Mebde'de Yenilik, Münteha'da Derinlik

Hemen her hareket, her cereyan mebde’de saflığı ve duruluğuyla, münteha’da da kemmî derinlikleriyle tarih boyunca tekerrür edegelmiştir. Sahabi saflığı ve duruluğu bu çizgide gösterilebilecek en iyi misaldir. İslâm tarihinin ilerleyen dönemlerinde hemen her alanda tecdid hareketleri olmuştur; ama ne devlet yapısı ne mektep medrese sistemi ne de değişik düşünce ekolleri bakımından İslâm’ın o ilk dönemine ait saffet ve duruluk yakalanamamıştır. Belki gönül hayatının yoğun olarak yaşandığı tekke ve zaviyelerde kısmen bu saffet duyulmuş olabilir.

Mebde’de insanlar içtenlik ve candanlıklarından olsa gerek genelde boşluklarının farkındadırlar. Kendi güç ve kuvvetlerine güvenmezler, dayanmazlar, onlara bağlı olarak iş görmezler. Boşluklarını sadece Cenâb-ı Hakk’ın nâmütenahi kudreti ve kuvvetiyle doldurmaya çalışırlar. “Kudret-i Nâmütenahi”ye sonsuz itimatları, güvenleri vardır. Bu birinci husus...

İkinci bir husus olarak, din adına her şeyi başta duyuyor olmanın orijinalitesi vardır onlarda. Yenidir her şey onlar için; mesela Kur’ân, yenidir. Dolayısıyla o yenilik bir şekilde onların hayatına akseder. Eski düşünceler, inançlar bu yenilik karşısında nakavt olmuştur. Artık farklı bir hayat yorumuna, dünyaya değişik bir bakış açısına sahiptirler. Her şeye o gözlükle bakarlar. Allah’ın kâinat düzeninde kendisini bu şekilde ifade ettiğini ilk defa duyar ve hissederler. “Bak biz bunları hiç düşünmemiştik” der ve kendilerinden geçerler. Sonra da uzun zaman bu duyuş ve hissedişin neşvesini yaşarlar.

Üçüncü husus insibağdır. Değişik vesilelerle arz ettiğim bu insibağ, “Huzur-u risalet-penâhî”de oturanların ancak anlayabileceği, hissedebileceği ve hakikî mânâ ve muhtevasıyla yine ancak onların anlatabileceği bir keyfiyettir. Ona ister mücerred huzurda bulunma deyin, ister teveccüh deyin, isterseniz nazar deyin -ki bu daha ziyade sofilerin iç, vicdanî sezişlerinin karşılığıdır ve bana uygun gelen mânâ da budur- bugünkü Müslümanların mahrum olduğu bir özelliktir bu.

Hâsılı, mebde’deki insanlar her an bir mâide-i semaviyenin yere konduğuna şahit olur, kabiliyetleri nisbetinde o sofradan istifade ederler ve o istifadelerini hemen tavırlarına aksettirirler. Yerinde bir teşbih olur mu bilemiyorum; ama hani bilim kurgu filimlerinde birisi bir şey yiyor ve hemen ardından birden mahiyet değişikliğine uğruyor, aynen öyle bu semavî mâideye el uzatan herkes birdenbire iç yapısı itibarıyla bir mahiyet değişikliğine uğruyor; potansiyel insan olmadan hakikî insan olmaya yükseliyor; duyguları ve düşünceleri inkişaf ediyor.

Meseleye bu zaviyeden bakınca mebde’deki insanlar çok şanslı; şanslı çünkü hemen her gün o güne kadar bilmedikleri, akıl ve vicdanlarının da reddedemeyeceği, orijinal ve sürpriz şeylerle karşı karşıya kalıyorlar. Mesela semadan bir haberin gelmesi, sürpriz bir hâdise onlara göre. Biz hâlâ sırrını kavramış değiliz; bizim gibi etten kemikten bir insanın semalar ötesi, ötelerin de ötesi varlıklarla münasebete geçmesini, bir yönüyle kelâm teatisinde bulunmasını; “Şöyle dedim, şöyle dedi; şöyle istedim, şöyle cevap verdi…” demesi. Bunları anlayabilmiş değiliz henüz.

Şöyle düşünün, o güne kadar ne sözlerinde, ne tavırlarında, ne de davranışlarında, olduğunun dışında bir şey görmedikleri bir insan, Allah hakkında diyor ki; “O isimleri ve sıfatlarıyla muhattır, zâtıyla ihata edilemez. Bu sebeple onun âsârını düşünün, ef’âli üzerinde i’mal-i fikir edin; ama zâtı hususunda düşünmeyin. Çünkü mütenahi bir varlık nâmütenâhiyi idrak edemez.” Bunlar, ulûhiyet meselesine put ve putperestlik persektifinden bakmış insanlar için o kadar orijinal şeyler ki. Hatta tek başına bir “nâmütenahi” sözü bile fevkalâde orijinal onlar için.

“Allah’ın binlerce ismi vardır. Bu binlere binler daha ilave etsek ve ardından onu yâd etsek yine onun namına bir şey söylemiş olamayız.” Mesela bunun lâl-i güher-i Nebevî’den bir söz olduğunu, onların önlerine inciler, mercanlar gibi saçıldığını hayal edin. Gören gözleri kamaşır, başları döner onların. Ben şahsen cahiliyye yaşamamış insanların bu sözlerdeki orijinalliği sezeceğine ihtimal vermiyorum.

Bir başka örnek de ezandır. Ezan onların bildikleri kelimelerden oluşuyor; ama o kelimeler böylesine yerli yerinde hiç ifade edilmemiş. “Allahu Ekber (Allah büyüktür, büyüklük ona mahsustur. Şehadet ederim ki o, Ma’bûd-u bi’l-hak ve Maksûd-u bi’l-istihkaktır.)” Öyle bir yenilik ki bu, işte bu yenilik onların ruhlarına siniyor; siniyor ve bu mülâhazalarla camiye koşuyorlar.

Bu defa camide imamın arkasında yeni, esrarengiz şeyler duyuyor ve hissediyorlar. Tahiyyat öyle, selâm öyle. Tabir caizse her gün semadan bir sofra-i cedide iniyor, o sofradan istifade ediyor, yepyeni, ter-ü taze hislerle, fevkalâde zinde ruhlarla, yeniliğe doymuş, ülfetten fersah fersah uzak bir hâletle evlerine dönüyorlar. Ve bu vetire burada bitmiyor, hiç son bulmuyor. Ertesi gün yine semavî yepyeni sofralar onları bekliyor.

Bakın Ümmü Eymen Validemize; Hz. Üsame’nin annesi, Resûllullah’ın hizmetini gören mübarek bir kadın. “İnsanlığın İftihar Tablosu”nun ahirete irtihalinden sonra Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer onu ziyarete gidiyorlar. Görüyorlar ki Ümmü Eymen ağlıyor. Allah Rasülü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından dolayı ağladığını zannedip teselli etmeye başlıyorlar. Ümmü Eymen onların sözünü keserek diyor ki; “Onun vefatıyla vahiy kesildi, vahyin bereketinden mahrum kaldık, ben ona ağlıyorum.” Basiretli kadın... Şimdi her gün, her zaman önünüze inen böyle bir sofranın kesilmesine nasıl ağlamayacaksınız ki?

İnsibağa gelince; peygamberlik daire-i kudsiyesine mahsus bir şey o. Bu yüzden onun kendi ulviyet ve enginliği içinde kabullenilmesi; müteal (aşkın) olduğunun, dolayısıyla ulaşılmazlığının idrakinde olunması gerektiğine inanıyorum. Bununla beraber şunu ilave edelim; peygamber olmayan insanların da insibağları vardır. Mesela, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin, Zeynelabidin Hazretleri... Hemen hepsinin huzurunun kendine göre bir insibağı vardır. Ebû Hanife Hazretlerinin ya da Bediüzzaman’ın huzurunda oturma imkânı olsaydı, huzurun insana ifaza ettiği insibağın, sizin çehrenize uhrevîlik adına çaldığı boyanın ne demek olduğunu, sizi uhrevîlik adına nasıl plâstize ettiğini görecektiniz, duyacaktınız. İç âleminizde meydana gelen değişikler itibarıyla belki de kendi kendinize hayranlık duyacaktınız.

Evet mebde’ye geri dönelim. Bana göre her mebde’de aynı şey vardır. Bundan seksen yıl öncesini düşünün. İslâm yeni bir ses ve solukla, yeni bir felsefe ve mantıkla anlatılmaya başlanmış. İnsanlar birilerinin etrafında hâlelenmiş. Sahabe misal ak alınlı, aydınlık yüzlü, gönül insanları hayatlarını koymuş bu işe. İleriye matuf, şahısları adına değil; ama din adına, bir kısım beklentileri olmuş.

“Yakinim var ki; istikbal semavât u zemîn-i Asya-bâ/Hem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâm’a”, “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır” gibi sözler onların beklentilerini körüklemiş. Bir beklenti, bir ümit cemaatı olmuşlar. Müjdesini, beşaretini aldıkları “Allah’ın adının her tarafa duyurulması” hakikati adına her gün güneşin doğuşuyla farklı şeyler hissetmişler. Bir katrede, bir reşhada beklentilerini görmeye, hissetmeye, küçükte büyüğü okumaya çalışmış, basit sözlerde büyük mânâlar aramışlar. Büyüklüğü ve kerameti kendilerine ait, küçük mev’izeleri bile büyük hâle getirmişler. Onların ruh hâletlerini iyi bir psikolog değerlendirseydi veya mahir bir psikiyatrist, psikanaliz yapsaydı ruh portrelerini elvan elvan ortaya çıkartırdı. Başlarındaki zât vefat edince kimi inanamamış; kimileri de onda sonra, yalancı dahi olsa çiçek açan her dikenli gülün arkasından koşmuşlar.

Fakat herkes de böyle yapmamış. Allah’ın yüce ve yüksek adının bütün dünyaya duyurulması beklentisi ve ümidi içinde olan bazıları bu uğurda vazife bildikleri şeyleri dur durak bilmeden yapmaya devam etmişler. Mesela, “Bir yerde birisi vaaz ediyormuş” diye her hafta çok uzaklardan, kilometrelerce yolu katederek o camiye koşanlar olmuş. Konuşan şahıs değilmiş önemli olan onlar için. “Bizim arkadaşlardan birisi varmış, vaaz ediyormuş, genç biriymiş” deyip âdeta nefes almaya gelmişler oraya. Şahsen ben Kestane Pazarı Camii’nin avlusunu öyle görürdüm. Öğle namazı biterdi de ikindiye kadar sarmaş dolaş olma bitmezdi. Birbirlerine sarılırlar, el sıkışırlar ve hasret giderirlerdi âdeta. Ben de o tahta kulübeme çekilir, penceresinden temaşâ ederdim bu manzarayı. Bana da yeter ve artardı bu. Mebde’de çalınan ve hemen tutan bir boya gibiydi bu manzara. Bir de bunun yanında bir boşalma zemini teşkil ederdi orası. O günkü insanlar belli bir derinliğe açılmaya hazırlardı. Ufukları derindi. Büyük şeylere dilbesteydiler. Yüksek mefkûreleri vardı. Her hareket, her kıpırdayıştan kendilerine göre çok büyük anlamlar çıkarıyorlardı.

Ayrı bir husus; güzellik paylaşması olurdu camide. Bakışlardaki anlamlılık bana çok tesir ederdi. Bazen o anlamlı bakışlar, tabir caizse bir matkap gibi içimi oyan o bakışlar bana daha önce plânlamadığım çok şeyleri söylettirirdi. Âdeta “Şunu da de, bunu da söyle…” der gibi yüzüme bakarlardı. Tamamen onlara ait ve yine tamamen o döneme ait bir hususiyetti bu.

Bu sözlerim yadırganmamalı. Siz de bir yerde, yeni bir ruh ve heyecanla ciddî bir sorumluluk yüklenirseniz, Kaf Dağı’ndan daha ağır mesuliyetleri omuzlarsanız, yeniliği iliklerinize kadar duyarsanız, yeniliği duyan insanlarla yüz yüze gelirseniz, her gün birisine bir şey anlatma aşk, iştiyak ve şevkiyle canlı kalırsanız, “Acaba bu insanın gönlüne nasıl aksam, nasıl bir ışık olsam da kalbine damlasam!” mülâhazaları ile sabahlar ve akşamlarsanız, siz de böyle olursunuz.

Bu sözlerde bugünü tahkir yok. Çünkü bazı şeyler ancak onları meydana getiren şartların bütününün bir araya gelmesi ile gerçekleşir. Bu külliyet ve tamamiyet yoksa bu seviyeye ulaşmanız imkânsızdır. Nağmeleri sûzişîn, size elli defa konuşmasını öğretecek bir adamı alır kürsüye korsunuz, zaman öyle bir zaman, zemin öyle bir zemin, cemaat öyle bir cemaat değilse ve onlar öyle bir beklenti içinde değillerse hiçbir şey olmaz; olmaz çünkü balansı yapılmamış kalbler, hafife alıcı bakışlar, beklentisiz ruhlar kürsüdekinin ağzına diline fermuar vurmuştur. Dediğim gibi kimseyi ne tahkir ne de tezyif var burada. Sadece şartların bütünüyle meydana gelemeyebileceğini anlatmaya çalışıyorum. Eğer bu bir vaizin kerameti olsaydı, dün yaptığını bugün de yapardı da, olur biterdi.

Şimdi günümüzün şartlarına göre yeni yollar bulmak gerekiyor. Belki bugüne kadar bildiğimiz sabâyı, hicazı, rastı değiştirmemiz, kim bilir belki de günümüz insanının genel hissiyatını nazar-ı itibara alacak mürekkep makamlar bulmamız gerekiyor. Genelin zevkine hitap eden enstrümanlar ve farklı sesler kullanmamız gerekiyor. Ama bunları fantezi için değil, içinde yaşadığımız zamanın çocuğu, tasavvufçuların ifadesiyle “ibnü’z-zaman” olma şuuru içinde beklentiler ufkuna ulaşmak için yapmamız gerekiyor.

Hâsılı; yeni zeminler arayın, aşk u şevkinizi bileyin, Cenâb-ı Hak’la münasebetinizi yeniden gözden geçirin, bütün dünyevîlikleri kafanızdan sökün atın. “Yâ Rabbi! Yeni bir sesle burada seni bir de biz duyurmak istiyoruz!” deyin. Bakalım nasıl olacak!

Pin It

Kırık Testi

  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.