Peygamberlik liyakata dayalı ilâhî bir ihsandır
Soru: Peygamberlerin gönderilmesinin hikmeti ve onların gönderilmelerini zarurî kılan sebepler nelerdir?
Bir arı kovanının ana arıya ihtiyacı olduğu gibi beşer de peygambere muhtaçtır. Peygamber olmadan beşer ne ferdî ne ailevî ne de içtimaî hayatını anlamlı kılamaz. Zira peygamber özel donanımlı bir insan olarak Allah (celle celâluhu) ile insanlar arasında bir elçi, insanların Allah yolunda rehberi, Allah’ın da insanlara karşı elçisidir. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizim önümüzde Hakk’a götüren bir rehberdir. O, bize Hakk’a vâsıl olma yol, âdâp ve erkânını göstererek yürüdüğü yolu yürüyeceğimiz şehrah hâline getirdiği gibi, aynı zamanda maksud ve murad-ı ilâhîyi bize intikal ettirmek üzere de Allah’ın bir resûlüdür. Kulluğu itibarıyla içimizden çıkar, Hakk’a gider, elçiliği itibarıyla Hak’tan döner, Hak ile halkı bir eder. Halkın içinde bulunur fakat Hak’la beraber olur.
Her fıtrat, ancak çok sâfî ruhlarda olabilecek bu durumu ihraz edemez. Âyet-i kerimenin ifadesiyle Allah, meleklerden de, insanlardan da bir kısım pak ve nezih kimseler ıstıfa eder, seçer ve onları önemli misyon için ihtiyar buyurur.[1] Nübüvvet, iktisab (kazanılarak elde) edilmez, o, Allah tarafından bir mevhibe olarak verilir. Bir kendini bilmez ve aldanmış: “Feylesof, peygamberden büyüktür. Çünkü feylesof meseleleri çalışarak bulur. Peygamber ise çalışmadan yapar, Allah’tan alır.” demiştir ki, bu onun hezeyanıdır…
Her peygamber, tertemiz ve nezih bir fıtrattır. Meselâ Efendimiz’i düşünecek olursak, kendisine kırk yaşında peygamberlik gelmiştir. Fakat O’nun kırk yaşına kadar yaşadığı nezih hayatı âdeta peygamberliğin temel taşları ve altyapısı gibidir. Vakanüvis, O’nun yirmi beş yaşında iken Hz. Hatice’nin karşısındaki durumunu bize naklederken şöyle der: “Meysere kendisine Hz. Hatice’nin talebini ilettiğinde Resûl-i Ekrem buram buram ter dökmüştü.” Evet, Allah Resûlü, iffetsizliğin hükümferma olduğu bir devirde kaşını kaldırıp da bir kadının yüzüne bakmamıştı. Evvel ve ahir sorgulanabilecek olumsuz hiçbir davranışı olmamıştı. Keza O’nun, hiç mi hiç yalanı duyulmamıştı.
Bu İstikamet Âbidesi’yle alâkalı Mugîre İbn Şu’be Müslüman olmadan önce başından geçen şöyle bir hatırasını anlatır: Ebû Cehil ile beraber bir yolda yürüyorduk. Bir aralık Peygamberimiz karşımıza çıktı. Biz çakırkeyf bir lâubalilik içindeydik. O, ciddî bir sekine ve vakarla bize yaklaştı. Kendisine yakışır bir eda ile bize hakkı anlattı. Bunun üzerine Ebû Cehil, “Senin peygamber olduğunu kabul etsek zaten dinine girer arkandan yürürdük. Seni kabul etmiyoruz!” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü ayrıldı ve gitti. Sonra benimle baş başa kalan Ebû Cehil bana şöyle dedi: “O’nun getirdiği haberlerin hepsi doğru. O yalan söylemez. Çünkü şimdiye kadar hiç yalanına şahit olmadık. Fakat Abdülmuttalipoğulları, ‘Sikâye bizden, sidâne bizden, rifâde bizden’ diyorlar; bir de kalkıp ‘Nübüvvet de bizden.’ derlerse ben buna dayanamam.”[2]
Evet, Resûl-i Ekrem, nübüvvetten evvel de bîhemta bir elmastı. Nübüvvet O’na semavî ayrı bir derinlik ilâve ederek âdeta O’nu bir kez daha saykıllamıştı. Yani bu muhteşem varlığa, vahiy gelmiş; O bu sayede mehbit-i vahy-i ilâhî olmuştur. Alâ meratibihim diğer nebilerin durumu da aynıdır. İşte bu tertemiz âli ruhlar Allah ile münasebet kurmuş, Allah da onları büyük bir vazife ile şereflendirmiştir.
Bu mevzuda sübjektif bir şey arz etmek istiyorum: Sizin içinizde de kalbi ilhama mazhar olanlar vardır. Meselâ bunlar, yarın başına gelecekleri, gelme sırasına göre keşfen veya müşâhedeten veya uyku ile uyanıklık arasında keşfederler. (Ben öyle hüsnüzan ediyorum. Bu tür Hak dostları daima olmuştur ve olacaktır.) Ancak bu, herkes için söz konusu değildir. Bu saf kalan ve saflaştırılanlara has bir mazhariyettir. Bunlar dün olduğu gibi bugün de vardırlar ve mazhar oldukları şeyler de nübüvvet ve mucizenin bir gölgesidir. Bunun adı vilâyet, ondan zuhur eden de keramettir. Bunlar birer ihsan-ı ilâhîdir ama hep liyakate terettüp etmektedir. Kişinin liyakati olur, tezkiye-i nefs eder, kalbini daima berrak ve duru tutar, günahlardan olabildiğine kaçınırsa ki bu da bir mânâda “tehannüs”tür. Cenâb-ı Hak da onu özel mevhibelerle serfiraz kılar.
Şimdi içimizde böylesi bir terakkiye mazhar olmayan kimseler, “Niçin bunlar seçilmiş?” diyemezler. Çünkü bu, liyakate terettüp eden bir mazhariyettir. Bu mesele biraz daha derinleştirilip katre-umman tahayyüllerine girilebilse karşımıza nübüvvet çıkar. Evet, nebi, gölgesiz, doğrudan doğruya semadan gelen vahye sinesini açar, ona mazhar-ı tam olur ve her şeyi apaçık görür. İşte nübüvvet mazhariyeti!
Herkes bu durumu ihraz edemediği için bir adı da “Mustafa” (seçilmiş, ihtiyar edilmiş) olan Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve diğer seçkinler, insanlarla Allah arasında birer vesile ve vasıta olarak vazife görmektedirler. Ehlullah menkıbelerinde, insanın, tasaffi ederse Resûl-i Ekrem’le doğrudan doğruya münasebet kurabileceği söylenir. Nitekim Allâme Süyûtî, Efendimiz’le yetmişten fazla yakazaten görüştüğünü dile getirmektedir.[3] Hatta ehlullahtan öyleleri vardır ki, “Ben bir an Allah Resûlü’nün huzurunda bulunduğumu hissetmezsem ölürüm. Ben, O’ndan her an hayat alıyor, hayatımı O’nun işaretlerine göre tanzim ediyorum.” demektedirler. Vâkıa, Allah Resûlü, “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı tutunduğunuz zaman dalâlete gitmezsiniz. Bunlar, Kitabullah ve Sünnetimdir.”[4] buyurarak işaretini verip gitmiştir. Elde Şeriat-ı Garrâ vardır. Ancak bununla beraber o büyük kâmetler, öylesine kurb-u huzura müşerref olmuşlardır ki, bir lahza orada bulunmadıklarını hissettiklerinde mahvolacaklarını zannetmektedirler. Bazıları ise bu huzurda olmadıklarını hissettiklerinde, “Huzuru ihlâl ettik, ters düştük!” diyerek kalkıp boy abdesti almaktadırlar.
Evet, işte böylesine müterakki ve Resûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselâm) münasebettarı kimseler de vardır. Bunlar olmazsa, âlem başka âlem olur. Bu bir hâl, keyfiyet, çap ve ağırlık meselesidir ve bunu madeni bakır olanlar değil, bîhemta elmas olanlar anlar.
- tarihinde hazırlandı.