"Zaman İhtiyarladıkça Kur'an Gençleşiyor" Deniliyor, İzah Eder misiniz?
Kur'ân-ı Kerim ezelden gelmiş, ebede kadar da devam edecektir. Hâlihazır, geçmiş ve gelecek zamanı bütünüyle, tabir caizse son noktasına kadar bilen Hazreti Allah'ın ilminden gelmiş Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın, günümüze ve günümüzden sonraki devrelere ait meseleleri, insanlığın durumunu ve onun kazanacağı hâlleri parlak olarak anlatması Kur'ân'ın mucizesidir ve Kur'ân'a şayeste bir keyfiyettir. Evet, Kur'ân 14 asır evvel nazil olmuştur ama, O, Mele-i A'lâ'dan, her şeye hâkim bir noktadan, dünü, bugünü, yarını kabza-i kudretinde tesbih taneleri gibi çeviren, sistemleri idare eden, kalbimizin atışlarını dahi bilen Allah'ın ezelî ve ebedî ilminden gelmiştir.
Evet, zamanın ihtiyarlaması ile Kur'ân gençleşiyor.[1] Nasıl ki, insan yaşlandıkça beynine doğru giden bir kısım damarlar açılıyor, genişliyor; belki hafızasında zaaf hâsıl oluyor. Fakat terkip kabiliyetinde inkişaf meydana geliyor, daha salim, daha oturaklı düşünüyor ve daha isabetli karar veriyor. İşte fert böyle olduğu gibi cemaatler de böyle, zaman da böyledir. Yani zaman ihtiyarladıkça sanki zamanı besleyen bir kısım kanallar ve damarlar açılıp genişliyor ve zamanın içinde ona esas değer kazandıran insanların sa'yi, cehdi ve gayreti ile kâinattaki sırlı şeyleri gözlerimiz önüne seren ilimler ortaya çıkıyor. Bu hâlde, sanki fizik, zamanın damarları içinde gelişen, inkişaf eden ve onu besleyen; daha doğrusu onu aksettiren bir ilim olarak karşımıza çıkıyor. Kimya, astronomi, astrofizik, tıp ve sair ilimler de böyle... Yani her fen zamanın içinde ve zamanın seyri ile kâinata ait bir kısım esrarı alıyor ve onu teşhir ediyor. Dolayısıyla zaman kıyamete doğru giderken, biz dünyamızı daha olgunlaşmış ve daha kâmil bir hâlde görüyoruz. İlimler âdeta, dünyamızın şakaklarında ak tüyler gibi kemal emaresi olarak belirmiş ve ahir zamanda ölüm kendisine yaklaştıkça o daha da kâmil görünüyor.
İşte bu hâl, Kur'ân'ın anlaşılmasına yardım ediyor; ve bir gün gelecek Avrupa'da en âli mahfillerde, ilimlerin sırlı hakikatleri casus gibi araştırması neticesinde Kur'ân'ın anlaşılması ile rükûa giden insanlar olacak ve insanlık, "Allah'ım ne büyüksün!" diyecektir. Evet, teleskoplarla, ışık hızıyla trilyon sene öteleri gördüklerinde, Paskal gibi hıçkıra hıçkıra ağlayacak ve "Allah'ım ne büyüksün!" diyecekler.
Kur'ân-ı Kerim 14 asır evvel en arızasız bir toplumun içtimaî kanununu vaz'etmiş, fakat biz bunu henüz anlayamamışız, anlayamadığımız için de, kapitalizm, komünizm, faşizm, liberalizm karşısında Kur'ân'ın bu içtimaî yönünü aksettiren meseleleri gerektiği gibi anlatamamışız. Sadece, içtimaî noktaları değil, beşerin hayatına taalluk eden diğer bütün noktaları da anlayamamışız... Şimdi bütün bunları izah edip asrın hastalıklarına karşı çare hâline getirme, bir reçete gibi arz etme bize düşüyor. Biz, Allah'ın izniyle bunu yaptığımızda, Kur'ân-ı Kerim'in nasıl derin bir menbadan geldiği, dış görünüş itibarıyla derinliği sezilememesine rağmen içinde bin bir ilmî gerçeğin sergilendiği görülecektir. Biz bugün daha iktisadî meselelerimizi halledememişiz! Dün bir ekonomik sistem ortaya konuyor, ertesi gün o sistem başımıza bin gaile açınca, bu sefer "Bu memleket şu sistemle yükselir." diyor; ancak onun uygulanması sonucunda da bir sürü banker ve bunun karşısında birçok mağdur, sefil ve perişan insanlarla karşılaşıyoruz. Bütün bunlar durmadan değişip gidiyor ve bizler de çeşit çeşit iktisadî sistemlerin elinde oyuncak olup gidiyoruz. Kur'ân-ı Kerim yeniden ele alındığında ve zaman ihtiyarladıkça gelişen ilimler sayesinde ondan çok cedit ve ceyyit şeyler anlaşılacak ve o yeni nazil olmuş gibi kendisini gösterecektir. Henüz Kur'ân hakkında çok derin araştırmalar yapılmadığı günümüzde bile minik kafalarımızla ve hiçbir hakikat içerisine girmeyecek kadar dar gönüllerimizle, bazen Kur'ân'dan öyle şeyler anlıyoruz ki; "Bunu beşer söyleyemez." demek mecburiyetinde kalıyoruz.
Evet, fennin çeşitli dallarına ait hakikatleri Kur'ân birer cümleyle ifade etmiş ve gözlerimiz önüne sermiştir. Bu zaviyeden hangi sahada araştırma yapılırsa yapılsın, elde edilecek ilmî neticeler ile Kur'ân âyetleri arasında muvafakat bulunacak ve her yerde Kur'ân'ın bayrağının dalgalandığı görülecektir. Buraya kadar söylediğimiz sözler birer iddia değil, ilmî tecrübe ve denemelerle ortaya konarak ispatlanmış şeylerdir.
Bir iki misal ile buna ışık tutmaya çalışalım:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir." (En'âm sûresi, 6/125)
Bu âyet, bir tabiat kanununa işaret etmektedir. Şöyle ki, burada "sema" kelimesi kullanılıyor. "Yessa'adu" fiilinin aslı "saide - yes'adu" yükselme, yukarı doğru çıkma demektir. Bu, tefe'ul babına konulup "yessa'adu" denilerek, tekellüfün hâkim olduğu, yani yukarılara doğru çıkarken bir zorlamanın esas olduğu hakikatine işaret edilmektedir. "Yessa'adu" fiili okunurken bile, okuyanın nefesini kesmektedir. İşte bunlarla Kur'ân şu gerçeği dile getiriyor: İnsan yükseğe çıktıkça basınç düşer ve nefes alması zorlaşır. Zira her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir. 20.000 metreyi geçince özel cihazlar (oksijen maskeleri) olmadıkça insan nefes alamaz ve ölür.
Başka bir misal:
"Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz suyu depo edemezdiniz." (Hicr sûresi, 15/22)
Bu âyet de henüz 20. yüzyılda anlaşılan ilmî gerçeği Kur'ân'ın 14 asır önce söylediğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; rüzgârlar su buharından meydana gelen bulutları birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmada bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur, şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutları sıkıştırarak yere yağmurun yağmasını sağlar. Aynı zamanda rüzgârlar, bitkiler üzerinden eserken erkek tohumları dişi tohumların üzerine kondurmak suretiyle onları aşılar. Bitkilerde döllenmeye yardım eder.
Yine bu âyet, gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini, oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle çıkarılarak canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır ki, Kur'ân 14 asır önce bu tabiat kanununa işaret ederek mucize olduğunu göstermektedir.
Bir başka âyet; "Ve min külli şey'in halaknâ zevceyn -Her şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık."[2] Arapça'da, "umum, bütün" mânâsına gelen "küll" kelimesi mârifeye muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar fert varsa hepsini ihtiva eder. "Ve min külli şey'in halâknâ zevceyn" derken buradaki "şey'" kelimesi nekredir. "Her şeyi çift yarattık." demektir. Allah'a bile "şey" denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O'nun dışında olan her şey çift olarak yaratılmıştır.
İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılar da öyle çifttir. Nebatat da çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki "zevceyn" kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta her şeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca her şeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde, mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez. Yâsîn sûresindeki âyet, bu hakikati daha mufassal olarak şöyle anlatıyor:
"O Allah'ı tesbih ü takdis ederiz ki yerin bitirdiklerinden, nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır." (Yâsîn sûresi, 36/36)
Görüldüğü gibi o günün insanının müşâhedesine arz edilen tablonun dışında, o devre göre bilinmeyen bir kısım şeylerden bahsediliyor. Ve diyor ki, "Daha sizin bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı."
Başka bir âyet ve başka bir mevzu:
"Semayı azametle Biz kurduk ve ona durmadan vüs'at veriyor ve genişletiyoruz." (Zâriyât sûresi, 51/47)
Arapça'da fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. "Ve innâ le mûsiûn" bir isim cümlesidir ve mânâ itibarıyla üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, "Eskiden genişlettik, bıraktık.", "Şu anda genişletiyoruz.", "İleride genişleteceğiz." gibi mânâlara değil de "Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz." mânâsına geliyor.
En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna, bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922'de astronom Hubble bildirmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehâbiye, bizden senede yüz altmış sekiz bin kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hızla uzaklaşmakta. Bu da Belçikalı matematik âlimi, rahip Lemaitre'nin iddia ettiği gibi kâinatın, genişleme (expansion) hâlinde olduğuna delâlet eder.
İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren "mekân genişlemesi" 1400 sene evvel Kur'ân-ı Kerim'de zikrediliyordu. Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümmînin gözüyle görülen bu hakikat karşısında Kur'ân'a "Senin taleben oldum." deyip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir.
Bir diğer âyette ise: "Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor. Güneş'i ve Ay'ı buyruğu altına aldı."[3] buyruluyor.
Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir. Arap ça'da "tekvîr" kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre âyet, "Geceyi gündüze, gündüzü geceye sarıyor." demektir. Böylece "yükevviru" kelimesiyle küre-i arzın küre viyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Nâziât sûresinin 30. âyetinde bu mesele kelimenin kökü itibarıyla daha açık anlatılmaktadır: "Ve'l-arda ba'de zâlike dehâhâ -Gökleri nizama, intizama koyduktan sonra yeri de Allah, devekuşu yumurtası hâline getirdi."[4]
Demek oluyor ki dünyamız, kutuplardan basık bir küre, bir devekuşu yumurtası şeklindedir. Tevil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur'ân'ın bu hakikatini de hafızada tutmada yarar var.
Bu hususlarda Kur'ân'ın işaret etmiş olduğu çok âyet-i kerimeleri sıralamak mümkün. Fakat bu kadarı ile iktifa ediyoruz.
Ayrıca, Kur'ân terbiyeye ait bir kısım esaslar da vaz'etmiştir. Ama terbiye-i Kur'ân bırakılarak denenen bütün terbiye sistemleri, psikoloji ve sosyolojinin uygulanan bütün kanunları karşımıza bir sürü problemli genç, sergerdan ve çakırkeyf tipler çıkarmıştır. Bu böyle devam ettiği müddetçe beşer bunalımdan bunalıma sürüklenecektir. Ama insanlık Kur'ân'la tanıştığı zaman, onu anlayacak, idrak edecek, ona teslim olacak; gönülleri huzura kavuşturma, kalbleri düzene koyma, kafaları zapturapt altına alma da yine Kur'ân'ın emirleri ile tahakkuk edecektir.
İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, zaman ihtiyarlarken daha doğrusu kâmilleşirken, bizim "ahir zaman" dediğimiz zamanın şu devresinde, Kur'ân'ın hakikatleri -inşâallah- araştırmacılar tarafından gökteki yıldızlardan daha parlak, daha derin, daha yapıcı ve beşerin gönlünü ikna edici mahiyette ortaya konulacak ve Kur'ân'ın gençliği bir kere daha apaçık görülecektir. Belki insanın iradesi elinden alınmayacak ama, akla çok kapılar açılacak ve çok kimseler "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" diyecektir.
Câzibe ve dâfia: Çekme ve itme kuvveti.
İnhisar etmek: Yalnız bir şeye mahsus olmak.
Kabza-i kudret: Gücü, kuvveti altında.
Mele-i A'lâ: En büyük meleklerin içinde bulunduğu yüce meclis.
Şâyeste: Lâyık, yaraşır, münasip.
Vüs'at: Genişlik.
[1] Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 498 (Hakikat Çekirdekleri, No: 79)
[2] Zâriyât sûresi, 51/49
[3] Zümer sûresi, 39/5
[4] Nâziât sûresi, 79/30
Sızıntı, Haziran 1979, Cilt 1, Sayı 5
- tarihinde hazırlandı.