildi ki, hafizanallah, Ebu Cehil yapmamıştı bunu, Amnofis yapmamıştı bunu! Bunları Müslüman bilerek arkalarından gitme, hafizanallah, öbür tarafta kâfirler ile haşr ü neşr olma gibi bir şey getirir.

“Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz, ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı?”

Benim esas meselem: İftira ve bühtanın bir hastalık haline gelmesi, Mü’minlerin arasına bile sirayet etmesi… Bakın!.. “Acaba ne yanlış yaptık ki biz -falanların yanlışı- bugün bu iş başımıza geldi? Ali’nin yanlışı, Veli’nin yanlışı, Osman’ın yanlışı!.. Acaba bir kısım kimselere bir kemik atsaydık, bu şeyler başımıza gelir miydi? Acaba bir yerde bu okula adlarını ve namlarını verseydik, bu iş başımıza gelir miydi?” demek suretiyle atf-ı cürümde bulunma… Ve bu işin önde gidenlerine gıybette bulunma, iftira etme…

-Bir türüyle/yönüyle- gıybet, zinadan eşeddir ve gıybet, günah-ı kebâir arasında sayılmıştır. Kur’an, lisân-ı nezihi ile “kardeşinin etini yeme” diyor; o lisân-ı nezihine rağmen böyle ifade ediyor, demek ki başka şey muktezâ-i zâhire mutabık değil; onun için Kur’an onu bir çeşit “yamyamlaşma” olarak beyan ediyor: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِنَ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ وَلاَ تَجَسَّسُوا وَلاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللهَ إِنَّ اللهَ تَوَّابٌ رَحِيمٌ “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz, ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah Tevvâb’dır, Rahîm’dir (tövbeleri kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur).” (Hucurât, 49/12)

Şimdi o işin radyoaktif tesiri, onun gaması şuursuz kitlelere aksedince, onlar da oturup-kalktıkları her yerde “Biraz da biz gıybet edelim!” falan diyorlar ve candan kardeşlerini suçlamaya başlıyorlar. Onu icat eden, üreten, sistemini uygun ortaya koyan, belli argümanlar ile ifade eden insanlar, tesir ediyorlar kahvedekine, lokaldekine, pastanedekine, camidekine, şadırvan başında kollarını sıvamış abdest alana, ezana icabet edene, “Allahu Ekber!” dendiği zaman “Allahu Ekber” diyene… O da geliyor, gama tesiri ile sirayet ediyor, hiç farkına varmadan kalb ölüyor; ruh, felç oluyor; sır kapısı kapanıyor; Allah ile münasebet, kesiliyor. “Mezar-ı müteharrik bedbaht” haline geliyorlar; hareket eden ölüler haline geliyorlar.

Zira bir insanın hayatiyeti, kalbî ve ruhî hayatı ile alakalıdır. Kalbî ve ruhî hayatı olmayana “diri” denemez. Onun için Hazret, “Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.” diyor. Demek ki kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmek, ancak kalben ve ruhen diri olmaya bağlı. Zehirlenmiş insanlar, Makyavelistlerin etrafa saçtığı zehirler ile zehirlenmiş insanlar, ölü sayılırlar; mezar-ı müteharrik, hareket eden ölüler, demektir. Bunların tek bir şeye istihkakları vardır; Allah kabul ederse, başlarında durup elleri kaldırıp ruhlarına birer Fatiha okumaya! Ölmüş demektir o camileri lebalep dolduran insanlar, eğer böyle zehirlenmişler ise; bunlar, bütünüyle ölmüş demektir, hafizanallah…

Bu, İslam dünyasının -İs-lam Dün-ya-sı-nın, hususiyle “zirve” seviyede bazı İslam dünyasının- hastalığı haline gelmiştir, marazı haline gelmiştir. “Ed-dâ’ul-‘udâl” (اَلدَّاءُ الْعُضَالُ) diyor Araplar, “onulmaz bir dert”, metastaz yapmış bir kanser, bir veba, bir tâûn; yakaladığını alıp götürüyor. Nereye götürüyor? “Kalb”sizliğe, “ruh”suzluğa, “sır”sızlığa, “hafâ” gaybûbetine, “ahfâ” gaybûbetine, Allah bilmezliğe, Peygamber bilmezliğe götürüyor, hafizanallah!..

Öyle bir durumda dilimizi tutmak, -belki- gıybet ve iftiraya girenlere “Sus! Allah, dilini kurutsun senin! Mü’min kardeşinin aleyhinde konuşma!” demek düşer bize. Kendini hizmete adamış insanlara gıybet ve iftiraya karşı tavır almak düşer.

Bu denâeti Amnofis bile yapmamıştır!..

Bu güne kadar, Cenâb-ı Hak sizi çok şeylere muvaffak kılmış; kimse kendinden bilmesin onu!.. كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan!”O’na binlerce hamd u senâlar olsun ki, sizi/bizi, çoğumuzu böyle hayırlı hizmette, aklımız ermediği halde, istihdam buyurdu. Başka yerlerde istihdam buyurabilirdi; bir yerde bir çıraklık, bir yerde bir amelelik verebilirdi. Öyle değil; i’lâ-ı kelimetullahta istihdam buyurdu. Siz, diliyordunuz, dileniyordunuz ve istiyordunuz: اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ “Allah’ım, zatında yüce olan adını, Hak kelamını, İslam dinini bugün de dünyanın her bir köşesinde bir kere daha yücelt; hakkı-hakikati bütün gönüllere duyur. Allahım,” diyor muydunuz, demiyor muydunuz? اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ Dünyanın dört bir yanında, hayatın bütün birimlerinde, “mine’l-bâb ile’l-mihrâb”, köy muhtarlığından zirvedeki insana (serkâra) kadar… وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ “Ve bizi bu işte istihdam buyur!” وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ “Kulların arasında da bu işi kabullenmeleri, hüsnükabul göstermeleri için bize vüdd vaz’ et!” Arzda, semada, uğradığımız herkes, gönlünü açsın!..

Açtılar mı, açmadılar mı? Dünyanın yüz yetmiş ülkesinde, millet, yirmi sene, yirmi beş sene, otuz seneye yakın, bağrını size açtı mı, açmadı mı?!. Hiçbir şüphe onlarda olmadı. Nabzınızı tuttular, kalbinizi dinlediler, hep istikamet solukları aldılar. Allah, yaptı… Siz istediniz bunu; Allah da yaptı. Doğru bir yolda yürüyordunuz; yapılması gerekli olan şey, o idi. Yeryüzünde bir dikili taşınız olmayacaktı.. bir zırhlı araba derdiniz olmayacaktı.. bir villa derdiniz olmayacaktı.. arkasında-önünde arabaların koşturduğu bir insan olmayacaktınız… Bunları hiç istemediniz. İstediğiniz bir şey vardı: Allah’ın nâm-ı celîli dünyanın dört bir yanında bayrak gibi dalgalansın! Nâm-ı celîl-i Muhammedî, dünyanın dört bir yanında bayrak gibi dalgalansın! Onun gösterdiği o hedef, tahakkuk etsin: “Adım, güneşin doğup-battığı her yere gidecektir!” Siz, bunu istiyordunuz; Allah da belli ölçüde bunu verdi. Bundan sonra o meseleyi tamamlama istikametinde gayret ortaya koyacaksınız!..

Nefsini, aklını, mantığını şeytana kaptırmış, tahripkâr insanlar da yapılanları yıkmaya çalışacaklar, yıkmak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar. Düşünün: Sadece bir insanın celbi/iadesi için, bir tanesine on beş milyon dolar teklif eden bir mantık!.. Amnofis, bunu yapmamıştır! Ve bunu yapanın, kâfir olmasında şüphe yoktur; inanın! Bir insanın iadesi için milletin parasını, milletten topladıkları parayı, ekonomik krizlerin yaşandığı bir dönemde harcıyorlar; tek bir adamın iadesi için “Al sana bunu, yap onu! Uçağın düşerse, onu da karşılamaya âmâde bulunuyoruz!” diyorlar. Burada, mahkemede bu meseleler görüşülüyor. Milletimiz, hiçbir zaman bu ölçüde rezalete maruz kalmamıştır; hiçbir zaman, İstanbul’u işgal ettikleri zaman bile, bu ölçüde rezalete milletimiz maruz kalmamıştır.

“Allahım! Gönüllerimize aşkını, iştiyâkını, Sana mülâki olma arzusunu koy”

Şimdi bunun radyoaktif tesirinin, size de sirayet etmesi gayet normal; sizden bazıları da farkına varmadan atf-ı cürümde bulunuyorlar. “Acaba başkalarını suçlarsak, biz de bu işin içinden sıyrılabilir miyiz?” diyorlar, farkına varmadan. Bazıları tazyik karşısında, bazıları da yapılan yanlışlıkları önde bu işi götüren insanlardan bilerek bu günahı işliyorlar. “Gıybet” gibi bir günah-ı kebâiri irtikâp etmek, “iftira” gibi bir günah-ı kebâiri irtikâp etmek… Hafizanallah!.. Bir yönüyle icraat-ı İlâhiyeye, bazılarını ortak koşmak suretiyle şirke düşme manasında…

Hatta “Falan-filan ölsün!..” diye büyü yapma… Yirmi defa, otuz defa bazı kimselerin ölmesi için o serkârlar büyü yaptılar. الإِشْرَاكُ بِاللَّهِ، وَالسِّحْرُ، وَقَتْلُ النَّفْسِ Günah-ı kebâir sayılırken, önce “Allah’a eş/ortak koşmak”. “Melekler, Allah’ın kızı!” demek, “Falanlar, şunlar!” demek; müşriktir bunu diyen. Ondan sonra “adam öldürmek”ten evvel geliyor “sihir”. Onu da mahzursuz görüyor, yirmi defa yapıyor, otuz defa yapıyor. İstemediği insan ölsün, meydan ona kalsın, dediği olsun, başka sesler kesilsin, diye. Hiç farkına varmadan, yaptığı şeyler ile kâfir oluyor; kâfirin arkasından giden de, başının çaresine baksın!

Siz, Allah’ın izni ve inâyetiyle, -müspet manada- başının çaresine bakan insanlarsınız. -Bakın elektronik tabloda da- o çıktı: اَللَّهُمَّ اِشْتِيَاقًا إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ، تُغْنِينَا بِهِ عَنِ اشْتِيَاقِ مَا سِوَاكَ Allah’ım! Aşkını, iştiyakını, Sana mülâki olma arzusunu bizi delirtircesine gönüllerimize at! Nâm-ı Celîlini dünyanın dört bir yanında bütün insanlığa duyurma adına ölelim, ölelim, dirilelim! Ölelim, ölelim, dirilelim!.. Ölelim, ölelim, dirilelim!..

Varsın başkaları sizin yapmak istediğiniz şeyleri yıkmaya çalışsınlar, bir hesap günü var! Her şey, bugünden ibaret değil; yarın var, öbür gün var, daha öbür gün var. Bir gün var ki, فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ Kim zerre kadar, atom ağırlığı hayır veya şer yapmışsa, onun karşılığını mutlaka görecektir. Onun için Allah’a gönül vermiş sizler, hiçbir şeyden endişe etmeyerek, gıybete tenezzül etmeyerek, bazılarını suçlamak suretiyle teselli olma sevdasına düşmeyerek, yürüdüğünüz yolda yürüyün Allah’ın izni ve inayetiyle. Dişinizi sıkıp “aktif sabır” ile, hareket halindeki sabır ile, kıpırdanma sabrı ile yürüyün “Şimdi ne yapılır? Şimdi ne yapılır? Şimdi ne yapılır?!” diyerek. Ayağıma zincir vurdular, ellerim var ya!.. Ellerime zincir vurdular, başımı hareket ettirmem var ya!.. Boynuma zincir vurdular, dilimi hareket ettirmek var ya!.. Dilime-ağzıma fermuar vurdular, gözlerimle, gözlerimin irisini oynatarak bir şey ifade etmek var ya!.. Hiçbir şey yoksa, sükût ile bir şey demek var ya!.. Buna kadar yolu var; mü’minin yolu, buraya kadar.

Ne yaparlarsa yapsınlar, yürünen bu isabetli yolda, Hak yolunda, Peygamberler yolunda, Hazreti Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallâhu anhüm) yolunda, Allah (celle celâluhu) sâbit-kadem eylesin sizi! Bugüne kadar yürüttüğü, sâbit-kadem kıldığı gibi, Cenâb-ı Hak bundan sonra da en küçük bir kaymaya maruz bırakmasın!.. اَللَّهُمَّ مَتَانَةً، تُغْنِينَا بِهَا عَنِ الْيَأْسِ وَالذِّلَّةِ “Allah’ım! Bize öyle metânet-i tâmme ihsan eyle ki; her türlü zilletten, her türlü yeisten/ümitsizlikten halâs olalım/kurtulalım!” Allah, sizi sağlam yürekleriniz ile kıyamete kadar pâyidar eylesin!..

Neredeyse, soyadı Gülen olan hiç kimseyi dışarıda bırakmadılar

Başa dönüyorum: Sadece şahsını kurtarma adına yüz tane insanın adını veren insan oldu. Zaten böyle bir şey de yetiyordu: “Onu da tanıyorum!” “Tanıyorum!” demek yetiyordu. Mesela bir şey diyeyim: Neredeyse soyadı “Gülen” olan insanlardan, dışarıda kimse kalmadı. Evet, “Soyadın öyle olduğuna göre sen de Allahu A’lem öyle düşünüyorsun!” Ama ailem içinde -zannediyorum- hani sizin okuduğunuz, ettiğiniz şeylerin beş satırını bile okumamış olan insanlar vardır. Kadınları bile hapse atıyorlar. Seksen yaşındaki kadınlar bile gaybubet ediyorlar; “Aman Şeytanlar çarpar!” diye gaybubet ediyorlar. Öyle bir hal oldu. Hafizanallah, dolayısıyla bazıları sadece nefislerini düşünerek “Acaba böyle yaparak işin içinden sıyrılabilir miyiz?” dediler.

Antrparantez burada bir şey arz edeyim: Biraz evvel, İzmir’e gittiğim andan itibaren kahraman olarak tanıdığım, buradaki bazılarının da dedesi, telefon ile beni aradı. Onlar saklanıyorlar; ben onu teselli edeceğime, “Hocam, kurban olayım, bak hiç merak etmeyin, burada her şey yolunda gidiyor!” dedi bana. Üzüntümü ifade ettim; “Torununla alakalı burada bir şey oluyordu, sen yoktun içinde!” dedim. “Olsun be Hocam, olsun be Hocam!” diye cevap verdi. Elli sene evvel tanıdığım adam, gördüm ki zerre kadar değişmemiş, yarım adım geriye atmamış. Ve bunların dünyanın değişik yerlerinde binlercesi var, on binlercesi var; Allah’ın inayet ve izniyle; onlar başlattıkları o şeyi devam ettireceklerdir. Allah, sayılarını çoğaltsın! Allah, istikamette, devamda onları sâbit-kadem eylesin!..

Fakat herkes o karakterde olmayabiliyor; başına gelen musibetlerden sıyrılmak için “Daha kimi tanıyorsun?!” denince… Veya yazılı önüne koyuyorlar; “Biz, şundan da şüpheleniyoruz, falan sistemde telefon kullanmış, filan sistemde telefon kullanmış!” Yahu adamın ne konuştuğuna bakılır, Allah aşkına!.. Ne konuştuğu yok ortada, sadece sistemin kullanılması meselesi. “Öyle ise…” Karakuşî karar, “Derdest edin, götürün!” İşte böyle bir şeyden korkunca, elli tane, yoktan, masum insanın ismini alıyorlar.

İlaç içiriyorlar… Ve çokları öyle oldu, ilaç içirdi, konuşturdu, sonra götürdü ormanın içine attılar, “Ölsün!” diye. Hâlâ isminden bahsedilmeyen, üç sene evvel kimin kaçırdığı belli olmayan insanlar var! Dünyanın değişik yerlerinde hasım saydıkları insanları kaçırmak için, hususî uçaklar kiralayıp oradaki insanlara etek ile para döken hainler var, Nemrutlar var, Şeddâdlar var, Firavunlar var! Ve korkuyor, diğer insanlar da korkuyor… Size bugüne kadar yakın durmuş, dost çerçevesinde kalmış. Dolayısıyla bunların isim verdikleri de olmuştur.

Ama şunu samimiyetle söyleyeyim; bunların bütünün sayısı, “yüzde dört”e çıkmaz. Ee canım, o kadarı, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) gören insanlar arasında da oldu; irtidat edenler oldu. Hatta Tuleyha gibi sahabî içinde bulunanlar, hatta daha sonra Müslümanlığını ilan eden Secâh gibi kadınlar; bunlar bile irtidat hadiselerine karıştı; sonra işin boş olduğunu anladı, döndü geldiler. Allah, günün münafık ve mürtedlerine de bu idrak ve bu anlayışı ihsan eylesin!..

Kelamda bile israf yapmamak lazım

Gıybet ve iftira marazına karşı, bir kere pozitif olarak biz, oturup kalktığımız her yerde -nerede olursa olsun- sohbet-i Cânân yapmalıyız. Bazı arkadaşlarımız, bu işin -Allah’ın izniyle- uzmanı gibi. Ben kendimi katiyen o arkadaşlar seviyesinde bilemem! Evet, Nurları bilme mevzuunda; onlara haşiye nev’inden yazılmış şeyler mevzuunda bana ders verecek mahiyettedirler onlar. Gazete çıkaran arkadaşlar, mecmua çıkaran arkadaşlar vardır. Bu tatil günlerini değerlendirerek değişik yerlere gittiler ve moralize ettiler o arkadaşları; rehabilitasyona ihtiyacı olan insanları rehabilite ettiler. Şimdi birinci iş, seviyeli arkadaşların, ağzı laf yapan arkadaşların sohbet-i Cânân’da bulunmalarıdır.

Ağız, güzel şeyler söylemek için yapılmıştır. Buna “Her uzvu, ‘mâ hulika leh’inde kullanma” derdi eskiler; her uzuv, hangi şey için yaratılmış ise, o istikamette kullanılmalıdır. Oturduğumuz meclislerde, sohbet-i Cânân’ı yapabilecek insanlar, Sohbet-i Cânân yapmalıdırlar. Sohbet-i Cânân, bütün konuşmaların kâfiyesi, taçlandırılması olmalıdır. “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sözümüz cümle heman kıssa-i cânân olsa!..” Konuşmalara mevzu olacak, Allah var iken, Efendimiz var iken, Hazreti Ebu Bekir var iken, Ömer var iken, Osman var iken, Ali var iken, Hasan var iken, Hüseyin var iken… -Allah, hepsinden binlerce defa razı olsun; milyonlarca salât ve selam İnsanlığın İftihar Tablosu’nun üzerine olsun, sallallâhu aleyhi ve sellem!..- Onları dillendirme var iken, gönüllerin onlara kilitlenmesini sağlamak var iken, motivasyonunu sağlamak var iken, başka şeyleri, israf-ı kelâm saymak lazım. Kelamda bile israf etmemek lazım.

Kelamda israfsızlık da, meseleyi sohbet-i Cânân’a bağlamak ve “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan!” demekle mümkündür. Ee canım, senin Allah gibi bir sevdiğin var, Peygamberimiz gibi sevdiğin var… Görmeyi ne kadar arzu ediyorum Hazreti Ebubekir’i, onun ayaklarının altına kaldırım taşı gibi başımı koyayım, “Ne güzel taştı bu!” filan desin o da, bana bu kadar sahip çıksın. Böyle sultanlarımız varken bizim, başka şeylerin arkasına düşmek, akılsızlıktır, deliliktir, cinnettir! Allah’ı arama, Allah’ı araştırma, Allah yolunda olma, Rasûlullah yolunda olma gibi cihanların hazineleriyle değiştirilmeyecek şeyler var iken, “Cennetin binlerce senesi, bir dakika rü’yet-i Cemâline mukabil gelmeyen”Cenâb-ı Hakk’ın Cemâline taleb var iken, bence o şeyler de ne oluyor ki?!. Elinin tersiyle rahatlıkla itebileceğine inanıyorum!.. Elinin tersiyle rahatlıkla itebileceğine inanıyorum!.. Bütün Türkiye’yi sana verseler, elinin tersiyle iteceğine inanıyorum.

Yarın o tohumlar bire on başağa yürüyecek, o fideler de bire on çınarlar gibi boy atıp gelişecek!..

İkincisi, gıybet mevzuunda yazılmış eser var, eserler var. Onları okuyup okutarak gıybetin, iftiranın çirkinliği ve haram olduğu üzerinde durmak gerekiyor. Temel kaynaklara, Kitab’a ve Sünnet’e dayandırarak, o mevzuda yazılmış şerhlere, haşiyelere dayandırarak, onun ne büyük bir vebal olduğunu anlatmak lazım. İnsanı, dilinden asarlar; haksız yere biri hakkında gıybette bulunmuş, iftira etmiş ise, öbür tarafta insanı, dilinden asarlar, ağzına fermuar vururlar, hafizanallah; sonra da ellerini-kollarını bağlar, Gayya’ya atarlar. Buna meydan vermemek için, o mevzuda Allah tarafından gelen o Beyân-ı Sâdık’a, Hazreti Sâdık u Masdûk’un beyanına ve O’nun temsilcilerinin beyanına kulak vermek lazım. Bu suretle insanları, o türlü şeylerden -Allah’ın izni ve inayetiyle- uzaklaştırmak lazım. Buna eşedd-i ihtiyaç ile ihtiyacımız olduğunu vurgulayayım, bir kere daha.

Bir üçüncü husus; mâziye ve mesâibe kader açısından bakmak lazım. Geçmiş şeylere, اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ sözüyle bakılır: “Hayır, Allah’ın ihtiyar buyurduğundadır!” وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir şeyi seversiniz ama o şey ise hakkınızda şerlidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”(Bakara, 2/216) Belki şu anda ezâ-cefâ gibi görülen şeyler, sizin hakkınızda hayırlıdır. Çektiğiniz şeyler ile, varsa hatalarınız, bir arınma kurnasından geçmiş gibi, bunlar dökülür giderler. Allah huzuruna pîr u pâk olarak gidersiniz. Bela ve musibetlerin böyle bir yanı da vardır. اَلْخَيْرُ فِيمَا وَقَعَ “Her ne vukua gelmişse, hayır ondadır.” Hayır, nasıl vâki olmuşsa, ondadır; bilemezsiniz!..

Allah’ın takdiri açısından sizler, tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına saçıldınız; fideler gibi dünyanın dört bir yanına dikildiniz. Yarın o tohumlar, bire on başağa yürüyecek; o fideler de bire on çınarlar gibi boy atıp gelişecek, Allah’ın izni ve inayetiyle. Ve Efendimiz’in size hedef olarak gösterdiği (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Adım, güneşin doğup-battığı her yere gidecektir!” gaye-i hayali gerçekleşecek. Bir gün karalarda ulaştığınız şeyleri aşacaksınız, Güney Kutup’ta penguenlerin bulunduğu yere ulaşacaksınız. Gidip onlara da diyeceksiniz, fısıldayacaksınız: “Haberiniz var mı? ‘Hazreti Muhammed’ (sallallâhu aleyhi ve sellem) diye bir Allah Rasûlü var! Biz, O’nun nâm-ı celîlini bir şehbal gibi dalgalandırmak üzere bu kar dünyasına da dikmeye geldik, Allah’ın izni ve inayetiyle!” Bunu demeye kadar yolunuz var. Bu yolda yürüdüğünüz takdirde, yolun yarısında bile Allah “Gel!” deyip huzuruna alsa sizi, oraya varmış gibi size muamele yapar. Oraya varmışların muamelesini yapar; çünkü “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır!”

اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى * اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ * اَللَّهُمَّ إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

“Allah’ım bizi nefsin hoşuna giden değil, Senin razı olacağın, rıza ve hoşnutluğunu kazandıracak işlere muvaffak eyle. (Bizim talebimiz) affın, afiyetin ve rızandır Allah’ım, sevip hoşnut olduğun şeylere bizi hidayet buyur! Dualarımızın kabul edilmesine en büyük vesile olarak gördüğümüz Rasûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselam Efendimiz’e, temizlerden temiz nezihlerden nezih aile fertlerine ve ashabına salat ü selam eylemeni dergâh-ı uluhiyetinden diliyoruz Rabbimiz!..”

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Kelâm-ı Nefsî ve Tahdîs-i Nimet

"Kelâm-ı nefsî" ne demektir? Cenâb-ı Hakk'ın bir sıfatı olarak zikredilen "kelâm-ı nefsî" tabiri insanlar hakkında kullanıldığında nasıl anlaşılmalıdır?

Kelâm, Kudret ve Cuma Yamaçları

Hazreti Kelâm, Hazreti Kudret ve İrâde

“Hazreti Kelâm” deyince daha ziyade Kur’an-ı Mu’cizu’l-Beyânı anlıyoruz. Gayr-ı Metlûv vahyi, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’tan gelen değişik tecellî dalga boyunda beyanât-ı Sübhâniyeyi anlıyoruz. Ehlullâhın, esasen ehl-i keşfin kalblerine yağan varidâtı anlıyoruz; Hazreti Pîr, onu “Hutûr etti!” falan tabiriyle ifade ediyor, başkaları doğrudan doğruya “ilham”dan bahsediyorlar; hatta bazıları, İsmail Hakkı Bursevî hazretleri gibi, açıktan açığa Cenâb-ı Hak ile mükâlemeden bahsediyorlar. Bunların hepsini (Hazreti Kelâm’dan olmaları açısından) aynı kategoride mütalaa edebiliriz. Evvelâ onu anlamak lazım.

“Hazreti Kelâm” derken, çocukluktan itibaren onun bizim için ifade ettiği bir mana vardır; söylenince, Kur’ân-ı Kerim’i nazara alırız; “Mukaddes bir beyan. Esasen ona inanmak lazım. Allah Kelamı. Dediği her şey doğrudur onun: Allah, Peygamber, haşr u neşir, Mizan, Terazi, Cennet, Cehennem…” Nazarî olarak bunlara inanırız. “Nazarî olarak” diyorum; belki bu husus ile alakalı antrparantez bir şey ifade etmek gerekecek/icap edecek.

Aynı zamanda “Hazreti Kudret” dediğimizde, daha ziyade, Cenâb-ı Hakk’ın tekvinî emirler âlemindeki tasarrufât-ı Sübhâniyesini kastediyoruz; Kudret’in taalluk alanı… Esasen Kudret, taalluk alanı itibarıyla öbür âlemde tam tecellî edecek. Burada “Kudret” biraz Hikmet eksenli cereyan ediyor; yani, bir yönüyle aynı zamanda o işin içinde bir kısım maslahatlar, faydalar, hikmetler mülahazası da oluyor. Öyle, akıl ile izah edilebilecek gibi bir üslupla mesele ifade ediliyor; Kudret’in taalluku öyle oluyor. Ama öbür tarafta, o Kudret-i Kâhire ve İrâde-i Bâhire, böyle şu esasa dayandırılacak, bu esbâb ile izah edilecek gibi değil, doğrudan doğruya oluyor taalluk ettiği zaman. Tâbir-i diğerle, o “Kün fe-kân” meselesi tamamen orada; o tezgâh ve o sistem işleyince, her şey oluveriyor, hiçbir sebep yokken.

Üstadın yaklaşımı ile, “İzzet ve azamet ister ki; esbâb, perdedâr-ı dest-i Kudret ola aklın nazarında; Tevhid ve Celal ister ki; esbâb ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” Esbâb, niye vaz’ edilmiş? “Umûr-i hasîse” ile Kudret’in mübâşereti görülmesin diye, doğrudan doğruya. Öyle şeyler var ki, o türlü kötü fiillerde özne olarak Zât-ı Ulûhiyeti mülahazaya almak, Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlık olur.

Esasen bunların birisi, bir yönüyle o meselenin izâhı, belki tafsili… Onun için, o meseleye yaklaşırken de diyor ki Hazreti Bediüzzaman: “Sus! Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen, hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” Bu iki kitap arasında, bu iki hakikat arasında öyle bir münasebet var. Biri “tekvinî” şekilde, böyle cansız gibi görülen hâdiseler. Ama yine Kudret’in tasarrufu ile oluyor. Öbürü ise, onların mahiyet-i nefsü’l-emriyesini okuyor; bir yönüyle onların analizlerini sizin önünüze seriyor, bir sergide onları temâşâ eder gibi ediyorsunuz. Böylece birinde -belki- meselenin nazarî kısmı daha ziyade; diğerinde de meselenin amelî kısmı… Nasıl amelî kısmı? Bir, fiil ve davranışlarımız ile ortaya koyacağımız amelî kısmı; bir de “tefekkür” ile, “tedebbür” ile, “tezekkür” ile, “teemmül” ile ortaya koyacağımız amelî kısmı, evet bunları da amelî kısım içinde mütalaa etmek lazım.

   Nazarî ve taklidî imanla kalmamalı, amelî ve tahkikî iman hedeflenmelidir. Taklit, nazarînin başlangıç noktası olarak mebdede bir vazife eda etse de, onunla kazanılanların kalıcı hâle gelmesi tahkikle mümkündür.

Antrparantez şu: Alman Filozofu Kant, “Saf Aklın Kritiği” kitabında, aklı ikiye ayırır; amelî ve nazarî. Bana vaizlik/müftülük imtihanında sorulan sorulardandı bu: Aklı ikiye ayırıyor: Amelî ve nazarî akıl. Nazarî ile Allah’ın bilinemeyeceğini söylüyor; ancak amelî ile bilinebileceğini söylüyor. Soru bu idi: Bu türlü ifadelerin eğri veya doğru yanlarını izah ile, Kant gibi bir filozofa nasıl cevap verirsiniz? Şimdi, bir yönüyle doğru esasen; nazarî ile Zât-ı Ulûhiyet, tam bilinemez; siz, o vadide dolaştığınız sürece, sürekli taklit vadilerinde dolaşırsınız. Yetiştiğiniz kültür ortamı size ne telkin etmiş ise, onu yaparsınız. Nazarî’nin size kazandırdığı şey, odur.

Hatta denebilir ki, Kur’ân-ı Kerim’i bile o mülahaza ile okuduğunuz takdirde, o mü-la-ha-za ile… Nice hafızlar var; Kur’ân-ı Kerim’in manasını bilenler de var; fakat “ihsan şuuru”ndan fersah fersah uzaklar, “ihlas şuuru”ndan fersah fersah uzaklar. Daha ötesinde, aklın, kalbin ve Rûh’un ufkuna ulaşma, Sırr’ın ufkuna ulaşma, Hafâ’nın ufkuna ulaşma, Ahfâ’nın ufkuna ulaşma, onlar için söz konusu değil; bir yerde emekleyip duruyorlar. Dolayısıyla buna “Bilindi!” denmez; fakat belli bir yaş, belli bir başa göre bu -bir yönüyle- kabul edilmiş. Onun için Usûlüddin ulemâsı da “Taklidî iman, makbuldür.” demişler. Bazıları da makbul saymamışlar; “İşi arka planı ile bilmek lazım.” demişler.

Allah’a iman ediyorsanız, şu kâinat kitâb-ı kebîri, Cenâb-ı Hakk’ın bir kitabıdır; onun ile Kendini anlatıyor. Her şey, bir cümle, bir paragraf, belki bir sayfa, belki bir kitap; her şey, çok şey anlatıyor. Hazreti Pîr’in ısrarla üzerinde durduğu gibi, sivrisinekten, karıncadan alın da sistemlere kadar, mikro-âlemden normo-âleme, normo-âlemden makro-âleme kadar, her şey kendilerine mahsus lisanları ile O’nu anlatıyorlar.

Meseleyi bu ufka taşımayınca, “taklit”te emekliyorsunuz demektir. Dolayısıyla bu yönüyle Kant doğru söylüyor. Filozof doğru söylüyor, “Nazarî akıl ile bilinemez!” Ama tashih edilmesi gerekli olan şey: “Bilinmesi gerektiği ölçüde bilinemez!” demektir. Ve zaten çokları bu mevzuda aczlerini, fakrlarını, zaaflarını, idrak yetersizliklerini ifade sadedinde, مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ “Seni hakkıyla bilemedik, ey Maruf!..” demişler.

Bence Cenâb-ı Hakk’ı bilmenin yolu da budur. Hazreti Ebu Bekir efendimizin sözünü hatırlayın; bir yönüyle, Goethe’nin sözüyle de izah edebilirsiniz: “Künh-i Bârî nâ-kâbil-i idrâktir.” İnsan, O’nu tam ihata edemez. O’nu tam ihata edememe, ihata etme demektir; “Seni tam kavrayamadık!” demek. يَا مَنْ لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ، وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ، وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Ey basiretlerin idrak edemediği ve basiretleri idrak eden, bilen, ihata eden, kuşatan Allah! Sen, Latîf-i Habîr’sin.” Latîf kelimesi, hissettirmeden nüfuz eden manasına gelmektedir; Cenâb-ı Hakk’ın bir ismidir. O’nun lütufları da öyle oluyor. Ve Habîr’sin; “Her şeyden haberdar birisisin!” Başka kimse öyle olmadığından dolayı, “O, Sensin sadece; o, Sana mahsus bir şeydir.” Dolayısıyla onu da onun ile kâfiyelendirmek lazım; zira Kur’an-ı Kerim’de, لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) buyuruluyor.

Şimdi, esas mesele, işin gerçeğine ulaşılması, “amelî” ile oluyor. Demek ki iman ile beraber amel gerekiyor. Kur’ân-ı Kerim de zaten ısrarla bunun üzerinde duruyor, çok yerde; mesela إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ buyuruyor. Ancak, tamamen “iman” edenler.. imanlarını “marifet” ile taçlandıranlar.. marifetlerini “muhabbet” ile taçlandıranlar.. muhabbetlerini “aşk u iştiyâk-ı likâullah” ile taçlandıranlar… Allah nasip etsin cümleye!.. İman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i rûhânî, aşk u iştiyâk-ı likâullah. Çok tekerrür eden şey olduğundan dolayı, bu kelimeler ile ifade ettiğim zaman bile, zannediyorum anlıyorsunuz.

Taklit vadilerinde dolaşanlar

Hazreti Gazzâlî de İhyâ’da son okuduğumuz bölümlerde, onun üzerinde, “Allah muhabbeti” üzerinde duruyor. Mecâzî muhabbetler vadisinde yürüyor; “Şunu, şundan dolayı seversiniz; şunu, şundan dolayı… Cemâle meftûnsunuz, kâmete meftûnsunuz, edâya meftûnsunuz, endâma meftûnsunuz, söze meftûnsunuz, bakışa meftûnsunuz, bilmem neye meftûnsunuz… Bütün bunlar esasen insanı bağlayan ve sevgi vadilerine sevk eden şeylerdir.” diyor. Sonra, “Ama düşünün ki, bunların hepsi, o Güzeller Güzeli’nden gelen tecellinin gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesidir. Nasıl O’nu sevmezsiniz?!. Nasıl O’na karşı aşk u iştiyak duymazsınız?!.” sualini tevcih ediyor.

Taklit vadilerinde dolaşanlar, anlamaz bunu. Fakat insan ona tâlip olmalı: “Ne olur Allah’ım! İman-ı billah’tan sonra marifetullah!.. Bahtına düştüm, marifetullah’tan sonra muhabbet… Oturup-kalkayım, bir yönüyle Leylâ’nın Mecnûn’u olayım; Şirin’in Ferhat’ı olayım; Azra’nın Vâmık’ı olayım; bilmem kimin kimi olayım!.. Daha doğrusu Allah’ın, Hazreti Muhammed’i olayım, (sallallâhu aleyhi ve sellem)!” Cenâb-ı Hak, öyle eylesin!..

Aşk u iştiyâk-ı likâullah… Ne ile oluyor? İman; evvelâ, iman etmek. Sonra, imanı iz’ân haline getirmek. İz’ân sözcüğü ile ifade edilen mana, sözlüklere bakılacak olursa, aksine ihtimal vermeyecek şekilde, riyazî katiyetin üzerinde bir katiyet ile Allah’a inanmaktır. İki kere iki dört eder; bunda kimsenin şüphesi yok. Ama benim şüphem var; çünkü kemmiyette adetler birbirine müsâvî değildir; bazen biri diğerinden onda bir farklı olabilir; o zaman yan yana getirdiğinizde tam dört yapmaz iki tane iki, bazen üç buçuk yapabilir, bazen de fazla gelir dört buçuk yapabilir. Bunda bile şüphe vardır. İki kere ikinin dört etmesinde şüphe olabilir; fakat senin inancında bu ölçüde bile şüphe olmamalı!.. İşte bu “iz’ân” sözü ile ifade edilmektedir. Aksine ihtimal vermeyecek şekilde, öyle bir kat’iyet ile Cenâb-ı Hakk’a inanma… Böyle inançtır ki, bağrında marifeti geliştirir. Dolayısıyla ona, o basamağa ayağını bastığın zaman, hemen marifetullaha sıçrarsın. Marifetullah basamağına ayağını bastığın zaman, muhabbetullahı düşlersin. Çünkü biliyorsun artık; biliyorsan, seversin. Sevmiyorsan, bilmiyorsun demektir. Onun âşıkı değilsen, bilmiyorsun demektir.

Ha burada antrparantez: Bu, “Kurtulamayacaksın, tepetaklak Cehennem’e gideceksin!” demek değildir. Usûlüddin ulemâsı, mukallidin imanını da kabul etmişler. Onlara da arkadan dahi olsa “Yahu siz de girin; haydi yaramazlar, siz de girin!” denecektir. Öyle olacak; “Sırât’ı öyle geçin, Mizan’dan öyle geçin!..”

İman… إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ Sonra sâlih amel yapmak, içine gıll u gış karıştırmadan; onu riyâ, süm’a, ucub ve fahir ile kirletmeden. “Amelinizde rıza-i İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.” İhlas Risalesinde geçen zebercet beyanlardan bir beyan…

Amel-i sâlih… Esasen “sâlih” demek, sağlam, katışıksız, dupduru, berrak, pırıl pırıl demektir. “Sütten çıkmış ak kaşık!” filan dersiniz ya, bu meseleyi sadece belki bir yönüyle ifade ediyor; onun ötesinde bir şey. Öyle bir amel-i sâlih; asla içine bir şey karıştırmadan, içine kendini karıştırmadan, kendi zevklerini karıştırmadan, cismanî arzularını karıştırmadan, makam düşüncesini karıştırmadan, mansıp düşüncesini karıştırmadan, marifet düşüncesini -dünyevî marifet düşüncesini- karıştırmadan, maharet düşüncesini karıştırmadan, alkış düşüncesini karıştırmadan, riya düşüncesini karıştırmadan, süm’a düşüncesini karıştırmadan… Allah, Allah olduğu için Allah’a ibadet etmek. Buna “taabbüdîlik” deniyor. Yani, o meseleyi arka planı ile biz bilemeyiz; fakat Cenâb-ı Hak emrettiği için o meseleyi yapma mecburiyetindeyiz. Ve yaparken de onu ihlas ve ihsan ruhuna bağlı olarak yapmalıyız.

Cibrîl hadis-i şerifinde deniyor mu denmiyor mu? İman, amel-i sâlih ve ihsan… “İhsan” derken de onu tarif buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu: اَلْإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.” İman var ise, amel-i sâlih olması lazım; zira amel-i sâlihsiz iman, kurumaya mahkûmdur. Evet, amel-i sâlihsiz iman, kurumaya mahkûmdur; susuz, kuvve-i inbâtiyesini kaybetmiş, karbondioksiti olmayan bir zemindeki ağaç gibi, kurumaya mahkûmdur. Amel-i sâlih, onu besleyecek…

Şimdi zannediyorum, Kant’a bir yönüyle hak veriyorsunuz burada; nazarî ile Allah bilinmez. Ama ne kadar bilinir? İşte sizin yetiştiğiniz kültür zemininin size verdiği kadar.. câhil anne ve babanın verdiği kadar.. marifet adına bir şey vermeyen medresenin verdiği kadar; skolastik düşüncenin cenderesi içinde özünü/ruhunu kaybetmiş medresenin verdiği kadar.. özünü/ruhunu kaybetmiş tekkenin verdiği kadar.. tamamen kirlenmiş, levsiyât bataklığı haline gelmiş çarşının verdiği kadar.. bütün bunlardan uzaklaşmış, kendini felsefî akıntılara salmış, yok Natüralizm’dir, yok Materyalizm’dir, yok bilmem nedir düşüncelerine kendini salmış mektebin verdiği kadar. Onun ile bir yere varılmaz, onlar ile bir yere varılmaz; yeni bir amele, esasen sâlih amele ihtiyaç vardır. Amel-i sâlih… Amel-i sâlih ile insan, işte orada Cenâb-ı Hakk’ı hakkıyla bilecek. “Nazarî ile bilinmez, amelî ile bilinir.” sözünü öyle anlamalı; o noktada kabul etmek lazım. Ama işte o kaydı koyuyoruz; yani onun dediğine bakılırsa, “Nazarîyi bütün bütün kaldır, at ve her şeyi amelîye bağla ve ondan sonra değerleri ona bina et!” filan diyelim. Böyle dediği zaman, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in veya Usûlüddin ulemâsının dediği şeyi görmezlikten geliyor demektir.

Kelâm ve Kudret sıfatları

Evet, bir kitap, Cenâb-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatından geliyor. Hayat, İlim, Semi, Basar, İrade, Kudret, Kelam; bir de Maturidîler “Tekvîn” sıfatını bunlara ilave ediyorlar; o zaman sekiz oluyor. Kelâm ve Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın “Kelâm” sıfatından geliyor; Allah’ın beyân-ı Sübhânîsi… Anlayabilecek bir insan için aynı zamanda -benzetmek olmasın- tıpkı şifreler halinde geliyor. Yanında oturanlar da duymuyorlar; sadece O’nun üzerindeki tesiri ile, O’nun kış gününde bile buram buram ter döküşü ile anlıyorlar. Âişe validemiz -Canım kurban olsun mübarek annemize!- öyle diyor: “Kış gününde bile buram buram ter döküyordu; tir tir titriyordu, zangır zangır titriyordu, o vahiy geldiği zaman.” Kelâm-ı İlahî, bu; bir yönüyle o, Cenâb-ı Hakk’ın Kelâm sıfatından geliyor.

Diğer “tekvinî emirler”e gelince, onlar da aynı Zât’tan geliyor; onlar da yine Cenâb-ı Hakk’ın “İlim” sıfatının plan, program ve projesine göre “Kudret” ve “İrade”siyle ortaya konmuş ayrı bir kitap. “Bir Kitâbullah-ı azâmdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan, manası ‘Allah’ çıkar!” diyor Recâîzâde. Bir ağacı yokladığınız zaman, O’na ircâ etmeyince makul bir mahmîle bina etmiş sayılmazsınız. Bir karıncayı O’na nispet etmeyince, makul bir mahmîle bina etmiş sayılmazsınız. Aklınızla neler bulursanız bulunuz, o kadar çok boşluk bırakırsınız ki!.. Mesela, Anatomi ile alakalı; ciddî baktığınız zaman, o mevzuda sizin diyeceğiniz analizleriniz filan, hepsi boşa çıkar, Zât-ı Ulûhiyete verilmeyince. Yine Gazzâlî’de ve Hazreti Pîr-i Mugân’ın eserlerinde, ezcümle Münâcaat’ında okuduğumuz gibi, her şey O’na verildiği zaman, bir yönüyle gerçek manası ile bir dolunay gibi zuhur eder.  Temâşâ eder ve “Yahu meğer bu, bu imiş!” dersiniz.

Burada bir şeyi söylemek, belki bencillik adına bir ifade olur; kusura bakmayın. Yarım yamalak, onda bir nispetinde bile, o mevzudaki düşünmeyi, tedebbürü, tezekkürü, tefekkürü İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan alacak, anlayacak kabiliyetim yok benim; ama Çağın Sözcüsü’nün dediği şeyden anlayabildiğim kadarıyla, bazen o mülahazalara kendimi saldığım zaman, yeşilliklere abanıp, “Sizler de benim Rabbimin kitabının sayfalarısınız; O’nun yazdığı şeylersiniz!” diyerek üzerlerinden öpesim geliyor. O otları öpesim geliyor. Karıncalara basmak şöyle dursun… Hani, çevreme bakmadan yürüdüğümü bilirsiniz, “Aman bir karıncaya basarım!” diye. Onun için benim yanımda kıyametler kopsa, bir yolda yürüyorsam, ben ayağımın önüne bakarım, “Aman, bir karıncaya, bir böceğe basarım!” diye. Çünkü Allah’ın sanatı, o da… Cenâb-ı Hakk’ın doksan dokuz isminin ona göre değişik tecellîleri vardır; o tecellîlere bir meclâ olması itibarıyla, çok yönleri açısından mecâlî olması itibarıyla, onu hafife almak, doğrudan doğruya o tecelliye karşı bir saygısızlık olur. Evet, Ekosistemciler, bu meselenin yanında emekler dururlar; anlayamazlar bunu.

İşte, kâinat kitâb-ı kebirine öyle bakmak lazım. Ve biraz evvel iki mısra ile ifade ettiğimiz manayı da ona göre değerlendirmek lazım. Her şey, لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُو diyor; “Hû” demeyen bir şey yok kâinatta. Binaenaleyh, bu da -bir yönüyle- Kudret’in kelimeleri oluyor. Kudret-i Kâhire’nin ve İrâde-i Bâhire’nin ilim programına, ilim planına göre, o da O’nun (celle celâluhu) öyle bir kitabı oluyor.

Şimdi, bu kitapların her ikisi de O’ndan geldiğine göre, bunları birbirinden kopardığınız zaman, zannediyorum çok hakikatin cahili haline gelirsiniz. Onun için, biraz evvel ne dedim? “Skolastik düşünce bataklığına saplanmış medrese… Arapça نَصَرَ، يَنْصُرُ نَصْرًا، فَهُوَ نَاصِرٌ  Veya Farsça, كُوفت، كُويَنْد، كُوفتن، كُويَنْدَه. Bunlar ile anlaşılmaz mesele…

Ve diğerlerinin felsefî mülahazaya göre yorumları… “Kâinatın mahiyeti şundan ibarettir.. insan anatomisi şundan ibarettir.. gözün fonksiyonları, kulağın fonksiyonları, ağzın fonksiyonları, dilin fonksiyonları, tat alma duygusunun fonksiyonları, kalbin aktiviteleri, kolonların aktiviteleri, diğer his ve organların aktiviteleri… Bütün bunlara mahrutî bir bakış ile bakmadığınız zaman, Zât-ı Ulûhiyete veremezsiniz bunları. Zât-ı Ulûhiyete vermediğiniz zaman da o kadar boşluk bırakırsınız ki!.. Bir şey yaparsınız bu mevzuda, fakat yaptığınız her şeyin altı boş olur. Altını doldurmanın yolu, Cenâb-ı Hakk’a nispet etmeye bağlıdır.

İslam dünyası irşad ve rehabilitasyona muhtaç

Kudret ve İrâde’den gelen o varlık da Kudret-i Kâhire’nin bir eseri olması itibarıyla, aynı zamanda o Kelâm sıfatının farklı bir şekilde tecellîsidir. Bu iki kitap birbirinden koparıldığından dolayı İslam dünyası büyük kayıplara maruz kalmıştır. Biz, üçe ircâ ediyoruz bunu:

Bir: “Dinî ilimler” diyoruz. Dinî ilimleri doğru anlamak için Sarf, Nahiv, Meân, Beyân, Bedî ve aynı zamanda belki Usûl diyebileceğimiz şeyler… Ondan sonra Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyânı doğru okumak. Ondan sonra Sünnet-i seniyyeye doğru vâkıf olmak. Hatta Sünnet-i seniyye üzerinde dururken, nakd-i ricâlde bulunmak, nakd-i metinde bulunmak; erbâbı bilir bunların ne demek olduğunu. O dinî ilimleri öyle bilmek…

Medreseye ait fonksiyon, buydu; fakat medresenin fonksiyonu sadece bu değildi. Beşinci asra kadar, o medreselerde yetişen insanlar çift kanatlı yetişiyorlardı. Bir Harizmî’yi düşünün; uzun zaman Endülüs’te onun sistemleri kullanılıyor. Bir İbn Sinâ’yı düşünün; Gazzâlî, bir yönüyle onu tenkit ediyor; zannediyorum o Nur ayeti münasebetiyle: اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ Elli beş (bazı rivayetlerde 57-58) yaşında vefat ediyor. O dönemde ortaya koyduğu şeylere bakınca, günümüzün tababetinin çok önünde şeyler ileriye sürüyor, insanın aklı durur. Medrese’de yetişmiş; dinî ilimleri öğrenmenin yanında, aynı zamanda Tıpta da zirve yapmış bir insan, müşârun bi’l-benân (parmak ile gösterilir) olmuş bir insan. İmam Gazzâlî’nin bahsettiği şeylere bakıyorsunuz… Bin elli dokuzda dünyaya gelmiş bu insan. Kaç asır evvel!.. Bin elli dokuzda dünyaya gelmiş bu insan; bakıyorsunuz Tıptan bahsettiği şeylere, Felsefeden bahsettiği şeylere, zannediyorsunuz her şeyi adam tetkik etmiş, gözden geçirmiş. İşte, bütün bunlardan uzaklaşan bir medrese esasen skolastik bataklığa balıklamasına gitmiş, aborda olmuş.

İki, “Tekke” ruhunu kaybetmiş. Bir taraftan İslamî ilimlerden uzaklaşmış; diğer yandan, atadan evlada miras bırakılacak şekilde “hilafet”ler icat edilmiş, “Ben ölüyorum, oğlumu halife tayin ediyorum; bundan sonra gelirsiniz, onun ile… Nakşî iseniz, sadece Hatm-i Hâcegân yaparsınız.. Kadirî iseniz ve başka tariklerden, mesela Şâzilî iseniz, halka-i zikirler yaparsınız. Cehren: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ Çocukluğumda her ikisine de şahit oldum bunların; hem Kâdirîliğe, hem de Nakşîliğe. Hatta konsantrasyon adına, belki “görülüyor olma” mülahazasını o şekilde ifade etme adına, Alvar İmamı merhum -Kutup gibi bir insandı.- ışıkları söndürürdü. Karanlıkta konsantrasyonu sağlamak için, O’nun (celle celâluhu) tarafından görülüyor olmayı o şekilde temin etmek için… “Elem neşrah leke-i şerîf!” derdi. Bir de sesi, o mevzudaki ciddiyetini ifade ederdi. “Fâtiha-i şerife” derdi, böyle. “Salavât-ı şerife!” derdi. Millet de o süre zarfında bir sürü salât ü selam okurdu, bir sürü Fâtiha-i şerîfeyi tilavet ederdi, bir sürü “Elem Neşrah leke” tilavet ederdi. Kâdirîliği de vardı; dolayısıyla bazen de el ele tutarlardı, yine ışıklar söndürülürdü, o serzâkir olarak ortada dönerdi, ritim katardı onlara, bir senfoniyi idare ediyor gibi. O ritim, insana ayrı bir lezzet verirdi. Belli bir dönemde… Ama bu, bizim ölüm dönemimizdi, musallaya doğru gittiğimiz dönemdi. Tevârüs edilmiş bir şey yaşatılıyordu; atalarımız onu yaşamışlardı, tevârüs edilen bir şey kırıntıları ile yaşanıyordu. Kıtmîr, kırıntıları ile yaşananları gördü; o bile bayıltıcı idi. Evet, antrparantez; o bile bayıltıcı idi.

Üç, dünyevî ilimler veya pozitif ilimler. Bunlar tamamen dinin dışında. Ne tekke ile, zâviye ile, dervişlik ile, kalbî-ruhî hayat ile, Sır hayatıyla, Hafî hayatıyla, Ahfâ hayatıyla alakaları var; ne İslamî ilimler ile alakaları var; ne de Allah’a iman ile alakaları var. Ekânim-i selâse, birbirinden koparılmış. Kaç asırdan beri? Beşinci asırdan bu yana… Belli dönemlerde, kısmen canlandırılmağa çalışılmış bu. Belki kalb masajı yapılmak suretiyle canlandırılması gibi bir şey; yoksa kalb, durmuş esasen. Beyin ölümü olmadığından dolayı, demişler “Hele bir zorlayalım bunu, belki canlandırırız!” Azıcık canlandırmışlar. İşte Ali Kuşçu’yu, Fatih (Cennet-mekân) Asya’dan çağırtmış, getirtmiş; “Ne öğrenebiliriz ondan? Daha başkalarından ne öğrenebiliriz?” demiş. Fakat asıl meselenin gurubu, beşinci asır ile başlamış; neredeyse bin sene evvel. Tevakkuf…

Dolayısıyla bin sene evvel, hakikat-i İslamiye’nin üç esası boşanmış. Tekvinî emirler, pozitif ilimlere esas teşkil eden hususlar, kalbî ve ruhî hayata bakan meseleler ve aynı zamanda medresenin esas aldığı İslamî İlimler; bunlar, talak-ı selâse ile boşanmış birbirinden. Sonra başka kapıların tokmağına dokunulmuş. Gitmişler bazen Kant’a sığınmışlar, bazen Dekart’a sığınmışlar, bazen Pascal’a sığınmışlar, bazen başkasına sığınmışlar. Bazen de tâ gitmiş Aristo’ya sığınmışlar; sonra Meşşâîliğine karşı bir de “İşrâkiye yapalım bunu!” demişler. Eflatun’a sığınmışlar, Sokrat’a sığınmışlar; sığınmışlar… Böylece mektep, bir şeyi öldürmüş; tekke ve zaviye bir şeyi öldürmüş; medrese de bir şeyi öldürmüş. Ben buna “talâk-ı selâse ile boşanma” diyorum.

Burası da espri: Bunca zevc-i âherden sonra, zannediyorum, yeniden eski kocalarına dönme zaman ve imkânı gelmiştir; ekânim-i selâsenin, bu üç uknûmun, üç unsurun bir araya gelme zamanı gelmiştir. “Dokuz asırdan beri çalmadığımız kapı, dokunmadığımız tokmak kalmamış; elli defa zevc-i âher yapmışız. Yahu Allah aşkına, yeter artık, bırakalım zevc-i âher yapmayı!..” demenin zamanı gelmiştir. Gelin, bu ekânim-i selâseyi (üç temel unsuru, üçlü sacayağını) birleştirmek suretiyle, kendi çadırımızı veya kendi binamızı, kendi bünyânımızı inşâ etmeye çalışalım. Aynı zamanda bunun statiği Allah’tan; blokajı, Rasûlullah tarafından ikâme edilmiş; selef-i sâlihîn tarafından korunmuş, desenleri ona göre yapılmış. Eski güzelliğine ulaştırmaya çalışalım, Allah’ın izni ve inayetiyle… Meselenin tamamiyeti buna bağlı…

Dünyada kalb ve ruhun hayat derecelerine yükselebilenler

Tasavvufa giden yol ve sûfîlik, esasen din-i mübîn-i İslam’ın emirlerini bilmekten, mezkûr iki kitabı beraber okumaktan ve kalb ve ruh ufkuna seyahatten geçiyor. Hazreti Bediüzzaman onu ifade ederken de “Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.” diyor. Yani, insanın bir hayvanî ruhu var, normal; biz uyurken de o yine otağını kurmuş, ayrılmıyor, duruyor. Esasen bizim insanî ruhumuz, Berzah iklimlerinde dolaşıyor gibi dolaşıyor ve rüyalar âlemine de işte o insanî ruh gidiyor.

“Hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel!” diyor. Bu, ilk basamak… Kalb ve ruhun derece-i hayatı… O basamaklara çıkınca, bir yönüyle içinizde bir iştiha hâsıl olacak. Çünkü uzaktan uzağa, yeni yeni ışık parıltılarını/şualarını, yeni ışık tayflarını göreceksiniz; o da “Sır” ışık tayfları… O ufka ulaştığınız zaman da “Hafâ” ışık tayflarını temâşa etmeye başlayacaksınız, “Sıfât”ların ufku olacak. Bir de oraya ulaştığınız zaman, nâ-kâbil-i idrak, hakikat-ı Baht -ne ise şayet- bir yönüyle onun mest u mahmuru olarak “Acaba O’nu da görecek miyiz?!” diyeceksiniz. Ahfâ buudu deniyor, ism-i tafdîl sigası ile; yani, Hafî’nin ötesinde Hafî.

Nâ-kâbil-i idrâk… Bu tabiri Şemseddin Günaltay, Felsefe-i Ûlâ’sında kullanıyor; Goethe’den naklen kullanıyor: “Künh-i Bârî nâ-kâbil-i idraktir.” Yani; Zât-ı Bârî’yi idrak etmek, mümkün değildir. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek beyanı da o meselenin üzerinde duruyor: “Tekvinî emirleri didik didik edin, hallaç gibi savurun onları; fakat Zât-ı Ulûhiyet mülahazasına gelince, ‘İşte burası duracak nokta!’ deyin, durun; çünkü insan idraki, O’nu ihata edecek güçte değildir.”Ama O (celle celaluhu), eserleri ile, ortaya koyduğu şey ile, beyân-ı Sübhânîsi ile, peygamber mucizesi ile, veli kerameti ile, sizi insan yaratması ile, Kendini öyle ifade ediyor ki, artık bu beyanın üstünde beyan olamaz. Dolayısıyla saygılı olun O’na karşı. “Bir de Seni görelim!” falan demeye kalkmayın!.. O’nun görülmesi, orada olacak; tam müşahede edilmesi, Cuma Yamaçlarında; o, Cennet’e girmeye vâbeste. Cenâb-ı Hak, bizi o lütuf ile şereflendirsin!..

Burada yine antrparantez bir şeye geçeceğim: Cuma yamaçlarında Cenâb-ı Hakk’ın temâşâsı sözü ile, Zât-ı Ulûhiyetin müşâhede edileceğini ifade ediyoruz. Dünyada Cenâb-ı Hakk’ı, insanın görmesi, ihata etmesi, mümkün değil. Demek öyle bir ufka ulaşması lazım ki, bu, Cennet yamaçları olmalı. Orada insanın kalbi tam açık bir mir’ât haline geliyor. Ve yine herkes, kalbinin inkişafına göre, Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi müşahede ediyor; yani, kendine akseden şekliyle müşahede ediyor. Ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) müteşâbih beyanları ile buyuruyor ki: “Milyarlarca insan temâşâ edecek O’nu, fakat izdiham (birinin görmesi, birinin görmesine mâni) olmayacak; dolunay gibi, ufukta dolunay gibi.” O, meselenin görünür/görülür olmasına mâni olmamasını ifade etme sadedinde müteşâbih bir beyan… Yoksa hâşâ Cenâb-ı Hak, dolunay değil, güneş de değil, bin tane güneş de değil, bir trilyon güneş de değil; onlar, sadece O’nun nurunun gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesi; olsa olsa öyle olur..

Bu açıdan, Cuma yamaçlarından temâşâ mevzuu belli bir ufka işaret ediyor. Denebilir ki, zılliyet planında “Kâb-ı Kavseyn”, yani “vücub ve imkân arası”, yani “fenâ âlemini bekâ âleminden ayırma noktası”; o noktaya ulaşan insan, kalbinin de inkişafı ölçüsünde öyle yüksek bir ihâtâya sahip oluyor ki, temâşâ ediyor orada. Ve orada ehl-i tahkikin ifadesine göre, Cenâb-ı Hakk’ı temâşa ettiklerinde bütün Cennet nimetlerini görmez oluyorlar. Hani Cennet nimetlerini Kur’ân-ı Kerim çok yerde ifade ediyor; öbürü üzerinde çok durulmuyor. Çünkü öbürü, “nâ-kâbil-i idrak” bir şey. Hurîlerden, gılmanlardan, köşklerden, villalardan bahsediliyor orada.. ırmaklardan bahsediliyor, ırmakların çeşitlerinden bahsediliyor.. karşılıklı koltuklara oturup dünyevî olan şeyleri muhavere etmekten bahsediliyor… Bir insanın hoşuna gidebilecek, bir insanı bayıltabilecek şeylerden bahsediliyor ki, bunlar, lezzet ihataları itibarıyla dünyanın binlerce sene hayatına mukabil gelecek şeyler. Fakat Zât-ı Ulûhiyeti müşâhede ettikleri zaman, bir Cuma’da… -Onun için o meseleye de terminolojide “Cuma Yamaçları” deme lüzumunu duyuyoruz.- Cuma Yamaçları”nda, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ Cennet nimetlerini unuturlar, O’nu gördükleri zaman. Rü’yet-i İlahî’yi inkâr eden Mutezile’ye de bir “Yuf!” çekiliyor: فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “Hüsran size, haybet size, kaybetme size!” deniyor, Bed’ü’l-Emâlî’de, nazmen.

Demek ki orası öyle bir rasathane… Cuma Yamaçları öyle bir rasathane haline geliyor ki, nâ-kâbil-i idrak olan Cemâlullah’ı, oradan herkes -kabiliyetine göre- temâşa etme imkânına sahip oluyor. Cenâb-ı Hak, o şeref ile şereflendirsin!..

اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا وَخَلِّصْنَا وَنَجِّنَا مِنَ النَّارِ، وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ وَبِفَيْضِ وَبِبَرَكَةِ وَبِإِرْشَادِ سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

“Allah’ım bizi Cehennem ateşinden uzak tut, kurtar ve koru!.. Ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, Efendimiz ve dayanağımız Hazreti Muhammed’in şefaati, feyzi, bereketi ve rehberliğiyle. O’na da salât ü selam eyle!..”

Kelimetullah

Fethullah Gülen: Bamteli: Kelimetullah

Kur’an-ı Kerim’de Hazreti İsa için “kelime” tabiri kullanılıyor. Bazı ayetlerde de kelimetullahın en yüce olduğu, tükenmeyeceği ve değiştirilemeyeceği ifade ediliyor. Hadis-i şerifte ise, ancak kelimetullah için mücahede edenin Hak yolunda bulunduğu bildiriliyor. Ayrıca kelimetullahın i’lası için dua ediyor ve istiâzelerimizde yine kelimetullahı bir zırh, bir sığınak olarak anıyoruz. Bu ayet, hadis ve dualar zaviyesinden “kelimetullah” ne demektir ve yakarışlarımızda hangi mülahazaları tedâî ettirmelidir?

  • Aslı Arapça olan “kelime” sözlük itibarıyla, mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime; isim, fiil ve harf olmak üzere Arapça dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. Soruya mevzu teşkil eden “kelimetullah” terkibindeki “kelime”; söz, ayet, hüküm, emir ve tevhidi ikrar gibi farklı manalara gelmektedir. (01:25)
  • Kur’an’da üç yerde (Âl-i İmrân, 3/39, 45; Nisâ, 4/171) Hazreti İsâ’nın “Allah’tan bir kelime” olduğu ifade edilmiştir. Allah’ın kelam sıfatından gelen vahiyler dışındaki bütün varlıklar ve onlardan oluşan kâinat kitabı da cismanî kelimelerden meydana gelen bir mücessem kitaptır. Bu kitabın bütün cümleleri ve kelimeleri birer mahluktur, sonradan yaratılmıştır. Ayet-i kerimelerde, Hazreti İsâ’nın mucizevî bir şekilde babasız yaratıldığı ve “kün-feyekun” fabrikasında imal edildiği vurgulanmaktadır; yani Allah “ol” demiş, o da “oluvermiştir”. Hem bu mucizevî yaratılış tek başına kitaplar dolusu manalar ihtiva ettiğinden hem de emir komutası, kelam cinsinden olduğundan Hazreti İsa’ya “Allah’ın kelimesi” unvanı verilmiştir. (02:22)
  • Bir keresinde, Cenâb-ı Hakk’ın kudreti ile umûr-u hasisenin mubaşereti mevzuu sorulmuştu. “İzzet ve azamet ister ki, esbap/sebepler perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celal ister ki, esbap, elini çeksin tesir-i hakikiden.” sözünün şerhi sadedinde bazı hususları anlatıyordum. Bir aralık, “Bakmayı yaratan da, duymayı yaratan da, konuşmayı yaratan da Allah’tır” derken bir hayvanın terslemesini zikrettim, “Bu fiili de Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve iradesi haricinde düşünemeyiz; fakat, Allah, kuyruğu ve saireyi icraatına perde yapmış.” dedim. Bu misali daha önce de birkaç kez kullanmıştım. Halbuki, Cenâb-ı Hakk’ın zatı, sıfatları ve esması için misallerin en kudsîsi seçilmelidir. Ulvî misaller varken, böyle yüce hakikatlerin çirkin örneklerle anlatılması uygun değildir. Esasen saygı ve edep de bunu gerektirir. Ben bu misalle, konuyu anlatırken birdenbire “danaburnu” denen bir böcek belirdi. Sonra bir anda bir pençesini üst dudağıma, bir pençesini de alt dudağıma geçirdi ve ağzımı sımsıkı tuttu. Başımdan aşağıya adeta kaynar su dökülüyor gibi oldu. Bir refleksle onu kavrayıp attım ve başlamış olduğum o misali anlatmaya devam ettim. Çok uzaklara attığımı sandığım danaburnu nereden belirdiyse belirdi ve geldi. İkinci defa, bir alt dudağıma bir de üst dudağıma pençelerini geçiriverdi. İşte o zaman kat’iyyen anladım ve inandım ki, Zât-ı Ulûhiyeti anlatırken seçeceğimiz misaller bile çok mübarek, çok nuranî ve çok nezih olmalı. Madem Cenâb-ı Hakk kendi zâtının takdisi ve tenzihi için, aklın zahiri nazarında esbabı perde yapmış, hep temizi gösteriyor; o zaman bizim de o temizliğe riayet etmemiz lazım. (05:25)
  • Kur’ân, kâinata, eşya ve insan hakikatına fevkalâde çarpıcı bir uslûpla farklı bir bakış ortaya koymuştur ki, bu bakışla o, topyekün varlığı ve varlık içinde insanı bir bütün olarak ele alır ve tek bir noktayı bile ihmal etmeden her şeyi yerli yerine oturtur. Parçaların bütünle münasebetlerini, bütünün kendi cüzleri karşısındaki yerini en ince özellikleriyle sergiler.. ve bu koskoca ‘kitap’ ve muhteşem meşherle alâkalı insanın içinden geçen en küçük sorulara dahi değişik cevaplar verir. Kur’an sayesinde bütün varlık bir kitap ve her mahluk bir kelime olarak okunur. Nitekim, bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Rabbimin kelimelerini yazmak için eğer okyanuslar mürekkep olsaydı, hattâ onlara bir misli daha takviye gönderilseydi, denizler tükenirdi de, Rabbimin kelimeleri yine bitmezdi.” (Kehf, 18/109) Evet, Cenâb-ı Hakk’ın kelam sıfatının tecellî ettiği kelimeleri olduğu gibi, kudret sıfatının da tecellî ettiği cisimli kelimeleri vardır. Özellikle hayat sâhibi varlıkların her biri harika yaratılışları ve mahiyetlerinde görülen ilahi sanatlar açısından birer rabbânî kelimedir. Allah Teâlâ’nın mâlûmâtı ise sonsuzdur. Sonlular ne kadar çok olursa olsun sonsuza elbette yetmez ve yetişemez. Bir de Cenâb-ı Hakk’ın nâmütenâhî isimleri ve o isimlerin nâmütenâhi mecâlisi (tecelli alanları) vardır ki, o isimlerin ve onların tecelli alanlarına ait kelimelerin de nâmütenâhî olduğu söylenebilir. İşte, gözle görülen görülemeyen bütün âlemler ve varlıklar da düşünülünce, bütün bunları, denizler mürekkeb, ağaçlar kalem olsa yazmakla bitiremezler. (10:15)
  • Allah’ın kelimeleri için tebdilin söz konusu olmaması ve onları değiştirecek kimsenin bulunmaması, ne dünyâda ne de âhirette Allah’ın hükmünün aksine bir hüküm verebilmenin veya O’nun hükmünü aksine çevirebilmenin imkansızlığını ifade etmektedir. Evet, Mevlâ-yı Müteâl, ne vaad buyurmuşsa o mutlaka gerçekleşecektir. Ayrıca, kelimetullahın “Allah’ın kitâbı” manasına da gelmesi açısından meseleye yaklaşılacak olursa, onu kimse tahrif edemeyecek ve değiştiremeyecek demektir. (12:14)
  • Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim demektir. “Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tesbit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i ilâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denmiştir. Ulema, Levh-i Mahfuz’un yanında,

    يَمْحُوا اللهُ مَايَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ
    Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü’l-Kitap) O’nun nezdindedir. (Ra’d, 13/39)

    âyetinin delâletiyle, bir de “Levh-i Mahv u İsbat”tan bahsederler. Evet, Allah, gerek tekvînî emirlerde, gerek teşriî disiplinlerde, “hikmet-i bâliğa”sı gereğince dilediği şeyleri siler, değiştirir, farklı kalıplara ifrağ eder; hem sistemler arasında hem de arz üzerinde bir kısım tebdil ve tağyirlerde bulunur; içtimaî coğrafyada değişiklikler yapar; bazı milletleri yerle bir eder, onların yerlerine başkalarını getirir; istediğini aziz, istediğini zelil kılar; istediğini güldürür, istediğini ağlatır ve o kuvvet-i kâhiresiyle bütün kâinatları, umum yeryüzünü cemâlî ve celâlî tecellîleriyle Levh-i Mahv u İsbat’ın mecâlîsi olarak müşahitlerin müşahedesine arz eder. O, tekvînî emirlerdeki bu tür tasarrufu gibi, teşriî ahkâm-ı sübhâniyesinde de, dünkü bazı hükümleri kaldırır (nesh), onların yerine yenilerini ikame buyurur; mevsimi gelince de, “Ben bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak da İslâm’dan hoşnut oldum.” (Mâide sûresi, 5/3) beyan-ı sübhânîsiyle dinini tamamiyete erdirir. (13:35)
  • Hazreti Üstad mevzuyu şu şekilde şerh ve tasnif etmektedir: Kaza, Levh-i Mahfuz’da, yani Ana Kitap’ta Allah’ın (celle celâluhu) takdir buyurduğu hükümlerin, mevsimi gelince kulun da iradesiyle eda ve icra edilmesi, yani takdirin infazıdır. Atâ, ‘verme’ kökünden Arapça bir kelime olup, Cenâb-ı Hakk’ın vergisi, ihsanı, lütuf ve bahşişi demektir. Levh-i Mahfuz’dan ayrı olarak, Allah’ın (celle celâluhu) bir de Levh-i Mahv ve İsbat’ı vardır. ‘Levh-i Mahfuz’, daha önce sözünü ettiğimiz gibi “İmam-ı Mübin” veya “Ümmü’l-Kitab” olup, kendinde değişme ve silinme olmaz. “Kitab-ı Mübîn” de denilen “Levh-i Mahv ve İsbat” ise, Allah’ın (celle celâluhu) atâ kanunuyla takdiratından bazısını değiştirip infaz buyurmadığı kitabının adıdır. Atâ kanunu kazayı bozar. Meselâ, hakkındaki takdirin infaz edilebileceği, yani kaza buyrulabileceği herhangi bir kul, kendine has bir latîfeyi kullanarak Allah’la (celle celâluhu) münasebete geçer, kurbiyet kazanır.. veya dua ve sadaka gibi Cenâb-ı Hakk’ın hoşuna gidecek bir amelde bulunup O’na yaklaşır ve kazandığı bu kurbiyetten dolayı Allah (celle celâluhu) kendisine hususî bir atâ-yı şahanede bulunur ve hakkındaki bir kazayı infaz etmeyip lehinde değiştirir. (13:52)
  • Günümüzde zevke düşkünlük, rahat yaşama arzusu ve lüks tutkusu sebebiyle yoldan dönmüş hizmet mürtedleri, amel mürtedleri ya da akide mürtedleri her zaman çıkabilir. Ne irtidat vak’aları ne de bu kabîl dinden dönüşler veya daha başka saiklerle meydana gelen tarihî tekerrürler devr-i daimi, geçmiştekilere münhasır kalmayacak; bir bir tarih sahnesinde yerlerini alanlar, ettikleriyle bir bir silinip gidecek; geriye hep O ve O’nun tutup kaldırdığı dostları kalacaktır. Şu ayet bu hakikati ifade etmektedir:

    يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
    Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirecek ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir. (Mâide sûresi, 5/54)

    (15:50)
  • Lügat manası, Allah'ın kelimesini yüceltmek demek olan "i'lâ-yı kelimetullah", ıstılahta Allah’ın adını veya İslâm dininin tevhid akîdesini şanına uygun bir biçimde yüceltip yayma manasına gelir. Bu terim “cihat” kelimesiyle de ifade edilmektedir. Peygamber Efendimiz, gerçek manada Allah uğrunda cihat edenin kim olduğu sorusuna cevap verirken şöyle buyurmuştur: “Sadece Allah'ın adı yüce olsun diye (i'lâ-yı kelimetullah için) cihat eden kişi Allah yolundadır.” Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzuda yürekleri hoplatacak, kalbleri titretecek bir ikazda bulunarak buyuruyor ki; “Kıyamet günü aleyhinde karar verilecek ilk insan şehit (olarak bilinen) kişidir. Bu insan Allah Teâlâ’nın huzuruna getirilir ve kendisine verilebilecek nimetler gösterilir. O da onları tanır. Allah (celle celâluhu) ona, ‘Bu nimetler için ne yaptın?’ diye sorar. O insan da, ‘Senin yolunda şehit oluncaya kadar savaştım.’ der. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: ‘Yalan söylüyorsun! Sen, ne cesur, ne kahraman insan!’ desinler diye savaştın. Dünyada senin için bunu söylediler, sen de mükâfatını aldın!’ buyurur. Sonra emredilir, o şahıs yüz üstü süründürülerek Cehennem’e atılır.” (Müslim, İmâre, 152) Aynı hadisin devamında Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “desinler” diye ilim öğrenen-öğreten, “desinler” diye cömertlik izharında bulunan kişiler için de aynı muamelenin söz konusu olacağını haber verir. (20:41)
  • Allah’ın adının gönüllere nakşedilmesi, İslâm dininin şanına uygun bir biçimde yüceltilip yayılması mânâsına gelen “i’lâ-yı kelimetullah”, bir mü’minin en önemli vazifesi ve Cenâb-ı Hakk’ın da en çok sevdiği ameldir. Allah’a îman ve O’nun nâm-ı celîlîni i’lâ etme gayreti müminlik şiarıdır. Aslında, Allah’ın adı zatında yücedir, o her zaman âlîdir. Fakat, “O’nun adını yüceltme” ifadesini kendi idrakimiz itibariyle, kendi ufkumuzu aydınlatma açısından kullanıyoruz.. i’lâ-yı kelimetullah derken, kararmaya yüz tutmuş kalblerin kir ve lekelerinden arındırılarak asıl sahibine hazır hâle getirilmesini, gönül tahtının Mâlikü’l-Mülk’e, Melikü’l-Mülûk’e arz edilmesini ve Yaratıcı ile kullar arasındaki engellerin kaldırılmasını kastediyoruz. Bu açıdan, i’lâ-yı kelimetullah, Allah’a imana çağrıdır; Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), sâir erkân-ı imaniyeyi ve İslamiyeti kabule davettir. İ’lâ-yı kelimetullah, Allah’ın yüce adının her yerde duyulması, bir bayrak gibi dalgalanması ve ruh-u revân-ı Muhammedî’nin en karanlık köşelerde bile şehbal açması için çok ciddi cehd ü gayret ortaya koymaktır. İ’lâ-yı kelimetullah, zâtında yüksek ve pek yüce olan “Lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah” hakikatini yükseltme; onu dünyanın dört bir yanında gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getirme demektir. (24:47)
  • Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın en önemli vesilesi i’lâ-yı kelimetullah yolunda bulunmaktır. Bu itibarla şu duayı sürekli tekrar ediyoruz:

    اَللّٰهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللّٰهِ وَكَلِمَةَ الْحَقِّ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَاشْرَحْ صُدُورَنَا وَصُدُورَ عِبَادِكَ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ إِلىَ اْلإِيمَانِ وَاْلإِسْلاَمِ وَاْلإِحْسَانِ وَالْقُرْآنِ وَإِلَى خِدْمَةِ اْلإِيمَانِ، وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبيِنَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِّينَ الْمُحِبِّينَ الْمَحْبُوبِينَ الْخَاشِعِينَ الْمُتَوَاضِعِينَ الْمُتَخَلِّقِينَ بِأَخْلاَقِ الْقُرْآنِ. آمِينَ. أَلْفُ أَلْفِ آمِينَ. وَصَلِّ وِسِلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
    Allahım! Kelimetullahı ve kelimetülhakkı dünyanın her yerinde bir kez daha i’lâ buyur. Bizim ve dünyanın her köşesindeki bütün kullarının kalblerini imana, İslam’a, Kur’ân’a ve iman hizmetine aç ve bizi bu vazifede istihdam buyur. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’et. Bizi muhlis, muhlas, müttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, Seni seven ve nezdinde sevilen, huşû sahibi, mütevazi, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış kullarından eyle. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, âline ve bütün ashabına da salât ü selâm eyle! Âmîn! Sonsuz defa âmîn!

    (26:17)
  • Peygamber Efendimiz’in talim buyurduğu ve sabah akşam dualarında yer alan şu cümlelerle Cenâb-ı Hakk’a sığınmak çok önemlidir:

    أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللهِ التَّامَّاتِ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ وَذَرَأَ وَبَرَأَ
    Cenab-ı Hakk’ın yoktan var edip hayat verdiği, büyütüp her yana neşrettiği ve yaratıp varlık lütfettiği mahlukâtın şerrinden Allah’ın tastamam kelimelerine sığınırım.”

    (27:53)
  • Yine sabah akşam okunan dualar arasında nazara (göz değmesine) karşı da çok tesiri görülen şu mübarek sözler mevcuttur:

    أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللهِ التَّامَّةِ مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ وَمِنْ كُلِّ عَيْنِ لاَمَّةٍ
    Her türlü şeytandan, zehirleyici haşerâttan ve dokunan her gözden Allah'ın tastamam olan kelimelerine sığınırım.

    (29:06)
  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kim her gün sabah ve akşam şu duayı üç defa okursa artık ona hiçbir şey zarar vermez.” buyurmuştur:

    بِسْمِ اللّٰهِ الَّذي لاَ يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي اْلأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَآءِ وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ
    Allah’ın adıyla başlarım (güne, geceye ve her işe) ki O’nun mübarek ismi anıldıktan sonra ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey zarar veremez, O Semî ve Alîm’dir. (Tirmizî, Daavât 13)

    Bu hadisin ravîlerinden olan Ebân ibn-i Osman (radiyallahü anh) kısmî bir felce maruz kalır. Kendisinden bu hadîsi duyan bir arkadaşı, başına gelen bu hadiseyi îma eder bir tavır içinde bakmaya başlayınca Hazreti Ebân ona, “Niçin bana öyle bakıp duruyorsun? Hadis-i şerif gerçekten de benim size naklettiğim gibidir; ben yalan söylemedim. Benim bu durumuma gelince, ben bu gün o duayı okumayı unutmuştum. Allah’ın (celle celâlühû) kaderi de işte bu şekilde tecellî etti.” der. Bu hadiseden hareketle olsa gerek, öteden beri, mezkûr duanın herhangi bir felç rahatsızlığına karşı insan için bir kalkan mesabesinde olduğu yönünde yaygın bir kanaat varolagelmiştir. (30:00)
  • Bu dualarda zikredilen “kelimetullahi’t-tâmme” (Allah’ın tastamam kelimeleri) tabirinden murad; Kur’an ayetleri, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an’da ya da Efendimiz’in lisanıyla talim buyurduğu dualar ve Esma-yı İlahiyye olduğu söylenebilir. Şu kadar var ki; Esmâ-i hüsnâ adına en sıhhatli rivayet Ebu Hüreyre’nin rivayeti olsa da, ulemanın büyük çoğunluğuna göre ilâhî isimler bu hadis-i şerifte rivayet edilenlere münhasır değildir. Aksine hem Kitab-ı Mübîn’de hem de Sünnet-i Sahiha’da sarâhaten ve zımnen zikredilen daha bir hayli esmâ-i ilâhiyenin mevcudiyeti söz konusudur. İhtimal doksan dokuz esmâ-i mübareke, dua, tazarru, niyaz ve hususi teveccühler itibarıyla özel bir önem arz etmektedir. Yoksa, yukarıda da işaret edildiği gibi doksan dokuz esmânın yanında, hususi bazı şahıslara bildirilen ve hiç kimseye açılmayan değişik isimler de vardır. Hatta, Kur’ân’da fiil ve sıfat şeklinde bulunan isimlerin yanında, bazı hadis kitaplarında yüzden beş yüze kadar farklı sayılar verilen, dahası bazı ehl-i beyt kaynaklarına göre 1000 olduğu söylenen rivayetler de söz konusudur. Muhyiddin İbn Arabî’nin “Keşfü’l-Ma’nâ an Sirr-i Esmâillâhi’l-Hüsnâ” adlı eseri bu konuda önemlidir. O Hazret, temel kaynakların ruhuna ters olmayacak şekilde kelimelerin iştikakından yararlanarak bazı farklı isimlerden de bahsetmiştir. Bunların hepsi o “kelimetullahi’t-tâmme” ifadesinin şümulüne dahildir. (32:00)
  • Hâsılı; tekvînî emirler içinde kelimeler.. teşriî emirler içinde kelimeler.. i’lâ edilmesi bizim için bir sorumluluk olan kelimeler.. belki bu hususta üzerinde durulması gereken en önemli husus da i’lâ hakkı olan kelimelerin yükseltilip yüceltilmesi yolunda sarf edilecek cehd ve gayretler (34:16)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Kendim gibi döneceğim!..

Fethullah Gülen: Kendim gibi döneceğim!..

Dün uluslararası ilişkiler alanının seçkin dergilerinden Foreign Policy'nin düzenlediği ankette dünyanın en büyük entellektüeli seçildiniz. Bugün de dokuz senedir sürmekte olan mahkeme nihayet beraat kararının tasdiki ile neticelendi. Bu iki mevzuyla alâkalı duygu ve düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

  • Foreign Policy'nin düzenlediği ankette dünyanın en büyük entellektüeli seçilmenizi nasıl karşıladınız?
  • Beraat kararının tasdiki ile alâkalı duygu ve düşüncelerinizi lutfeder misiniz?
  • Aleyhinizdeki davanın açıldığı o ilk günlerde hakkınızda idam cezası isteyenler ve sizi terörist başının yerine zindana atmayı talep edenler hakkında neler düşündünüz/düşünüyorsunuz?
  • Türkiye'ye dönecek misiniz; ne zaman?
  • "Humeyni gibi dönecek!.." şayiası hakkındaki mülahazalarınızı öğrenebilir miyiz?
  • Hem sevenlerinize hem de mahkeme sürecinde menfi ya da müspet dahli bulunanlara mesajınız nedir?

Bu Sohbetin Çözümünü Okumak İçin Tıklayınız

Kenetlenmeliyiz!

Şöyle deniyor Cevşen’de: يَا أَحْكَمَ الْحَاكِمِينَ * يَا أَعْدَلَ الْعَادِلِينَ * يَا أَصْدَقَ الصَّادِقِينَ … يَا أَكْرَمَ الْأَكْرَمِينَ * يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * يَا أَشْفَعَ الشَّافِعِينَ Oraya bir şey ilave etmeye gücümüz yetmez, hakkımız da değil… أَشْفَقُ الْمُشْفِقِينَ “Şefkatlilerin en şefkatlisi Sen’sin!..” Çünkü “şefkat” bu meslekte çok önemli bir faktördür. İnsan, bütün varlığı nazar-ı itibara alarak düşünüyorsa, en küçük şeyden en büyük şeye kadar kalbî alakası olur, Sahibinden ötürü… O’ndan ötürü…

O’nu sevme, O’ndan ötürü varlığı sevme.. varlığa O’nun hatırına şefkat duyma.. O’nun hatırına her şeye ve herkese bağrını açma.. “Sinemde/vicdanımda herkesin oturabileceği bir sandalye, bir koltuk var; herkesi misafir edebilirim. Bütün cihanlara karşı derin bir insanî alaka duyabilirim. Herkesi şefkat ile, mürüvvet ile kucaklayabilirim. Hiç kimse benden beklediğini bulamama inkisârı yaşamaz!” Bu manada bir şey…

Falana-filana ait olarak değil de her mü’mine ait olması gerekli olan şeyi arz etmeye çalıştım. Tefekkür ve şefkat… Başta, insan âciz, fakir, alil, zelil, muhtaç… Kendisi şefkate, merhamete, muhabbete muhtaç… Allah’ın ona olan o muhabbeti olmasa, şefkati olmasa, bir dakika yaşayamaz. Her şeyde öyle…

Kendisine öyle muamele yapıldığından dolayı, تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “İlahî ahlak ile ahlaklanın!”fehvasınca, insana düşen şey de herkese bağrını açmak… Hususiyle, Hazreti Mevlana ifadesi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar…” Aynı yolun yolcuları, aynı hedefi hedefleyenler, aynı gâye-i hayal arkasından koşanlar… Bunlar öyle kenetlenmeli ki, bütün şeytanlar toplansa, bunları birbirinden koparamamalılar; öyle kenetlenmeli!..

İyi zamanda, her şeyin şakır şakır önümüze varidât döktüğü anlarda, o ganimet karşısında kenetlenme kolaydır. Bazen, belâ ve mesâib karşısında, balyozların başa inip-kalktığı hengâmda, atf-ı cürümler mülahazası baş gösterir: “Falanlar böyle yapmasalardı, filanlar şöyle yapmasalardı, biz de bunlara maruz kalmazdık!” gibi tamamen şeytanın dürtüleri ile atf-ı cürümler başlar; dilden-dudaktan dökülen şeyler ama şeytanın dürtüleri ile, başkalarını, en yakınındakileri karalamalar başlar. Elin-âlemin ayrıştırmasına onlar da iştirak ederler. Âlem ayrıştırıyor, bölüyor, milleti birbiriyle boğuşturuyor, yaka-paça haline getiriyor; şeytan durur mu? Çok tekerrür eden, Hazreti Pîr’e ait söz: “Umûr-i hayriyenin muzır mânileri olur; Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar!”

Dolayısıyla, uğraşacaklar; doğru yolda yürüyen, doğru şeyi hedefleyip giden, çok yüksek bir gâye-i hayale dilbeste olan, “İ’lâ-i Kelimetullah” ve “İ’lâ-i Hak” yolunda bulunan insanlarla uğraşacaklar. Nâm-ı Celîl-i İlahî’yi bütün dünyaya duyurmaya çalışanlarla… Ama değişik tecellî dalga boyunda duyurma… Herkes onu Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali gibi (radıyallahu anhüm ecmaîn) duyamayabilir; fakat Tâbiîn gibi duyabilir, Tebe-i Tâbiîn gibi duyabilir, müçtehidîn-i ızâm gibi duyabilir, evliyâ-i fihâm, asfiyâ-i kirâm, mukarrabîn-i ızâm gibi duyabilir. Alâ merâtibihim (ihraz ettikleri konum ve mertebelere uygun olarak); kimisi de Kıtmîr gibi âmiyâne duyabilir. Evet, kimisi ise sizlerin seviyesinde duyabilir. Sizinki üst biraz, bir şey diyemem ona; çünkü hüsnüzan besliyorum.

Cenâb-ı Hak çok şey yaptırdı. Yaptırdığı şeyler, yaptıracağı çok şeylerin en inandırıcı referansıdır. Bugüne dek o kadar eltâf-ı Sübhâniyede bulunan Allah (celle celâluhu), sizi hiç yaptığınız şeylerin yıkılması karşısında inkisârda bırakır mı?!. Ayrı ayrı yollar lütfeder ve ayrı ayrı yollarda, bugüne kadar kat’ ettiğiniz mesafeyi katlatarak yeniden size lütfeder. Allah’ın izniyle, irâde, şart-ı âdî; meyelân veya meyelânda tasarruf, size ait. Ama meseleyi ortaya koyma, yaratma, sizi memnun etme, mesrur etme, istediğiniz şeyleri bütün kâinatta gerçekleştirme, o Kudreti Nâ-mütenâhî’ye, gerçek havl ve kuvvet sâhibi Allah’a ait. Bugüne kadar verdiği şeyleri, Allah (celle celâluhu) bundan sonra da verecektir.

Varsın sahip çıkanınız olmasın

Evet, bir hususu hatırlatıyor bunlar; zannediyorum, sizin çoğunuz da hatırlamışsınızdır: إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Eğer Siz Peygambere yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder. Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir.’ diyordu. Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin dâvasını alçalttı. Allah’ın dini ise zaten yücedir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Tevbe, 9/40)

Siz, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) yardım etmeseniz de Allah, yardım etmişti zaten!.. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ Sonra diyor… Tevbe Sûresi’nde diyor onu ama Tevbe Sûresi ne zaman nâzil oluyor? Fakat o, hicreti anlatıyor. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ İkinin ikincisi olarak, kâfirler onları Mekke’den çıkarmışlardı; çıkma mecburiyetinde kalmışlardı. Bazen bunu kâfirler yaparlar, bazen münafıklar yaparlar; böylece “cebrî hicret”ler oluşur. Zorlarlar; “Olduğunuz yerde kalmayacaksınız, başka yerlere gideceksiniz!..” Onlar, niyetleri ile, sizi yok etmeye matuf yaparlar; fakat o niyetlerinde onlar hâlis olsalar, bu yaptıkları şeylerden, kendilerini Cennet’e sokabilecek sevaplar kazanmış olurlar. “Ne duruyorsunuz yahu!.. Elinizde bu kadar meşale var; tutuşturun cihanda başkalarının mumlarını, aydınlatın elin-âlemin dünyalarını!..” Eğer bu niyet ve bu mülahazaya mebni yapsalar, hemen “Şıp!” diye Cennet’in göbeğine otağlarını kurabilirler. Ama birileri size zulmeder; onların zulmü yüzünden, siz, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna/rahmetine mazhar olursunuz. Dünyanın dört bir yanına “cebrî hicret” ile açılırsınız. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) açıldığı gibi.. Yesrib’i, medeniyet merkezi “Medine” yaptığı gibi.. cihanları orada hizaya getirdiği gibi, Allah’ın izni-inayetiyle.

Evet, إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ O, buna öyle gönülden inanmıştı ki!.. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ İkinin ikincisi… Sadece O ve Sıddîk… Sıddîk-i Ekber diyoruz; sadece “en doğru” değil, “en doğruların en büyüğü”. Yine izafî, çünkü ondan büyükler de var; en doğruların O’na inanan en büyüğü.. O’nu ilk defa tasdik eden Sıddîk.. O’nun ile o çetin yolda, O’na refakat eden Sıddîk.. sadâkatini sergileyen, aşkın ötesinde bir tavır belirleyen, Allah’a doğru giden yolda, o çetin ve o çetrefilli yolda O’nu yalnız bırakmayan ثَانِيَ اثْنَيْنِ “O iki insanın ikincisi”. إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ Onlar, o “Sevr Sultanlığında… Evet, “mağara” kelimesi… Ama O’nun şereflendirdiği o yere “mağara” demeyi saygısızlık, terbiyesizlik, küstahlık sayıyor, “Sevr Sultanlığı” diyorum, dedik, diyoruz, diyeceğiz.

Sevr Sultanlığı… إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا Sıddîk-i Ekber’in gözü dışarıda; ayakları görüyor. İnsanlar, kin ve nefretle homurdanıp duruyorlar, âdetâ kuduz bilmem neler gibi orada; ısırmak için fırsat kolluyorlar, salya atmak için fırsat kolluyorlar. “Daha ne yapsak, neler uydursak da bunların hakkından gelsek?!.” mülahazası ile köpürüp duruyorlar. Yahu “köpük” de temizdir, “köpürme” denmez buna; belki zift çalıp duruyorlar. O (Sıddîk-ı Ekber) onların o Sevr Sultanlığının önünde dolaştığını görünce, yüreği ağzına geliyor, ölecek gibi oluyor; “Ya benim Efendimin kâkül-i gülberglerine dokunurlarsa!.. Benim yaşamam, bana haram olmaz mı?!.” O telaşı yaşıyor, O’nun için kalbi çarpan insan.

O esnada, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma dostum! Allah, bizimle beraberdir.” Seyyidinâ Hazreti Musa’nın, İsrailoğulları ile darda kaldığı zaman, إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ dediği gibi demiyor: “Rabbim, benimle beraberdir; mutlaka bir yol gösterecektir, önümüzdeki ânlarda, dakikalarda, saatlerde…”(Şuara, 26/62) Öyle değil de kestirip atıyor: لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Her zaman olduğu gibi, şu anda da Allah, bizimle beraberdir!” Allah, bizimle beraber ise şayet, bütün cihan düşman olsa, bir şey ifade etmez. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ başlara öyle balyoz gibi iner ki, onları yerle bir eder… لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ Allah da onlara sekine indirdi; öyle bir itmi’nâna ulaştılar ki!..

Zannediyorum o esnada seyyidinâ Hazreti İbrahim’i ateşe attıkları zaman, onun yaşadığı ruh haletini yaşadılar. O, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ veya رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ deyip Allah’a “Tevekkül”ünü, “Teslimiyet”ini, “Tefviz”ini, “Sika”sını ortaya koyarak ateşe atılmayı göze aldı. Cebrail’in yardım teklifini itti, elinin tersiyle itti: “Allah haberdâr ise, kimseden beklediğim bir şey yok!” dedi, Allah da ateşi berd ü selâm yaptı. Öyle bir sekine indi O’na o esnada, öyle bir itmi’nân indi. İtmi’nânın ötesinde, tevekkül, teslim, tefvîz; her şeyi tamamen Cenâb-ı Hakk’a bırakma. Bir de bunların üstünde “sika” var ki: artık kendini görmeme, sadece O’nu görme… Gayrı böyle birisi ile savaşanlar, O’na (celle celâluhu) karşı savaş ilan etmiş oluyorlar; üzerine gelenler, -hâşâ ve kellâ- O’nun üzerine geliyorlar gibi bir tavırları var. (Bu ifadelerle, مَنْ عَادَى لِي وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ “Her kim Benim veli kullarımdan birine düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona harp ilan ederim.” (Buhârî, rikâk 38) hadisine de işarette bulunuluyor.) “Çünkü ben yokum, üzerime bir çarpı çektim. Çünkü Sonsuz karşısında başkalarına düşen, sıfır olmaktır.” İşte böyle bir “sika” duygusu… فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ

Sonra, وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا Onların (sizin gibi insanların göremeyeceği) görmedikleri askerler ile onları te’yid buyurdu. Onlar geriye döndü gittiler; içlerine bir korku saldı Allah; “Yok burada!” dediler.

Çok küçük varlıklara pek büyük işler yaptırmak

(Sözün burasında elektronik levhaya yansıyan tabloda şu yazıyor.)

Bir sürü gözü dönmüş, yürüdüler Sevr’e dek,
Bir vahşetle ki, öfkeleri magmalara denk,
Bilemezdi cahiller, kader ne gösterecek,
Korumuştu O’nu bir güvercin, bir örümcek.

Evet, bu da makinanın ihlası… Allah (celle celâluhu) örümcek ile, iki tane güvercin ile, en sevdiği insanları muhafaza etmiş; adeta “Ben bazen böyle küçük şeylerle bile çok büyük şeyler yaparım!” hakikatini bir kere daha göstermişti.

Burada antrparantez: O’nun büyüklüğüne delalet eden hususlardan bir tanesi de en küçük argümanlar ile çok büyük şeyler meydana getirmesidir. Ee sizinki de -özür dilerim- öyle olmadı mı?!. Devletlerin yapmadığı/yapamadığı şeyi, Allah (celle celâluhu) kime yaptırdı?!. Size… Kur’a çektiniz; dünyanın değişik yerlerine saçıldınız. Birer tohum gibi, yürüdünüz başağa. Birer fide gibi, gömüldünüz yere; ser çektiniz. Tıpkı bir dönemde Söğüt’teki ser çekme gibi, ser çektiniz dünyanın dört bir yanında. Sineler size açıldı; sineler, sevgi ile sizin için coştu. Sizi bağırlarına bastılar; “Siz, bizim kardeşimizsiniz!” dediler.

Onca tahribata, dört beş senedir onca tahribata rağmen, ancak birkaç yerde gedikler açtılar, birkaç tane taşı düşürdüler. Farklı stratejiler ile, kullanılan farklı argümanlar ile, Allah’ın izniyle, siz yolunuza devam edeceksiniz. Şey bilmem ne yapar, kervan yürür!.. Diğer kelimeyi size karşı saygısızlık, Rabbime karşı terbiyesizlik, onlara karşı da yakışıksız bir laf olması itibarıyla bilhassa telaffuz etmedim: “Kervan, yürür!..” Allah’ın izniyle, yürüyorsunuz.

Bir dönemde “ihtiyarî hicret” ile, Cenâb-ı Hak, size çok şey yaptırdı. O, yaptırdığı şeylerin boşa gitmesine, yıkılıp olduğu yerde kalmasına katiyen râzı olmaz. Nedir O’nun hoşnutluğu?!. O işin devam ve temâdîsi… Öyle ise size düşen şey de devam ve temadidir; gözünüz, hep O’nun kapısında; başınız, o kapının eşiğinde; dilinizde, nâm-ı Celîl vird-i zebân: يَا اَللهُ يَا رَحْمَانُ، يَا اَللهُ يَا رَحِيمُ، يَا اَللهُ يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، يَا اَللهُ يَا أَحَدُ يَا صَمَدُ O, sizinle beraber olduktan sonra, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا Hiç görmediğiniz, Kendi ordularıyla, Münzelîn ve Müsevvimîn ile, Bedir’de te’yid buyurduğu gibi te’yid buyuracak. Hiç farkına varılmadık şekilde, en sürpriz ilhamlar ile, ihsanlar ile, inâyetler ile, riâyetler ile, hiçbir şeye takılmadan yürüyeceksiniz gâye-i hayalinize, yüksek hedefinize doğru… O’na doğru yürüyorsunuz, başka bir derdiniz yok!..

Ben öyle kalb-malb okuma bilmem, câhilin/zırcâhilin tekiyim. Ama öyle inanıyorum ki, o büyük şeyleri size yaptıran Allah (celle celâluhu), esasen temiz kalblere teveccühünün sonunda yaptırdı onu. Kalbler temizdi, birer ayna idi; O’nu aksettirecek birer ayna idi. Onun için, -biraz evvel bahsettim size yaptırdıklarını- yüz yetmiş ülkede ilim-irfan müesseseleri kurdunuz. “Fakr u zaruret”e karşı savaş ilan ettiniz. “Cehalet”e karşı savaş ilan ettiniz. Bir yönüyle, “ihtilaf/iftirak”a karşı savaş ilan ettiniz. “Aman vahdet, aman birlik, aman kenetlenme!” dediniz. O, ilim-irfan yuvalarında bunları solukladınız. Tavırlarınız ve davranışlarınız, bir yönüyle, bunları meşk etti. Âlem, bu meşki aldı, kendileri de arkasını doldurdular. -Evet, bilmem “meşk”i bilir misiniz? Hattatlar bir satır yazar, diğerleri altına o satırı tekrar ede ede onlar da artık aynıyla o yazıyı yazmaya muvaffak olurlar.- Bir şey meşk ettiniz, âlem de sizin meşk ettiğiniz o şeyi aldı, meşk etmeye başladı. Siz, Allah’tan aldığınız, Peygamber’den aldığınız, her asrın başındaki müceddidden aldığınız, Çağın Sözcüsü’nden aldığınız çok önemli, hayatî, diriltici, ba’s-ü ba’de’l-mevt soluklarını dünyaya duyurdunuz. Allah da (celle celâluhu) onu kalblere duyurdu ve böylece bir kenetlenme oldu.

Kenetlenmeliyiz

Bu açıdan da olup-biten şeyler karşısında atf-ı cürümlere girmeden, kenetlenmeyi daha da güçlendirmeliyiz. Omuzlarımız, elbiselerimizi yırtacak şekilde birbirini zorlamalı; dizlerimiz, pantolonları yırtacak şekilde birbirini zorlamalı; topuklarımız, birbirimizin çoraplarını yırtacak şekilde birbirini zorlamalı!..

Ebu Davud’un Sünen’inin başına doğru, “Sahabe namaz kılarken, topuklar topukları, dizler dizleri, omuzlar da omuzları zorluyordu!” diyor; öyle kılıyorlardı namazı. Değişik mezhep imamları da öyle yapıyor. Bizim mezhepte, “Ayakların arası dört parmak olacak!” deniyor, Hanefi mezhebinde. Belli bir dönemden sonra, “Takvîmü’l-Edille” sahibinden sonra başlıyor o; Hanefi fıkhında ondan sonra başlıyor. Önemli değil, hepsi başımızın tacı… Fakat ben bir şeyi anlatmak/vurgulamak istedim:

Kenetlenme; omuzlar omuzları zorlayacak şekilde, dizler dizleri zorlayacak şekilde; daha bir kenetlenme, Allah’ın izni ve inayetiyle. “Vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlahînin en büyük vesilesidir.” Bu, Allah’ın inayetine öyle bir çağrıdır ki, Cenâb-ı Hak şimdiye kadar bu çağrıyı hiçbir zaman havada bırakmamıştır. O, zaten hiçbir çağrıyı havada bırakmaz.

Bu açıdan da böyle durumlarda, atf-ı cürüm baş gösterir. Böyle durumların hortlağı, atf-ı cürümdür. Birden bire aranızda -bakarsınız- bir kısım hortlaklar oluşmuş. Belki başkalarının deyip-ettiklerine destek olma mahiyetinde bir kısım uygun olmayan şeyler söyleyebilirler. Kuvve-i maneviyenizi kıracak şeyler söyleyebilirler. Bence bunlara aldırmayarak, kulak tıkayarak, bu mevzuda o zift neşriyata kulak tıkayarak -ki bunlar, nöron kirleten şeylerdir- esasen kendi vazifenize, kendi meselelerinize bakmalı, konsantre olmalısınız; eskiler “im’ân-ı nazar” derlerdi, im’ân-ı nazar etmeli, fikren dağınıklığa girmemelisiniz.

“İki elimiz var, yüz elimiz de olsa, yine bu işe yetmez!” diyor işin sahibi;  dört elimiz de olsa, sekiz elimiz de olsa, bu işe yetmez. Bu açıdan da bütün himmetimizi kendi meselelerimize teksif etmeliyiz.

Dünya adına bir talebimiz olmadı. Araştırdılar, karıştırdılar… Alın teriyle bazı kimseler, bazı tüccar insanlar, bazı imkânlara sahip olmuşlardır; eşkıya, gâsıbîn, onlara da el koydu. Kursaklarında kalsın!.. Ama öteden beri bu işin şöyle-böyle kenarında, köşesinde, önünde gibi görünen insanların, yeryüzünde bir dikili taşları olmadı. Olsaydı zaten, onu şimdiye kadar Firdevsî destanlar ile çoktan bütün dünyaya duyuracaklardı: “Bak falan yerde bir evi varmış adamın!” diyeceklerdi. Kendi saraylarını görmeyeceklerdi, villalarını görmeyeceklerdi, filolarını görmeyeceklerdi; kafalarını hep sizin o tek evinize takacak, onu Firdevsî destanlar ile bütün dünyaya duyuracaklardı.

El ele bayramın gölgesindeyiz,
Yüzlerde ziyâ, ufuklarda ışık;
Saflarımız sımsık.
Milletçe Hakk’a vuslat peşindeyiz,
Besbelli artık kimler O’na âşık;
Hissizlere yazık!..

Hissizlere yazık!.. Hissizlere yazık!.. Kenetlenmeli!.. Olup biten şeyleri umursamamalı; onlara kulak tıkamalı, sadece kendi meselemize im’ân-ı nazar etmeli!.. Kuvvetimiz bizim, bir şeye yetecek mahiyette; başka şeylere onu dağıttığımız zaman, kendi işimizde kusur etmiş oluruz.

Ârifin gönlün, Hudâ, gamgîn eder, şâd eylemez,
Bende-i makbulünü, Mevlâsı, âzâd eylemez!

Makbul olmasanız, “Defolun gidin!” der. Ama makbul olduğunuzdan dolayı, çalıştıracak, yatıracak, kaldıracak… Çünkü burası bir talimgâhtır; burada ahiret adına şekilleneceksiniz. Namaz, sizin bir yapınızı oluşturacak; oruç, bir yapınızı oluşturacak; i’lâ-i kelimetullah cehdi, bir yapınızı oluşturacak sizin… Ve böylece ebedî bir yapıya sahip olacaksınız; mutluluk içinde ebedlere kadar yaşayacağınız bir yapıya sahip olacaksınız. Zannediyorum bu halinizle Cehennem’e koysalar, Cehennem diyecek ki, “Yahu defolun gidin; ateşimi söndürüyorsunuz!”

Zaten bir hadis-i şerifte öyle deniyor: Sırât’tan geçerken, “Yahu çabuk geçin, ateşimi söndürüyorsunuz!” nidası duyulacak. Çünkü öyle bir mahiyet kesbediyorsunuz ki!.. Hele i’lâ-i kelimetullah, hele i’lâ-i kelimetullah… Nâm-ı Celîl-i İlâhî’nin dört bir yanda şehbal açması… Nâm-ı Celîl-i Nebevî’nin minarelerde bir bayrak gibi dalgalanması… Gönlünüzü buna kaptırmışsanız, bu işin sevdalısı, âşıkı, müştâkı iseniz şayet, artık size denecek şey yoktur Allah’ın izni-inayetiyle.

Kendine yazık edenlerden olmamak için

Evet, O’nun bir dönemde dalgalandırdığı o bayrak, hiçbir zaman yere düşmeyecektir; bundan emin olun, Allah’ın izni-inayetiyle!.. Size kötülük yapanlar, ettiklerine nâdim olup ağlayacaklar. Belki o gün, engin insanlık duygularınızla sizi de ağlatacaklar onlar.

Yazık ettiler kendilerine!.. Bir yönüyle, dinî olan şeyleri yıkmaya çalıştılar, yazık ettiler kendilerine!.. Şeytana uymakla yazık ettiler kendilerine!.. Hevâ-i nefislerini ilah edinmekle yazık ettiler kendilerine!.. Yapılan şeyleri yıkma cehdine kendilerini kaptırdıklarından yazık ettiler kendilerine!.. İsyan deryasına yelken açmakla yazık ettiler kendilerine!..

Gelecekler… Hicap duyarak, iki büklüm olarak… Ve ağlayacaklar. Siz de üzülecek ve ağlayacaksınız. Çünkü “insan”sınız… Çünkü zulme kapılarınızı kapadınız; arkasına da sürgüler sürdünüz, “Seninle işimiz yok!” dediniz. Başkaları öyle (öbür türlü) yaptı?!. Ee ne yapalım, vazgeçirmeye de gücümüz yetmiyor; “Mahvetmeyin ebediyetinizi!” demeye gücümüz yetmiyor. Cenâb-ı Hak, hidayet nasip eylesin!..

İmanını marifet ile bezemeyen, yol yorgunluğu yaşar. “İman” edin, sonra onu “marifet” ile taçlandırın!.. Bir de bakacaksınız ki, marifete bir de “muhabbet” sorgucu takılmış. Hiç bilemediğiniz şekilde, sorguç üzerine sorguç, “aşk u iştiyâk-ı likâullah” sorgucu takılmış veya deseni işlenmiş. Ve kanatlanacaksınız “iştiyak” ile… “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna safa / Lütfun da hoş, kahrın da hoş.”

Evet, aynı ruh, aynı duygu, aynı düşünce, aynı mefkûre etrafında kenetlenmiş kimselerin birlik içinde Hakk’a yönelişlerinde öyle bir derinlik, his ve şuurlarında öyle bir zenginlik, zikr ü fikirlerinde öyle bir enginlik vardır ki, en istidatlı fertlerin ve en kâmil insanların bile, böyle bir heyet içindeki vâridlerin en küçüğünü dahi tek başlarına elde etmeleri mümkün değildir.

Kenetlenme!.. Kenetlenmeyi yedekleyerek kenetlenme… Yemin etmeli, demeli ki: “Eğer ben kardeşlerime karşı içimde kötü bir duygu duyacaksam, Allah canımı alsın!..” Hani bazıları çok küçük şeylerde, hususiyle Doğu’da/Güneydoğu’da, avrat boşama mevzuunda, yakışıksız bir boşama şekli kullanırlar: “Üçten dokuza şart olsun ki!..” falan derler. Yahu dokuz yok zaten, “üç tane” dedi mi, bitti o mesele. Evet, aynen öyle, “Eğer kardeşlerimle zıtlaşacaksam, onları suçlayacaksam, atf-ı cürümde bulunacaksam, ‘Yüzünüzden oldu!’ diyeceksem, üçten dokuza… Üçten dokuza…” demeye hazır olmalı!..

Bu dönemde, çokları, kendilerinin o gâileden sıyrılmaları adına “iftira”da bulundular; “itiraf” dediler, “iftira”da bulundular. Ahiretlerini Cehennem’e çevirdiler. Evet, bize, onlara acımak düşer; onlar acınacak duruma düştüler. Daha başkalarının da aynı duruma düşmelerine meydan vermemek için, bize, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm gibi herkese bağrımızı açmak ve herkesin sâhil-i selâmete çıkması için gerekli olan şeyi yapmak düşer.

Hadis-i şerif: كَفَى بِالْمَرْءِ إِثْمًا أَنْ يُحَدِّثَ بِكُلِّ مَا سَمِعَ “İnsana, duyduğu her şeyi söylemesi, günah olarak yeter!”Birileri bir yerde bir borazan öttürüyor; bakıyorsunuz, sizin içinizden bir kısım safderun kimseler de aynı şeyi mırıldanıyorlar; kuvve-i maneviyeyi kırıyorlar.

Bu mesele, esasen, Kur’ânî makuliyet/mantıkiyet içinde, işin Allahçasına inanmış, Peygambercesine inanmış insanların kenetlenmesinden ibaret… Falan ile, filan ile alakası yok bu işlerin…

Efendimiz, İnsanlığın İftihar Tablosu, her şey idi. Bûsîrî’nin ifadesi ile, بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu bizlere ki, öyle bir Sütuna dayanmışız, hiçbir zaman devrilmeyecek!” Şimdi öyle bir Zât. O’nun hakkında, Uhud’da “Şehid oldu!” falan diyorlar. Bir sahabî kalkıp bağırıyor, Uhud dağının üstünde: “O’nun şehid olduğu yerde siz niye yaşıyorsunuz ki?!.”

O, ruhunun ufkuna yürüdüğü ân… Ee tabii O, bizim için bir Güneş; birden bire beklenmedik bir ânda gurûb ediyor. Karanlık birden bire üzerimize çöküyor. Hazreti Ömer bile olsa sarsılır burada. Fakat o Sevr sultanlığında sadakati ile O’nun yanında duran insan, “Her kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah ezelî ve Ebedîdir. Her kim Hazreti Muhammed’e tapıyorsa, O, ruhunun ufkuna yürüdü!” -“Öldü” demiyorum, O’na “öldü” tabirini yakışıksız buluyorum; “ruhunun ufkuna yürüdü.”- diyor. Şu ayeti okuyor: وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِنْ مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللهُ الشَّاكِرِينَ “Hazreti Muhammed, sadece bir rasûldür/elçidir. Nitekim ondan önce de nice rasûller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidayetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i Imrân, 3/144) “Hazreti Muhammed, Allah’ın peygamberlerinden bir peygamberdir. Ondan evvel de çok peygamber geldi-geçti. Dolayısıyla O da vefat etti…” Hazreti Ömer, o yüksek fıtrat, yüksek fetânet, Mahmud Akkad’ın “dâhi, dâhiler üstünde dâhî” dediği insan, “Sanki o ayeti ilk defa duyuyor gibi oldum!” diyor. Ve kim bilir binlerce insan, nasıl kendine geliyor!..

Evet, Kendisi için mukadder… Hazreti Âdem gibi, Hazreti Nûh gibi, Hazreti Hûd gibi, Hazreti İbrahim gibi, Hazreti Mûsâ gibi O da ruhunun ufkuna yürümüştü. Ama o dava bâkî idi. Allah bâkî idi, dava da bâkî idi. Onun götürülmesi gerekli idi, onu omuzlayacak insanlara ihtiyaç vardı.

Bu açıdan da o türlü şeyler ile katiyen sarsılmamalı; şunun-bunun güftügûsuna bakmamalı!.. Bunlar birer günahtır. Duyduğu her şeyi söylemek, günahtır. İştirak etmemeli, onların tesirinde kalmamalı!.. Diyebilirler: “Ölsün!” diyebilirler.

Birileri -bilmiyorum ne derece doğru- bir arkadaşınız için kırkın üzerinde ölümüne büyü yapıyorlar. Bu neyi gösteriyor?!.. Bir yönüyle, silip atıyorlar.. cebrî hicrete zorluyorlar.. hapishanelerde insanları öldürüyorlar.. anneyi evladından ayırıyorlar.. çocuğu ağlatıyorlar.. anneyi ağlatıyorlar.. babayı ağlatıyorlar.. her türlü imkandan mahrum ediyorlar.. her şeylerine el koyuyorlar… Fakat hınçlarını alamıyorlar. “Hayır! Falanın/filanın ölmesi de lazım. O ölmez ise, bize rahat vermez bu insanlar!” Paranoya… “Ya bunlar güçlenir, dışarıdan bir daha gelirlerse?!. Humeyni’nin İran’a geldiği gibi gelirlerse?!. Şah saltanatı yıkılır!.. Ne yaparız biz?!. Dünya, bizim için her şey. Cennet çok uzakta bir şey; ne diye ona dilbeste olacaksınız?!. Bu dünya, işte; yaşamanıza bakın!” Açıktan açığa söylüyorlar bunları da. “Dolayısıyla, bazı kimselerin mut-la-ka ölmeleri… Avukatlık yapıyorlarsa, ölmeleri lazım! Hocalık yapıyorlarsa, ölmeleri lazım! Gazetelerde yazı yazıyorlarsa, ölmeleri lazım! İnternet’te millete bir şeyler anlatıyorlarsa, dijitallerde insanlara bir şeyler anlatıyorlarsa, bunların ölmeleri lazım ki, biz yaşayalım! Doya doya, dünya zevklerinden istifade edelim!..” Bunun gibi…

Ama bunlara hiç kulak asmamak lazım! يَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَاءُ، وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ * مَا شَاءَ اللهُ كَانَ، وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ “Allah, her ne dilerse onu yapar. Şüphesiz Allah dilediği hükmü verir ve onu infaz eder. Allah neyi dilerse, o mutlaka olur; O’nun olmamasını dilediği de asla olmaz.” مَا شَاءَ اللهُ كَانَ Allah, ne dilemiş ise, o olur. وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ Olmamasını dilediği de olmaz!.. “Var”ı da Allah diler, “Yok”u da Allah diler. O’nun dilediği olur: var olmasını dilerse var olur, yok olmasını dilerse yok olur. Allah, kimseyi yok etmesin!.. Onları da yok etmesin!.. Yok edeceğine onlara da akıl lütfetsin, kalb lütfetsin, iman lütfetsin, iz’an lütfetsin!..

Vesselam.

Keramet, İkram ve Hikmet

Soru: 1) Eserlerde “keramet” ile beraber ele alınan “ikram” kavramı hangi manalara gelmektedir? Keramet ile ikram arasındaki farklar nelerdir? Keramet istememe ile alâkalı mülahazalar ikram talep etmeme için de geçerli midir?

  • Âciz bırakmak, acze düşürmek mânâlarına gelen “i’câz” sözcüğünden türetilmiş olan “mucize” kelimesi, nübüvveti tasdik, dini teyid ve mü’min kalblerde itminan hasıl etmeye matuf, peygamberin eliyle Allah’ın yarattığı harikulâde hâl, olağanüstü söz ve tavır demektir; bu hâl ve tavrın nübüvvet davasına iktiran etmesi de onun en önemli şartıdır. (00:53)
  • Velî; malik, sahip, muîn, sadık, nâsır mânâlarına gelip, hak dostu, hak eri; dostluk hisleriyle Allah’a yönelen ve O’nun tarafından dostluk muamelesi gören ermiş insan demektir. “Veliyyullah” veya “evliyâullah” dendiğinde, bundan “âdâullah”ın karşılığı kabul edilen bütün mü’minler anlaşılsa da -ki aslında, Kur’ân ve sünnette evliyâullah sözcüğüyle anlatılan da budur- tasavvufta velî tabirine yüklenen daha başka mânâlar da vardır. Sofilere göre -ıstılâhî manada- velî; riyazet veya daha değişik mücahede yollarıyla, beden ve cismaniyetini aşıp, kalb ve ruhun hayat mertebesine, dolayısıyla da Hak yakınlığına ulaşan, derken şahsı adına fenâ bulup yeni bir mânâ ile bekâya eren Allah’ın hususî iltifat, ihsan ve teveccühlerine mazhar hak eri demektir. (01:50)
  • “Keramet”; Allah’ın halk etmesiyle Hak dostlarında görülen fevkalâde hâl, söz, davranış, nazar, teveccüh ve tesir demektir. Diğer bir ifade ile keramet, Allah’ı seven, O’na itaat eden ve O’nun tarafından da sevilen velî kullara bahşedilmiş ekstra bir ikram ve Cenâb-ı Hakk’ın özel teveccühünden ibaret bir harikadır. (04:32)
  • Harikulâde halleri üç kategoride değerlendirmek mümkündür: Peygamberlik davasıyla alâkalı fevkalâde hâllere “mucize”; “tezkiye-i nefis” ve “tasfiye-i kalb”e muvaffak olmuş bir velinin olağanüstü hâllerine “keramet” denilegelmiştir. Bunlardan başka bir de “istidraç” vardır ki, o da, fasık ve facir kimselerin eliyle ortaya konan ve onlar için Allah’ın bir mekri, başkaları için de bir imtihan olan, iman ve salih amele iktiran etmeyen harika hâl, söz ve tavırlardır. (05:33)
  • İkram; iltifat olarak verilen hediye, hesap dışı yapılan indirim, bağış, Allah’ın lütfu ve ihsanı manalarına gelmektedir. Eserlerde, kulun hiçbir dahli olmadan gelen ilahî ihsanlar “ikram” tabiri ile anlatılmaktadır. Gerçi kerameti, bir teveccüh ve bir ikram-ı ilâhî olarak görüp hamd ü senâ vesilesi yapmak mümkündür; ama, müzekkâ olmayan nefisler için böyle bir şeyin fahre, gurura bâdî olması da her zaman ihtimal dahilindedir. Özellikle de enaniyetlerin iyice kuvvetlendiği günümüzde, aslında Allah’a yakın durmanın bir semeresi sayılan ikram ve ihsan bazı ahvalde Hak’tan uzak düşmeye sebebiyet verebilir. Bu itibarla da, O’nun yakınlığı hatırına, mânevî hazlar dahil O’ndan gayrı her şeyden kalben uzak bulunmaya çalışmak daha az hatarlı olsa gerektir. (07:35)
  • Üstad’ın “Sünûhât”ta verdiği ölçüye göre; hayat-ı içtimâiyede herkesin görmek ve görünmek için bir penceresi vardır. Boyu uzun olanlar pencereden görünmek için tekavvüs ederler (kavis şeklinde eğilip bükülürler), boyu kısa olanlar da görünmek için tetâvül ederler (parmaklarının ucuna basıp başlarını yüksekte tutar, boyları uzunmuş gibi dururlar.) İnsanın büyüklüğünün Allah indinde gerçek emaresi yüzü yerde olmaktır. (12:00)
  • İnsan, kendi ihtiyarı haricinde fevkalâde şeylerle karşılaşırsa, onları -keramet değil- aşk u şevkinin artması için Allah’ın lutfettiği bir ikram olarak kabul etmeli, aynı zamanda bir imtihanla karşı karşıya olabileceğini düşünmeli; fakat, onlardan dolayı asla caka yapmamalı, kendi nefsine pay çıkarmamalı; onları şahsî faziletlerine karşı bir mükafatmış gibi görmemeli/göstermemelidir. Bir insanın, keramet gibi şeyleri bir üstünlük vesilesi sayması ve kendi faziletine terettüb eden bir lütuf şeklinde kabul etmesi vesile-i haybettir, hüsrandır ve aldanmışlıktır. (13:30)
  • İnsan şahsı ile alâkalı harikulade hallerin istidrac olabileceğinden korkmalıdır. Fakat, Cenab-ı Hakk’ın diğer insanlara, hususiyle de bir cemaat, cemiyet ya da câmiaya olan lütuflarını istidrac olarak görmek su-i zandır ve günahtır. (14:00)

Soru: 2) “İkramın izharı, tahdîs-i nimettir. Onda kisbin medhali yoktur; nefis onu kendine isnad etmez.” sözünden maksat nedir? (14:53)

  • Nur Müellifi, Rehber-i Ekmel (aleyhissalâtu vesselâm) Efendimiz’in “Allah (dilerse), İslam dinini fâcir bir kişi ile de te’yid edip kuvvetlendirir.” hadis-i şerifine istinaden, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-ü fâcir bilmelisin!” diyerek bize mü’mince düşüncenin bir başka yanını hatırlatmıştır. Demek ki, bir insan, dine ve diyanete hizmet ediyor olsa bile, gurur, ucb ve riyaya düşmemek için çok temkinli hareket etmeli; hizmetlerinden ve mazhar olduğu ilahi ihsanlardan dolayı asla şımarmamalı, gurura kapılmamalı ve kendisini emniyette saymamalıdır. Aksine, şahsı itibarıyla fısk u fücura açık olduğunu hep hatırda tutmalı, nefsi ile başbaşa kaldığında her haltı karıştırabileceğine inanmalı; dolayısıyla Allah’ın lütuflarını bir istikamet çağrısı ve yolda kalmaması için kendisine bahşedilen aşk u şevk vesilesi olarak görmelidir. (15:13)
  • Tahdîs-i nimet, Allah’ın nimetlerine karşı şükür duygusuyla dolmak ve O’nun lütuflarını ilan etmektir. Bir başka ifadeyle, Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verilen nimetleri düşünmemiz neticesinde onları bahşeden Rabbimize karşı içimizde minnet hislerinin coşması ve bu hamd ü senâ duygusunun şükür nağmeleri olarak dudaklarımızdan dökülmesidir. Ne var ki, -günümüzde enaniyet çok ileriye gittiğinden, şeytan ve nefis gibi iki azılı düşman en masum meselelerde bile tuzaklar kurduğundan dolayı- bugün tahdîs-i nimetin gürül gürül seslendirileceği yerlerde bile çok temkinli davranmak ve istidracdan korkmak lazımdır. (16:43)
  • Küfrân-ı nimetten kaçınmalı, bir damla nimet karşısında bile yüz defa şükürle gürleyerek hep minnet hisleriyle oturup kalkmalısınız; ne var ki, meziyet, kemâlât ve hususi iltifatların varlığını kabul etmekle beraber onlara sahip çıkmamalı, kendinize mal etmemeli ve hepsinin Allah’ın lütufları olduğunu gönlünüzde duymalısınız. Yerine ve şartlara göre, özellikle gurur ve kibre kapılıp şirk şaibesine bulaşmaların söz konusu olduğu demlerde cemaatin, câmianın, şahs-ı manevinin mazhar kılındığı ilahî iltifatları gürül gürül ilan etmeli, fakat, bilhassa kendi şahsınıza müteveccih ihsanları hamd ü senâ hisleriyle karşılamanın yanı sıra, onların istidrac olabilecekleri hususunda da endişe duymalısınız. (19:30)
  • Cenâb-ı Hakk’ın bir insanı dinine hizmette istihdam etmesi de bir ikram-ı ilahîdir. Ne var ki, bazı kimseler bu şekilde istihdam edilmelerine karşı tahdîs-i nimette bulunurken -içten içe fahirlendikleri halde- başkalarına “estağfirullah” dedirtmeyi de mülahazaya almış olabilirler. Eğer, tevazu görünümlü süklüm püklüm olmalar, eğilmeler, temennâ durmalar, tahdis-i nimet televvünlü sözler, ifadeler insanın tabiatının bir neticesi, gerçekten inanmışlığının yansıması ve samimi duygularınınn dışa aksedişi değilse, bunlar şirk işmam eden “estağfirullah” yatırımları sayılır. (21:13)

Soru: 3) Bütün dinî emirlerin bildiğimiz ya da bilemediğimiz pek çok hikmeti ihtiva ettiğine inanıyoruz. Akıl ve teslimiyet açısından bakıldığında, ibadetler ile muameleler arasında farklılıklar var mıdır? İbadetlerde taabbudîliği, muamelâtta ise hikmeti esas kabul etmek doğru bir yaklaşım mıdır? (24:14)

  • İslam’da amelî hükümler, ibadetler ve muamelât olmak üzere iki başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma, kullukta bulunma manalarına gelen ibadet, Allah rızasını kazanmak için yapılan, Allah’a yakınlık kazandıran ve şekli Allah tarafından belirlenmiş bulunan, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi şuurluca ortaya konan fiillere denir. Muamelat ise, evlenme, boşanma, akit, ceza, miras, şahitlik, alış-veriş ve davalar gibi ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hususları ihtiva eden hükümlerdir. (24:40)
  • Taabbudîlik; ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk şuuruyla yerine getirme, ibadetlerin arkasında emr-i ilahîden başka değişik sebepler aramama, onları zamanına, şekline ve keyfiyetine riayet ederek ifa etme ve neticesini de ahirette Allah’tan bekleme demektir. (25:19)
  • Genel manada ifade edilecek olursa, ibadetlerde taabbudîlik; muamelat alanına giren hükümlerde ise, hikmet ve maslahat esastır. Bununla beraber, her ibadetin pek çok hikmeti, her muamelenin de bir kısım taabbudî yanları vardır. (25:37)
  • İbadetler yerine getirilirken, -onların ifade ettiği manalar ve hikmetler bilinsin ya da bilinmesin- değişik mülahazalara girilmeden sadece ubudiyet ve saf kulluk düşüncesiyle hareket edilmelidir. Allah’ın Hakîm isminin muktezası olarak ibadetlerin bize kazandıracağı bir kısım dünyevî hikmet ve maslahatlar olsa bile, bizim kulluğumuzun hakiki sebebi emr-i ilahî olmalıdır ve ibadetlerimizin neticesi ve semeresi de bu dünyada değil ahirette olacaktır. (25:51)
  • Taabbudîlik, kulluk vazifesinin arkasında hiçbir şey aramama ve amelleri sadece Allah’ın emrine bağlama duygusunu, Allah’a (celle celâluhû) halisâne teveccüh hissini meydana getirdiği için çok önem arz eder. Hatta sadece ibadetlerde değil; ferdî, ailevî ve ictimaî hayatla alâkalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbudîlik vardır. İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muâmelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muâmelâtta akla, mantığa ve hikmete muvafık mânâlar daha çok görülse bile, insan onların da “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Böylece ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbudîlik mülahazasına bağlı yapar ve kendisini hâlisâne kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bu cümleden olarak, Peygamber Efendimiz’in ardından gitme ve O’na benzeme niyetiyle ortaya konan âdetler, örfî muameleler ve fıtrî hareketler dahi ibadet şeklini alır ve insana sevap kazandırır. Yeme-içme, oturup kalkma, alıp satma gibi sıradan iş, âdet ve muameleler esnasında ilahî emirleri ve Allah Rasûlü’nü düşünüp O’na tâbi olmaya niyetlenen insan, âdetlerini dahi ibadete çevirmiş ve böylece her hareketiyle sevap kazanmış olur. (29:48)

Kerbelâ ve "yangın var!.."

Fethullah Gülen: Bamteli: Kerbelâ ve yangın var!..

Soru: Bazı Alevîler, Sünnîleri Kerbelâ hadisesine karşı duyarsız olmakla itham ediyorlar; bir kısım Sünnîler de Kerbelâ’nın yâd edilişinde aşırılığa gidildiğine inanıyorlar. Bu mevzudaki müstakim düşünce ve doğru davranış nasıl olmalıdır?

  • Kerbelâ mezalimi, aradan onca zaman geçmesine rağmen bugün de bütün mü'minlerin içini kanatan, ciğer-sûz bir hadisedir. (00.56)
  • Kendimi idrak ettiğim günden bu yana, gezip gördüğüm tekyelerde, zaviyelerde, medreselerde, sohbetlerinden istifade etmeye çalıştığım âlimlerin, âriflerin ve fazilet ehlinin meclislerinde Kerbelâ ile alâkalı mersiyeler okunduğuna ve bilhassa Seyyidina Hazreti Hüseyin'in maruz kaldığı zulüm hikaye edilirken herkesin hıçkıra hıçkıra ağladığına çokça şahit olmuşumdur. Alvarlı Efe Hazretleri'nin, "Bu gün mah-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar / Bu gün eyyam-ı matemdir, bu gün âb-ı Revan ağlar." sözleri hâlâ kulağımdadır; bunlar söylenirken duygu pınarlarımızın coştuğu ve gözlerimizin yaşlarla dolduğu da hafızamda bugünkü gibi canlıdır. (02.15)
  • İnsan, Ehl-i Beyt'in maruz kaldığı o elim hadisenin acısını her zaman yüreğinde hissetmelidir; ne var ki, her şeyde olduğu gibi bu acıyı ve hüznü ifade etme meselesinde de dengeli olmak esastır. (05.05)
  • İnanan insanların elem ve kederlerini ifade etme üslupları da dinin esaslarına uygun olmalıdır. Dinimizde şehitlerin ve ölülerin arkasından vurunup dövünme şeklinde bir matem yoktur. (07.24)
  • Bazı kimseler, Kerbelâ'da yapılan zulmün ızdırabını derinden duymak için bir kısım yollara başvurabilirler; bazıları da Ehl-i Beyt'e salât ü selam okumak suretiyle onlara sevgilerini ortaya koyar ve hüzünlerini duaya çevirirler. Bu meselede esas olan, tarafların birbirlerini kınamamaları ve yeni iftiraklara sebebiyet vermemeleridir. (11.31)
  • İlm-i Kelâm'ın büyük imamlarından meşhur Sa'deddin-i Taftazanî'nin Yezid hakkında tel'ine cevaz vermesine mukabil, Aliyyü'l-Kârî ve Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi âlimler demişler ki: "Gerçi Yezid, zalim, gaddar ve fâcirdir; fakat sekeratta imansız gittiği gaybîdir; tövbe etmesi ve imanla gitmesi ihtimal dahilinde olduğundan, öyle hususî şahsa lanet edilmez. Belki, "Allah'ın lâneti zâlimlerin ve münafıkların üzerine olsun." sözündeki gibi umumî bir ünvan ile lanet caiz olabilir. (14.36)
  • Ehl-i Beyt'in başına gelenlerin ızdırabını duyarken günümüzde de bazı Yezidîlerin bulunduğunu varsaymak ve bir kısım Sünnîleri Yezidî yerine koymak yeni kavgalara zemin hazırlamaktan başka bir işe yaramaz. Halbuki, Ehl-i Beyt'i sevmek Sünnîler için de dinin bir emri ve şubesidir; Kerbelâ'nın hüznü ise müşterektir. (15.48)
  • Günümüzde de Hâriciler vardır: İslam'ın kalbî ve ruhî hayatını kabul etmeyenler, her şeyi kuru nâsslara bağlayanlar, Kur'an'ı kendi re'yine göre kabaca yorumlayanlar ve masum insanlar üzerine bomba yüklü arabalarla yürüyenler de Hâricî kalıntılarıdır. (18.35)
  • Üstad Hazretleri diyor ki; "Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. "İslâmiyet tehlikededir, yangın var!" diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu." (20.08)
  • Bugün de yangın var!.. (24.38)
  • Biz küçük farklılıkları kavga sebebi yaparak hasımlarımızın ekmeğine yağ sürmemeliyiz; Alevîsiyle Sünnîsiyle el ele vermeli ve hep beraber Allah'a yürümeliyiz. Irkî mülahazalara girmeden, mezhep farklılığı gözetmeden ve meşrep ayrılığını "öteki" saymaya vesile etmeden milletimizin bütün fertleriyle dostça yaşamalıyız. Sosyal coğrafyadaki bütünlüğü nazara almalı, ona göre bir hizmet için yol haritası belirlemeli ve toplumumuzun partiküllerini oluşturan herkese karşı aynı saygı ve sıcaklıkla muamele ederek -Allah'ın izniyle- ihtilafların ve iftirakların önünü almalıyız. (26.10)

Kerbelâ ve "yangın var!.."

Fethullah Gülen: Bamteli: Kerbelâ ve yangın var!..

Soru: Bazı Alevîler, Sünnîleri Kerbelâ hadisesine karşı duyarsız olmakla itham ediyorlar; bir kısım Sünnîler de Kerbelâ'nın yâd edilişinde aşırılığa gidildiğine inanıyorlar. Bu mevzudaki müstakim düşünce ve doğru davranış nasıl olmalıdır?

  • Kerbelâ mezalimi, aradan onca zaman geçmesine rağmen bugün de bütün mü'minlerin içini kanatan, ciğer-sûz bir hadisedir. (00.56)
  • Kendimi idrak ettiğim günden bu yana, gezip gördüğüm tekyelerde, zaviyelerde, medreselerde, sohbetlerinden istifade etmeye çalıştığım âlimlerin, âriflerin ve fazilet ehlinin meclislerinde Kerbelâ ile alâkalı mersiyeler okunduğuna ve bilhassa Seyyidina Hazreti Hüseyin'in maruz kaldığı zulüm hikaye edilirken herkesin hıçkıra hıçkıra ağladığına çokça şahit olmuşumdur. Alvarlı Efe Hazretleri'nin, "Bu gün mah-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar / Bu gün eyyam-ı matemdir, bu gün âb-ı Revan ağlar." sözleri hâlâ kulağımdadır; bunlar söylenirken duygu pınarlarımızın coştuğu ve gözlerimizin yaşlarla dolduğu da hafızamda bugünkü gibi canlıdır. (02.15)
  • İnsan, Ehl-i Beyt'in maruz kaldığı o elim hadisenin acısını her zaman yüreğinde hissetmelidir; ne var ki, her şeyde olduğu gibi bu acıyı ve hüznü ifade etme meselesinde de dengeli olmak esastır. (05.05)
  • İnanan insanların elem ve kederlerini ifade etme üslupları da dinin esaslarına uygun olmalıdır. Dinimizde şehitlerin ve ölülerin arkasından vurunup dövünme şeklinde bir matem yoktur. (07.24)
  • Bazı kimseler, Kerbelâ'da yapılan zulmün ızdırabını derinden duymak için bir kısım yollara başvurabilirler; bazıları da Ehl-i Beyt'e salât ü selam okumak suretiyle onlara sevgilerini ortaya koyar ve hüzünlerini duaya çevirirler. Bu meselede esas olan, tarafların birbirlerini kınamamaları ve yeni iftiraklara sebebiyet vermemeleridir. (11.31)
  • İlm-i Kelâm'ın büyük imamlarından meşhur Sa'deddin-i Taftazanî'nin Yezid hakkında tel'ine cevaz vermesine mukabil, Aliyyü'l-Kârî ve Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi âlimler demişler ki: "Gerçi Yezid, zalim, gaddar ve fâcirdir; fakat sekeratta imansız gittiği gaybîdir; tövbe etmesi ve imanla gitmesi ihtimal dahilinde olduğundan, öyle hususî şahsa lanet edilmez. Belki, "Allah'ın lâneti zâlimlerin ve münafıkların üzerine olsun." sözündeki gibi umumî bir ünvan ile lanet caiz olabilir. (14.36)
  • Ehl-i Beyt'in başına gelenlerin ızdırabını duyarken günümüzde de bazı Yezidîlerin bulunduğunu varsaymak ve bir kısım Sünnîleri Yezidî yerine koymak yeni kavgalara zemin hazırlamaktan başka bir işe yaramaz. Halbuki, Ehl-i Beyt'i sevmek Sünnîler için de dinin bir emri ve şubesidir; Kerbelâ'nın hüznü ise müşterektir. (15.48)
  • Günümüzde de Hâriciler vardır: İslam'ın kalbî ve ruhî hayatını kabul etmeyenler, her şeyi kuru nâsslara bağlayanlar, Kur'an'ı kendi re'yine göre kabaca yorumlayanlar ve masum insanlar üzerine bomba yüklü arabalarla yürüyenler de Hâricî kalıntılarıdır. (18.35)
  • Üstad Hazretleri diyor ki; "Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. "İslâmiyet tehlikededir, yangın var!" diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu." (20.08)
  • Bugün de yangın var!.. (24.38)
  • Biz küçük farklılıkları kavga sebebi yaparak hasımlarımızın ekmeğine yağ sürmemeliyiz; Alevîsiyle Sünnîsiyle el ele vermeli ve hep beraber Allah'a yürümeliyiz. Irkî mülahazalara girmeden, mezhep farklılığı gözetmeden ve meşrep ayrılığını "öteki" saymaya vesile etmeden milletimizin bütün fertleriyle dostça yaşamalıyız. Sosyal coğrafyadaki bütünlüğü nazara almalı, ona göre bir hizmet için yol haritası belirlemeli ve toplumumuzun partiküllerini oluşturan herkese karşı aynı saygı ve sıcaklıkla muamele ederek -Allah'ın izniyle- ihtilafların ve iftirakların önünü almalıyız. (26.10)

Keşke falanı dost edinmeseydim!..

Fethullah Gülen: Bamteli: Keşke falanı dost edinmeseydim!..

Çay faslından hakikat damlaları: Hüve Nüktesi

  • Dirilme, diri kalma ve başkalarının ruhlarına hayat üfleme, O’nunla münasebetin derinliğiyle doğru orantılıdır. Hazreti Üstad’ın “Hüve Nüktesi”nde anlattığı üzere tam ihtiyacımıza cevap verir şekilde lütfedilen gayr-i iradi alıp verdiğimiz her solukta iradî olarak O’nu ansak sezâdır. (00:44)
  • Süleyman Çelebi Hazretleri, Mevlid-i Şerif’inde der ki: “Her nefeste Allah adın di müdâm / Allah adıyla olur her iş tamam.” Sadi Şirâzî de Gülistan’ında: “Bir insan her nefeste Allah’a karşı iki şükür borçludur.” der. Bir soluk alıp vermede hayatı iki defa bağışlayan Allah’tır. Böyle bir Mevlâ-yı Müteâl’e elbette kalb, dil ve cevarihle teşekkür etmek gerekir. Solukları “Hû” rengiyle süslemek icap eder. (02:30)
  • Cenâb-ı Hak, şu mealdeki ayet-i kerimelerde hem nimetlerini hatırlatıyor hem de onlar karşısında sarp yokuşları ve onlara takılıp kalanları: “O insan, kendi üzerinde kimsenin güç sahibi olmadığını mı sanır? “Ben yığınla servet tükettim” diye övünüp durur. Kendisini gören olmadığını mı zanneder? Biz ona görmesi için gözler, gönlüne tercüman olacak bir dil ve dudaklar, vermedik mi? Ona hayır ve şer yollarını göstermedik mi? Fakat o sarp yokuşu aşmaya çalışmadı. Böyle yaparak verilen nimetlerin şükrünü eda etmedi. Sarp yokuş, bilir misin nedir? Sarp yokuş: bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır. Kıtlık zamanında yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir yetimi ya da yeri yatak, (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir yeri olmayan) fakiri doyurmaktır. Hem sarp yokuş: Gönülden iman edip, birbirlerine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır.” (04:00)
  • Muhtaç olduğumuz şeyler Cenâb-ı Hakk’ın lütuf seyri içinde gelmese, cihanları versek dahi hiçbirini elde edemeyiz. Derler ki: Harun Reşid’in karşısına çıkan Allah dostu sorar; “Harun! Şu bir bardak suya muhtaç olduğunda onu elde edebilmek için bütün saltanatını verir miydin?” “Evet” der. “Peki, bu suyu içsen de dışarıya çıkaramasan, onu çıkarmak için bütün saltanatını verir miydin?” diye sorusuna devam eder. Yine Harun Reşid, “Evet” der. Bunun üzerine ârif insan şunları söyler: “İşte ya Harun! Senin bütün servet ve saltanatın bir bardak sudan ibarettir!..” Bir bardak sudan alalım da her an muhtaç olduğumuz havaya kadar, bütün nimetleri, kapımızda hazır buluyoruz. Her mevsim ayrı ayrı binlerce çeşit meyve Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanıyla geliyor. Aksini düşünseydik, değil o meyveleri, bütün cihana bedel bir çekirdeği dahi elde edemezdik. (06:00)
  • “Hüve Nüktesi” aslında derindir; kemal-i aczimle itiraf edeyim ki ben anlayamadım. Ali Fuad Hoca demiş ki: “Hazreti Pîr-i Muğan’ın hiçbir eseri olmasaydı Hüve Nüktesi yeterdi!.” (10:45)

Soru: Furkan Sûresi’nde mahşer gününe ait bir tablo anlatılırken zâlimlerin Peygamberin yolunda yürümediklerinden dolayı çok pişman olacakları, nedametle ellerini ısıracakları ve “Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı.” diye yanıp yakılacakları ifade buyuruluyor. Ötelerin bu boş temennileri dünyadaki hangi yanlışlıkların neticesidir? Âhirette öyle faydasız “keşke”lerle inlememek için burada nelere dikkat edilmelidir? (11:41)

  • Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

    وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَا لَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلاً يَا وَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَاناً خَلِيلاً لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولاً
    O gün zalim, parmaklarını ısırır der ki: Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ândan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da yüzüstü, yalnız bırakır. (Furkan Sûresi, 25/27-29)

    (12:25)
  • “O gün zalim, parmaklarını ısırır.”(13:35)
  • “Eyvah! Keşke o Peygamberle birlikte bir yol tutsaydım!”sözü faydasız bir “keşke”dir. Faydalı “keşke”ler de vardır ve insana sevap kazandırır. Faydasız keşkeler ise insanın nedametini ikileştirir, musibetini katlar.(15:00)
  • “Eyvah! Keşke falanı dost (halil) edinmeseydim!”Halil; candan dost, vefalı arkadaş ve sâdık yârân demektir. Halil olmak herkesin kârı değildir. (18:52)
  • Ötelerin böyle boş temennileri dünyadaki pek çok yanlışlığın ahirete yansımasından ibarettir ki, bu yanlışlıkların başında küfür gelir. Zira, Recâizâde Ekrem’in ifadesiyle, “Bir kitabullah-ı a’zamdır serâser kâinât / Hangi harfi yoklasan mânâsı Allah çıkar.”Hazreti Pîr de, kâinatın satırları teemmül edildiğinde onların Mele-i Âlâdan insana gönderilmiş birer mektup olduğuna dikkatleri çekiyor.

    تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا - مِنَ الْمَلَاِ اْلاَعْلَى اِلَيْكَ رَسَائِلُ
    Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, Mele-i Âlâ’dan sana gönderilmiş mektuplardır.

    Yani bu kâinatın sayfa ve satırları arasında gezen, onun kelimelerini kaldıran, harflerini yoklayan bir kimse onların manasının hep “Allah” diye haykırdığını görecek ve kendisi de Allah diyecektir. Çünkü böyle mükemmel bir sistemin başka bir şeye nispeti mümkün değildir. Gökleri ve yeri yaratıp onlarda mükemmel bir nizam kuran Allah olduğu gibi, insan mahiyetinde ve insan fizyolojisindeki ahengi temin eden de Allah’tır (celle celaluhu). Böyleyken O’nu inkâr etmek en büyük yanlışlıktır. (20:54)
  • Yeryüzü, hiçbir zaman nur-u nübüvvetten mahrum kalmamış, ara sıra muvakkat bir kuraklık hissedilmiş ise de, hemen arkadan sağanak sağanak rahmet boşalmış; binâenaleyh, her fert az-çok, bu rahmeti görmüş, duymuş, tatmış ve doymuştur. Ne var ki, tahrifin süratli olduğu yerlerde fetret de o kadar çabuk bastırmış ve o mıntıkayı karanlığa boğmuştur. Her karanlığı bir aydınlık ve her aydınlığı bir karanlık takip edip dururken, kendi iradelerinin dışında karanlıkta kalanlara da Hak, rahmet müjdesini vermiştir:

    Biz peygamber göndermedikten sonra azap edicilerden değiliz. (İsrâ Sûresi, 17/15)

    Demek evvelâ uyarma, sonra mükellefiyet ve daha sonra da azap veya rahmet... Vâkıa mezhep imamları, teferruatta biraz farklı düşünürler. Meselâ, İmam Maturidî ve taraftarı, “Kâinatta, her biri bir kitap binlerce delil varken Allah’ı bilmeyen mâzur olamaz” derler. Eş’arîler ise, “Biz peygamber göndermeden azap edecek değiliz..” meâl-i âlîsiyle ifade edilen âyete dayanarak, azaba müstahak olmanın, tebliği müteakip olacağı hususunu esas alırlar. İki imamın nokta-ı nazarlarını telif edenler de vardır: Bir kimse hiçbir peygamber görmemiş ve fakat inkâr mesleğine girerek puta da tapmamışsa, ehl-i necâttır. Zira, insanlar arasında öyleleri vardır ki, hiçbir terkip ve tahlil kabiliyetine sahip olmadığı gibi, eşya ve hâdiselerin seyrinden de bir mânâ çıkarması mümkün değildir. Binâenaleyh, böyle biri, evvelâ irşat edilir, ondan sonra davranışlarına göre ceza veya mükâfat verilir. Nitekim Hazreti Üstad’ın 2. Dünya Savaşı’nda ölen 15 yaşın altındaki çocuklar, yaşlılar, kadınlar münasebetiyle ifade buyurduğu husus da “Kendisine tebliğ gitmeyen, bizzat öğrenme imkânı da olmayan insan, fetret devri insanı gibi sayılabilir” düşüncesiyle ilgilidir. Ama bir insan, küfrü meslek ittihaz ederek, onun felsefesini yapıyor ve bilerek Allah’a karşı ilân-ı harp ediyorsa, o, dünyanın en ücra yerinde dahi olsa, ötede inkâr ve ilhadının cezasını görecektir. (22:42)
  • Ötelerin boş temennilerine sebebiyet verecek dünyevî yanlışlardan biri de dalalettir. Dalalet; iman ve İslâmiyet’ten ayrılmak, azmak, hak ve hakikat yolundan sapmak demektir. İnsan bir kere hidayete ermekle artık bütünüyle emniyet içine girmiş sayılmaz. Herkes için her zaman düşüp kayma ihtimali vardır. Bundan dolayıdır ki, günde kırk defa

    اِهْدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ
    Bizi sırat-ı müstakime, Sana doğru varan yola; nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet.

    ayetini tekrar ediyor; böylece

    وَمَن يُطِعِ اللهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولٰئِكَ رَفِيقًا
    Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse işte onlar Allah’ın in’am ettiği nebi, sıddîk, şehit ve salihlerle beraberdir. Bu ne hoş bir arkadaşlık, ne hoş bir kardeşlik, ne hoş hemdem olma, ne hoş beraber bulunmadır. (Nisâ Sûresi, 4/69)

    beyanında nazara verilen insanlardan olmayı diliyoruz. İşte, sırat-ı müstakime girmiş olduktan sonra yolda takılıp kalmak ya da doğru çizgiden ayrılmak da muhtemeldir. Hücumât-ı Sitte’de anlatılan virüslerin her biri insanı yere serer. Bu şekilde dalalete düşenler de ötede “keşke”lerle inleyeceklerdir. (25:17)
  • Bazı kimseler de küfür ve dalalete düşmemiş olsalar bile şöhret gibi hastalıklar yüzünden âhirette “keşke” diyeceklerdir. (29:40)
  • Reyn, bir şeyin üzerinin pasla kaplanması, her tarafının paslanması demektir. Cenâb-ı Hak,

    Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkar yaşıyorlar.) (Mutaffifin, 83/14)

    buyurmuş; Allah Rasûlü de “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur.” sözleriyle bu ilahî beyanı ve onda yer alan “râne” kelimesini şerh etmiştir. Evet, pas tutan bir kalbin bütün ufukları kararır; artık o iyiyi kötüden ayırma kabiliyetini kaybeder; beyazı siyah, siyahı da beyaz görmeye başlar; başlar ve bir daha da kendine gelmesi, fıtrî saffetini elde etmesi çok zor olur. Hatta bazen yeniden özüne ermesi bütün bütün imkânsızlaşır. Gafleti ve fenalıkları yüzünden deformasyon geçiren bir insanın artık üst üste kaymalar yaşaması da kaçınılmazdır. (31:35)
  • Bir de pozitif “keşke”ler vardır. Meselâ Hazreti Ebû Bekir efendimizin dinin emirlerine riayetteki hassasiyetini seslendirircesine “Keşke kelâlenin (geride babası ve çocuğu olmayıp kardeşlerini mirasçı bırakan kimsenin) hükmünü Allah Rasûlü’ne sorsaydım!” deyişi; “Keşke mirasta nenenin hakkının ne olduğunu Rasûl-ü Ekrem’den öğrenseydim!” sözü; “Keşke Hâlid’i Perslerin üzerine gönderdiğim zaman, Ömer’i de Romalıların üzerine gönderseydim. Böylece bu iki problemi birden halletseydim.” ifadesi bu alkışlanacak “keşke”lerdendir. Çünkü bunlar, âlâya ve aksa’l-gâyâta müteveccih “keşke”lerdir. Evet, bu ifadeler, daha mükemmele talip olan bir kişinin, onu yapamadığından dolayı “keşke” demesidir; istiğfar manasına geldiğinden ve hâlis bir niyet olduğundan Allah onlara sevap yazar. (34:00)
  • Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) “Eğer kalbinde haşyet olsaydı, mutlaka azalarına, tavır ve davranışlarına da aksederdi.” buyuruyor haşyet iddiasındaki gayr-i ciddileri anlatırken. (39:00)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

/span
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.