Serzeniş
Etrafımıza bir bakalım, her tarafta şuurlu bir şekilde din-i mübin-i İslâm’a yapılan saldırılar var. Bu manzara karşısında kalbine bıçak saplanmış gibi yara aldığını hissetmeyen, hatta ölmeyen insanın diniyle kalbî irtibatını gözden geçirmesi lâzım. “Allah onlara fırsat vermez ki?” deyip kenara çekilenlere, gamsız ve dertsiz lâubalîce hayat sürenlere sormak isterim; siz bu sözlerinizle Allah’a tevekkülünüzü mü ifade ediyorsunuz? Bence hayır; çünkü Cenâb-ı Hakkın, bu lütfu ihsan buyuracağı seviyenin insanı böyle demez. Ne yaptık şimdiye kadar onun için? Gecelerimizde kaç damla gözyaşı var seccadelerimizde? Kaç defa inledik, âh u vâh ettik din-i mübin-i İslâm için? Kaç defa yüreklerimizi deldik Allah aşkına?
Allah, sonsuz hikmeti icabı, kendi varlığını inkâr edenlere bile imkânlar verir. Bolluk ve refah içinde hayat sürmelerini murad edebilir. Onlara bakıp “Bize de versin” demek hem Allah’a hem de mensubu olduğumuz dine ve dinî düşünceye karşı saygısızlıktır. Biz kendimize bakalım; bakalım ve ona lâyık, onun lütuf ve ihsanlarına lâyık kul olmaya çalışalım.
Hem biz bozuk olduktan sonra devletler muvazenesinde hâkim unsur olmuşuz olmamışız ne ifade eder ki? Yarım yamalak Müslümanlıkla bir yere varılamaz. O yarım yamalak Müslümanlar değil mi Osmanlı’yı batıran? Hakperest olmalı; Allah’tan güzel şeyler istemeden önce, o güzelliklere lâyık olmayı dilemeli. “Allahümme ahsin âkıbetenâ fi ümûri külliha. (Allahım! Bütün işlerimizde akibet-u encamımızı güzel eyle.)”
İnanmıyorum ben bizim samimî olduğumuza. Her tarafımızdan riya dökülüyor, her davranışımız gösteriş... Nefsanî bir sürü açığımız var, zaaflarımız diz boyu. Tövbe kapısı, sûrun üfleneceği âna kadar açıktır ve Allah’ın affetmeyeceği günah da yok. Öyleyse halimizi düzeltmek, kötülüklerden nedamet duymak, “Bir daha tövbeler tövbesi…” demek, kendimizi istikamete zorlamak, kendimize rağmen istikamette yaşamak için ne bekliyoruz? Niçin nefsanîliğe açık pencerelerden ağyar yüzüne bakıyoruz? Niçin nifak emareleri taşıyoruz?
Nefsim için söylediğimi zannetmiyorum bu sözleri. Çünkü nefsim için kavga etmiyorum ben. Ama hakikat-i imaniyeye karşı lâkaytlığı hazmedemiyorum. Neden imanda derinleşme gibi bir mefkûremiz yok? Neden elimizin altında hazine gibi eserlere yabancıyız? Neden onları okurken yabancılar gibi ağzımızda geveliyoruz? Neden ibadet ü tâatimiz bizim gafletimizin gölgesinde cereyan ediyor? Neden okumayı, düşünmeyi, evrâd-u ezkârı angarya gibi kabul ediyoruz? Neden bazen yaptıklarımıza riya karıştırıyoruz? Neden husûf ve küsûf yaşıyor kalblerimiz? Neden, neden?... İşte bu “Neden?”lere cevap bulamıyorum ben.
Bu can sıkıntısı beni çok meşgul ediyor. Çoklarınızın idrak boyutunun üstünde hassas ve fazlasıyla duyarlı bir insanım. Yüzüne vurmasam bile birinin riyası beni bir gün rahatsız eder. Mesela birisi yok yere sesini yükseltiyorsa namazda, tesbihatta. Biliyorum ki gönlü yok sesinin içinde. Amelinin üzerine kezzap döküyor, farkında değil. Ama söyleyemiyorsun. Söylememe iradî, fakat hissetme ve anlama gayr-i iradî. Ve olan bana oluyor.
Bir özenti, bir imrenme, bir taklit, bir yabancılaşma düşüncesi, bir mâsiyet hissi, küçük bile olsa günahı kale almama, hareketin haysiyetini düşünmeme, gayri ciddî, lâubalî davranma almış başını gidiyor. Yara bunların hepsi. Zahirî yara ise bunlar zamanla geçer, ama ya batınî ise? Ya kalbte oturmuş ise? İşte böylesi basit müdahaleler ile geçmiyor, çok güçlü ameliyat-i cerrahiyeler istiyor. Üstad buyuruyor ki, “İçimizi dışımıza çevirseler Hz. Eyüp aleyhisselâmdan daha dertli olduğumuz görülecektir.
Mâsiyeti hafife alanlar var. Mesâvî ahlâk üzerine bir tortu gibi oturmuş. Para zaafı var kimilerinde. Kimilerinde yeme içme gibi oldukça basit cismanî zaaflar var. Bazılarında daha başka nefsanî arızalar var. Ve daha ilerisinde, Allah’ın haram kıldığı münasebetlere “Keşke meşru olsaydı!” diyenler. “Keşke küfrün mahsuru olmasaydı!” demek gibi şeyler bunlar.
Hâlbuki insan kendi zaaflarını bir şekilde görebilir, görmelidir de. Efendimizle (sallallahu aleyhi vesellem), ashab-ı kiramla, her dönemde davranışlarını örnek aldığı insanlarla kendini kıyas ederek boşluklarını görebilir. Aksi halde bu zaaf ve boşluklar farkında olmadan tabiat haline gelebilir. Bu da kalbin tab’ına (mühürlenmesine) vesile olur. Şeytanın durumu da böyledir. Yoksa şeytan bilmiyor değildi hak ve hakikati. Allah hakkında malûmata sahipti. “Senin ululuğuna kasem ederim ki sen galipsin” diyor şeytan, Allah’a. İzzetine yemin ediyor onun. Fakat Kur’ân’a karşı asi, Allah’ın emirlerine karşı isyankâr... Işığın yanında zulmet gibi koruyor kendisini. Şeytan böyle davranıyor çünkü tabiatına öyle mal olmuş. Öyle bir noktada tutuyor ki kendini, oradan ayrılması mümkün değil. Âdeta kilitlemiş kendisini. İnsan da böyledir, bir şeye kilitlenirse, ona zıt olan en yumuşak şeylere bile tepki verir. İşte şeytan da küfre böyle kilitlenmiş ve günah işlemek tabiatı haline gelmiş.
Evet, Allah içimizi dışımız gibi, dışımızı da içimiz gibi biliyor. Onun için bu zaaf ve boşluklar tabiat haline gelmeden terbiye edilmesi, izlerinin silinmesi gerekir. Bunun için de kişinin kendisini iyi terbiyecilerin terbiyesine teslim etmesi lâzım. Bu arada şeytanın sağdan yaklaşmasına izin vermemek lâzım. İnsan belli şeylerden, mesela namaz gibi ibadetlerden sebebini bilmeden zevk alır. Fakat bu mekr-i ilâhî (imtihan) olabilir. Hissettiği o fevkalâdelik insanın kendi nefsine güvenmesine sebep olur ki bir mekr-i ilâhîdir bu, dolayısıyla bir istidraçtır. İşte çokları bu şekilde aldanıp gitmiştir.
Kâfirlerdeki istidraç da böyle bir şeydir. Düşünün, Deccal’de ispirtizma (insanları etkileme gücü) gibi büyüleyici bir şey var. Atmosferine girenleri büyülüyor ve isteseler de çıkamıyorlar o daireden. Bir kuvve-i kudsiyeye sahip olmalılar ki kurtulsunlar. Onun için insan kendini müzekkâ (tertemiz, yanılmaz-aldanmaz) zannetmemeli ve her türlü fevkalâdeliği sahiplenmeyerek ona vermeli; vermeli ve Allah’a karşı samimiyet soluklamalı. Zira insan yüreği samimiyet hisleri ile dolu değilse, kulluğunun içine başka şeyler karıştırıyorsa, ihsan edilen o güzellikler aslında bu riyakâr ve münafığı batırmak içindir. Yarım yamalak, sûrî (görünüşte) bir imanı vardır; liyakati yoktur; üzerine giydiği üniformanın hakkını veremiyordur; dolayısıyla da Allah elinden alır o imanı.
Güzel şeyler gibi fenalıklara karşı da böyle hissettiğimiz; ama isim koyamadığımız şeyler vardır. Aniden, hiçbir sebep yokken insanın içini fena şeyler kaplayıverir. Gördüğünüz bir nesne sizi birdenbire öyle bir noktaya, öyle bir mülâhazaya iter ki batabilirsiniz orada. İnsanı alıp başka rıhtımlara, geriye dönemeyeceği sahillere götürür bunlar. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) meâlen “Sizi fenalığa çağıran bir tedaî ile karşı karşıya kaldığınızda kendinize gelin, hemen tövbe edin” buyuruyor. Psikolojide de yeri vardır bunun; psikologlar bu durumlarda hal ve tavır değişikliği yapmayı öneriyor.
Evet; “İsyan deryasına yelken açmışım/Kenara çıkmaya koymuyor beni.” İsyan deryasına yelken açmalar hep böyle başlar. Başlangıçta açı çok dardır, farkına varamaz insan. Ayağında parmak ucu kadar bir yer tutar, fakat zamanla ayak izine ulaşır. Sonra adım genişliği, derken gözünün kestiremeyeceği kadar bir açı meydana gelir. Durması gerektiği yerden o kadar uzaklaşır ki geriye dönmek istese de dönemez.
Bundan daha tehlikelisi de böyle bir insan belli bir seviyeden sonra farkına varamaz neyin ne olduğunun. Gayr-i meşru bir şeyin kendisini nereye sürükleyeceğini bilemez. Dolayısıyla gözünü kaçırması, kulağına pamuk tıkaması, ağzını kapaması gerekli şeyleri fark edemez. Hissiyat-ı nefsaniye adına konuşur konuştuğunda, Allah’ın gadab ettiği şeyleri görür gözünü açtığında, şeytanî melodilerle dolar kulakları bir şey dinlediğinde...
Allah hepimize aff-ı mütemadi (sürekli bir af), mağfiret-i amîka (kuşatıcı bir bağışlama), rahmet-i kâmile (eksiksiz bir rahmet) lütfeylesin. Namazında, niyazında, orucunda olduğu halde “lemem”i (küçük günahlar) önemsemeyen insanlara akıl, fikir ve insaf versin. “Lâ sagîrate mea’l-ısrar, velâ kebîrate mea’l-istiğfar. (Israr edilirse küçük günahlar büyük günah olur, tövbe edildiğinde büyük günahlar affedilir)” fehvasınca esas büyük günah, ısrar edilen küçük günahlardır. Çünkü büyük günah, büyüklüğü bilindiği sürece büyük değildir. Büyüklüğünü bilirse günahın, tevbe kurnalarına koşar, istiğfar eder, sıyrılır o halden insan çünkü. Fakat bilmezse onun lemem olduğunu ya da bilir de önemsemezse, “bir tane, bir tane daha, bir tane daha ve son defa” derken kısılır kapana. Şeytanın stratejisidir bu: Mesaviyi süslü gösterir, nefsi aldatır. Sûre-i Yusuf’ta “Bel sevvelet leküm enfüsüküm” buyurulduğu gibi tesvil yapar (günahları süsler), hipnoz edip gözlerini bağlar insanın. Hâlbuki insan bu kadar küçük şeylere kurban gidecek kadar aşağılık bir mahlûk değildir. Ahsen-i takvime mazhardır o, dünyalara yeten bir mahiyete sahiptir. Dolayısıyla lâtifelerini bu kadar küçük şeylerde batırmamalıdır. Matlubu, maksudu Allah olmalı onun. Veya şöyle diyelim; mademki onun yaratılışı itibarıyla nefsanîliği var, nefsanîliğini meşru dairedeki zevklerle, lezzetlerle tatmin etmeli, onun dışına çıkmamaya çalışmalı. Dişini sıkmalı, dilini ısırmalı, “la havle” çekmeli.
Sakın ha “Ben boğulmam” demeyin. Zira nefs-i emmare bir devvar-ı gaddardır (zalim bir çark). Nice şahları, nice Heraklitleri dize getirmiştir. Hz. Yusuf gibi bir peygamber bile “İnnennefse leemmâratün bis’sûi. (Şüphe yok ki, nefis kötülükleri emredicidir.)” diyerek ona itimat edilmeyeceğini bildirmiyor mu?
Evliya menkıbelerinde anlatılır: İki kardeşten biri şehirde diğeri dağda yaşıyor. Şehirde yaşayan ismetini iffetini, kulağını, gözünü, ağzını, dilini; -hani camilerde denilir ya- “cemî-i cümle azalarını” koruyor günahtan. İhtimal o, şehirde yaşarken kendini kudsî bir hizmete adadığından dolayı Allah siyanet ediyor. Ya da dine hizmet mülâhazası tüm benliğini sardığından “Bana yakışmaz bu türlü şeyler” diyor ve kendini koruyor. Bunun kapısının önünde bir su tulumu asılıdır. İçi su dolu; ama gariptir tulum hiç su damlatmıyor. Dağda halvette yaşayan ve sürekli Allah’la münasebet içinde bulunan diğer kardeş bir gün şehre ziyarete geliyor. Onun da su tulumu var dağda iken hiç damlatmayan. Gelince o da asıyor tulumunu kardeşinin tulumunun yanına. Birkaç dakika geçince başlıyor tulum su damlatmaya. İşte hüner burada. Şehirde, yani en tehlikeli yerlerde, kendini salmadan, Allah’la münasebetini bütün samimiyetiyle devam ettirmede.
Evet, alabildiğine müsait ortamlarda, günahlardan uzak, münzevi bir hayat yaşarken, orada sadece ibadet-u tâatle meşgulken bile şeytan gem vuruyorsa insanın ağzına; kulak deliğinden, göz deşiğinden yol bulup giriyorsa günahlar; nefis her gün ayrı bir gayyaya sürüklüyorsa onu; o insan tehlikeli noktalarda hiç ayakta duramaz ki! Devrilir gider.
Demiri sıcak yanından tutan demirci babalar, hamur eline yapışmayan somuncu babalar gibi, bir şeyin babası olmak lâzım. Gelin siz de bu kudsî mesleğin babası olun ve zirvelere tırmanın mesleğinizde. Muhyiddin b. Arabî Hazretleri, Şam’da caddede yürürken darağacında berdar edilen (asılmış) birini görür. Etrafındakilere suçunun ne olduğunu sorar. “İçki, zina, adam öldürme... Hepsini işledi ve gün geldi, derdest edilip asıldı” derler. Hazret koşar ve ayaklarını öper şakinin, kendi mesleğinde zirveye çıktığı için. Bize de böyle olmak düşmez mi? Yani mesleğin babası olmak ve zirveye çıkmak.
Hâsılı, bu denli serzenişe benim hakkım var mı? Siz bunu hak ettiniz mi? Bilmiyorum, ama isterseniz bunu benim huşûnetime ve boşalma ihtiyacıma verin. İsterseniz de her gün yapmanız gereken muhasebe ve murakabenizde mihenk taşı olarak kullanın ve bu kantara çıkarak tartın kendinizi...
Beklentisiz olmak
İnsan, kendisine tevdi edilen vazifeleri, sahip olduğu şuura göre yapar. Bununla birlikte, evvel ve ahir tavsiyem şudur: Dine, vatana, millete, devlete ve insanlığa hangi seviyede hizmet yaparsak yapalım, karşılığında hiçbir şey beklememeliyiz. İnsan, yaptığı hizmete karşılık olarak hayalinde birtakım beklentiler içine girerse, beklediklerini bulamayınca -hafizanallah- küsüp gidebilir. Ben duâlarımda sürekli “Ya Rabbi, beni arkadaşlarımla, arkadaşlarımı da benimle mahcup etme!” diyorum. Zira dünya genelinde belirli bir bakış ve kabulleniş var ve bizler onu korumak zorundayız. Evet, insan yapacağı murakabeler ile kendisinin manen “sıfır” olduğu sonucuna mutlak ulaşmalı, kendini buna inandırmalı ve büyük veya küçük yaptıklarına kat’iyen sahip çıkmamalıdır. “Bediüzzaman’ın bile kendisini bir ‘memerr’ (Bu, ‘bazı iyiliklerin uğrağı’ demektir.) olarak gördüğü yerde biz kim oluyoruz ki?” demelidir. Aksi takdirde hayalî düşünceler ve beklentiler içinde boğulup gidebiliriz.
Kıvam problemi
Bundan elli altmış yıl önce, bugüne kıyasla alabildiğine az sayıdaki insanın peygamberane bir azimle bu milletin geleceği için -Allah’ın izniyle- yaptıkları şeyler, bugün milyonlara varan insanın yaptıklarıyla mukayese edilmeyecek kadar büyük ve azametli idi. Gördüğüm şu ki, sonrakilerin çalışmalarında öncekilerde var olan canlılık, heyecan ve helecan yok. Gerçi sun’i bir canlılık var; var ama debisi çok dar ve sığ. Sadece bazı yerlerde sun’i su birikintileri göze çarpıyor. Bu da bana göre günümüz Müslüman’ındaki “kıvam problemi”ni gösteriyor.
Bence günümüz Müslümanlarının oturup bir kere daha kıvamlarını gözden geçirmeleri gerekiyor. Ben mevcud kıvamla bir yere varılacağına çok inanamıyorum. Duruşlarda ciddiyetsizlik var, iyi örnek olunamıyor, tevarüs edilecek genel ahlâk lâubalice... Mesela, günümüz anne babalarında çocukların dikkatini çekecek, çocukları cezbedecek bir mânâ, bir mehabet yok. Aksine duruş bozukluğu var ve ciddiyetsizlik diz boyu! Ananın babanın namazı niyazı ve sözleri çocuklara bir şey ilham edemiyor. Kısacası fertlerde olduğu gibi ailede de kıvam problemi var. Daha önce “kültür Müslümanı” tabirini kullanmıştım. İsterseniz burada da “görenek Müslümanı” diyelim. Görenek Müslümanlığıyla derin olunması, kıvamın yakalanması mümkün değildir. Derinlik, derinden tevarüs eder. Bugün ise mat ve solgun bir tevarüs söz konusu. İnsanın şöyle diyesi geliyor: “Sen kendine merhamet etmiyorsun, hiç olmazsa çocukların için ciddiyete yönel de onlara merhamet et.” Aksi takdirde onlar yakın bir gelecekte şekil değiştirip farklılaşacaklar.
İlk tercih kolaydır; ama o işi devam ettirebilmek çok zordur. İnsanın bir arı gibi her gün çiçek çiçek dolaşıp kovanını balla doldurması lâzım. Her gün yeni bal yapması, bunun için de her gün ayrı bir çiçeğe konması gerek. Yoksa o güne kadar yaptığı balı yer bitirir ve elinde hiçbir şey kalmaz. Bunun için insan dini her gün yeni duyuyormuşçasına yaşayabilmeli, her gün yeni bir imana ulaşabilmelidir. Evliya, asfiya, mukarrabin bu sırrı çok iyi kavramış; kavramış ve ona göre bir hayat yaşamışlardır. İmam Şazelî, Nakşibendî, İmam Rabbanî her gün ayrı ve farklı ufuklara açılmazlarsa, elde ettikleri makamlarda durmalarının zor olacağını biliyorlardı ve o makamın hakkını veriyorlardı.
Evet, kendinizi iman adına sürekli besleme ve sürekli rehabilite etmelisiniz. Ciğerinize aldığınız oksijen gibi devamlı yeni ve taze hava peşinde koşmalısınız. “Ben biliyorum bu meseleyi” diyerek kitaba bağlı kalırsanız ve amelde sürekli derinleşmezseniz sonunda elinizdeki mevcudu da yer bitirirsiniz. Bu iş, sürekli yenilenmek ve kaybederim korkusuyla tir tir titremek istiyor. Onun için Rabb’e teveccühte inkıta olmamalıdır.
Bir de nefsin tabiatında var olan sürekli mazeretler üretme ve onlara sığınma tavrından kaçınılmalıdır. İnsan mazerete sığınmak yerine ne yapıp edip cürmü kendinden bilmeli, dahası buna kendini inandırmalıdır. Herkes acz ve fakr yolcusu olmalı ve Allah’ın acziyet ve fakriyete şefkatle teveccüh edeceğinin şuurunda bulunmalıdır. Bu çeşit bir i’mal-i fikir engin bir şefkate kavuşmanın ilk adımıdır. Evet, eğer siz soluduğunuz havada, içtiğiniz suda, yediğiniz yemekte acz ve fakrınızı hissediyorsanız, o engin şefkat kaynağından taşıp taşıp gelen nimetlere şükürle hamdetmiş olursunuz. Bir başka tabirle; “Biz hem âciziz hem de fakir. Bunları bize bir şefkat sahibi ihsan etmekte” diyebiliyor ve bunu vicdanınızda duyabiliyorsanız şükürle ona yönelmişsiniz demektir. Bugünün insanının pek çoğunun arz ettiğim bu hususta problemleri var. Allah’ın engin şefkat ve merhametinin tezahürü olan şeyleri kendilerinden biliyorlar. Öyleyse biz de bu problemli insanlara dem ve damarlarına dokundurmadan söz konusu ettiğimiz şefkat esintilerini hissettirme ve onları tefekküre salabilmenin gayreti içinde olmalıyız.
Ve bunlara bağlı son husus; bugün İslâm dünyası kendi içinde renk atmış, matlaşmış ve köhnemiş bir görüntü sergiliyor ve yıllardır bunun sıkıntısını çekiyor. Ferdî planda Müslümanlığı yaşayanlar var; ama topyekün şuurlu bir İslâm dünyası yok. Bu durumun düzelmesi için bir Hz. Musa, bir Hz. Harun gibi uğraşmak lâzım. Aksine dışta kalır, bu yapının düzelmesi, salaha ermesi için bir gayrette bulunmaz, “Bana ne!” der gibisinden tavırlar içine girerseniz sizi hasım gören dünya tarafından bütün bütün dışlanırsınız ve kendi sonunuzu hazırlarsınız.
Bu çağ bencilliğe açık bir çağ, materyalist düşünce İslâm dünyasını işgal etmiş. Kimseyi inkisara ve ye’se sevk etmemeli bu söylediklerim; sevk etmemeli, ama bu durumun üzüntüsünü de duyup bir an önce kendimize çeki düzen vermeye başlamalıyız. Heyecansızlık ve duyarsızlık çarpar bizleri sonra. İnsan bu tablo karşısında bence en azından şu civanmertliği yapmalıdır: Ellerini Rabb’ine kaldırmalı ve “Allah’ım günahlarımdan dolayı beni mahvetsen bile, ümmet-i Muhammed’i mahvetme!” diye dua etmeli ve kendinden, çoluk çocuğundan ziyade ümmet-i Muhammed’in felâhını gönülden istemelidir; istemelidir ki mevcut perişaniyet ve derbederlik karşısında ıstırap duyduğunu izhar etmiş olsun.
Evet, yaşamak için değil, yaşatmak için yaşama bir mânâ taşır. Yoksa abes yer işgal eder ve bu dünyada boşu boşuna gölge yaparsınız. İnsanlığa bir faydamız yoksa bu dünyada ne diye duracağız ki? Bizim bu dünyadaki tavrımız askerin askerlik müddetince kışlada durması gibi olmalı; olmalı ve yaşadığı sürece de vazifesini eksiksiz yerine getirmeli. Vicdanına sık sık bakmalı, kendini sorgulamalı ve sormalı kendine: “Ben ne için duruyorum burada? Acaba beni bu dünyada tutan çoluk çocuk mu, mal mülk mü, makam mansıp mı? Yoksa Rabb’im adına ruhumun heykelini dikmek mi?!”
Tevhid-şirk dengesi
Bazen elimde olmadan öyle şeyler kafama takılıyor ki kendi kendime “Beyhude havanda su dövüyoruz” diyorum. Ben imana ve Kur’ân’a hizmet etmeyi hayatlarının gayesi bilenlere karşı ümidimi hep korudum. En yakın daireden en uzak dairede bulunan büyük küçük her ferdin bu örfâneye karınca kararınca iştirak edeceği kanaatimi muhafaza edegeldim. Girdikleri bu reh-i sevdadan ölünceye kadar vazgeçmeyeceklerini, peygamberlerle temsil edilen, ilâhî kitaplarla belirtilen esaslardan taviz vermeyeceklerini düşündüm. Fakat bazen oluyor ki etrafta İslâm’ın şeklinde, kalıbında takılıp kalmış, bir türlü onun ruhuna, özüne inemeyenlerin çokluğunu gördükçe ümidim tükenir gibi oluyor. Bu mevzuda yapılan tahşidatın hiçbir fayda sağlamadığını müşahade edince kahroluyor ve “Acaba Cenâb-ı Hak dinine hizmet etmeyi bizlere müyesser kılmayacak mı?” diye kendi kendime soruyorum. onun dinine hizmet etmeyi istemek belki hakkımız değil, ama ona hizmet etmek için liyakat kazanmak ve onu korumak vazifemiz. Evet, çok küçük, cüz’i bir hâdise çok dokunuyor bana, onu bir tefessüh etme başlangıcı gibi görüyorum.
Hemen her gün ve her fırsatta defalarca söyledim, bir kere daha tekrar etmek istiyorum; insan kim olursa olsun yapılan, kazanılan, başarılan şeyleri kat’iyen kendisine maletmemeli. Bu apaçık bir şirktir. İnsan bunları kendisine maletmekle aslında hem kendisini hem de yapılan, kazanılan şeyleri esas kuvvetinden, o kuvvetin kaynağından koparmış olur. Kuvvet kaynağından kopan o şeyler bu defa kendi kuvvet zeminine dikilir ki o zeminin kuvve-i imbatiyesi onları büyütmeye kâfi değildir. Onlar ancak “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” kuvve-i imbatiyesinde boy atar ve gelişir. İnsanların sun’i, yapmacık müdahaleleri ise onları kurutur. Onun için kat’iyen “ben” dememeli, “yaptım” dememeli, Allah’ın kudretiyle olan şeylere sahip çıkmamalı. Bu türlü şeyler kazaen aklına geldiğinde hemen istiğfar etmeli: “Ya Rabbi! Her fiili yaratan sensin. Ben onu nefsime nisbet eder gibi oldum, bir bulut gibi kafamdan geçti. Bununla sana şirk koştum. Eğer sen de ona şirk diyorsan ben muvakkaten dahi olsa müşrik oldum. Sana sığınırım. “Allahümme innî eûzü bike min en üşrike bike şey’en ve ene a’lem ve estağfiruke bimâ lâ a’lem. (Allahım, bilerek bir şeyi şirk koşmaktan sana sığınırım. Bilmeden yaptıklarım için de senden bağışlanma dilerim.)”
Evet, bazı başarıların, yapılıp edilen şeylerin nefse nisbet edilmek suretiyle çürütüldüğü, karartıldığı, renk attırıldığı ve tozlu dumanlı hale getirildiği kanaatindeyim. İşte bunlar çoğu zaman zıpkın gibi sineme saplanıyor. “Aman Allahım! Ne deniliyor, ne yapılıyor?” diyorum. Tevhid derken, onun bayraktarlığını yaparken acaba şirke mi giriliyor, endişesini atamıyorum zihnimden. Bu türlü yaklaşımlar melâike-i kiramın, Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve evliya-yı izamın ruhlarını rencide ediyordur gibi geliyor bana. Bunlarla benim gibi mübtedi bir adamın bile bir gece uykusu kaçıyorsa; benim gibi bir adam bile bencillikten, egoizmadan, gururdan, çalımdan rahatsızlık duyuyorsa; her şeyini Allah’a vermiş, Allah’ta fâni olmuş, Allah’ta görmüş, Allah’ta bilmiş bu insanlar, şirkten küfürden tiksindikleri gibi tiksinti duyarlar bunlardan. Ehlullah’ın tiksinti duyduğu bir hareket ise iflah olmaz.
Şimdilerde genel kültürümüze o kadar çok aykırılıklar var ki bunları ifadede zorlanıyorum. Aslında Türk milleti tarih boyunca kendi kültürüne, inancına, örf ve âdetine ters şeylere karşı direnç göstermiş bir millettir. Fakat şimdilerde asimilasyona açık gibi geliyor bana. Çin’e, Maçin’e, Japonya’ya giden birisi beş altı ay sonra neredeyse Çinli, Maçinli, Japon gibi çıkıyor karşınıza.
Hâlbuki bağımlı olan bir insan, müstakil ve hür insan gibi hizmet edemez. Bağımlılığınız ne kadar çoksa hürriyetiniz o kadar elinizden gitmiş demektir. Bir mü’min hiçbir şeyin bağımlısı olamaz/olmamalı. Yeme içme gibi tabiî, zarurî ihtiyaçların bile bağımlısı olamaz. Yiyeceklerini kifaf-ı nefs miktarınca yer.
Yuva insanın zarurî bir ihtiyacıdır. O yuvada eş, olmazsa olmaz hayat arkadaşıdır. Ahirete giden yolda yol arkadaşımızdır bizim o. Bazen biz yolda yürürken kubbedeki taşlar gibi kol kola, omuz omuza dayanırız. Ama yuvaperest değiliz. Öyle olursa bağımlı hale gelir insan. İstenilen performansı koyamaz ortaya, gereken aktiviteyi gösteremez. Bağımlılık aslında ruh yapısındakı zaafın ifadesidir, bir boşluktur o. İnsan icabında eşi de olsa, annesi-babası da olsa -bunların hukukuna riayetin yanında- hürr-ü mutlak olduğunu ifade etmeli. “Ben sadece Allah’ın kuluyum!” demeli. Allah’ın kulu onun emir ve yasakları haricinde hiçbir kayıtla mukayyet değildir.
Bunlar bizim genel kültürümüzün tezahürleridir. Bir başka yerde bulunmakla başkalaşıyorsak şayet, daha değişik bir yerde daha değişik bir başkalaşma ihtimali de vardır. Yani bir çeşit başkalaşan her türlü başkalaşabilir. Asimilasyona gelince o kuyûttur (kayıtlar, bağlılıklar), takyittir (kayıt altına girme). Takyitlerle mukayyet olan insan hür değildir, esirdir o. Esir olan ise Allah’a tam mânâsıyla kul olamaz.
Bütün bunlar, müşahedelerimden sızan şeyler. Bazen kan gibi damlıyor içime, bazen de bir iğne gibi batıyor kalbime. Rahatsız oluyorum tavırdan, referanstan, mimikten, bakışlardan, Allah’ı sadece dudaklarla söylemekten, gönülden gelmeyen seslerden, ses adına ortaya çıkan hırıltılardan. Gerçi “Herkes yahşi ben yaman. Herkes buğday ben saman” prensibim; ama nasılsa yine de göz yaman şeylere ilişiyor. Bence Müslümanlığı yaşıyorsak onu Allah’ın istediği tarzda yaşamamız lâzım.
Evet, “İnnemâ emvâlüküm ve evlâdüküm fitne. (Muhakkak ki mallarınız ve evladlarınız sizin için imtihandır.)” İmtihan... Bu dünyada kaybeden anne babalar ve evlatlar var; kazanan anne babalar ve evlatlar var. Kazanan toplum var, kaybeden toplum var. Kazanan mücahit var, kaybeden mücahit var. Kazanan muhacir var, kaybeden muhacir var. Bir ibtila, bir imtihan. Değişmeye gelince, biz değişirsek, seyr-i sülûk-i rûhânîde değişen insanlar gibi değişmeliyiz. Bizim için başka türlü değişme olmaz/olmamalı. Başka türlü değişme dönekliktir, Kur’ân’dan mülhem ifadesiyle “tezebzüb”tür. Bir oraya, bir buraya dönme; bu, münafıkça bir davranıştır. Yalnızca bir kere değişmeli insan. Bundan sonra ki her değişim bir adım daha ona yaklaşma şeklinde olmalı. “Ben boynu tasmalı, onun azad kabul etmez kölesiyim” demeli. Eğer insanın bir kıymeti varsa, buradadır zaten.
Evet, zaman ahir zaman. Zuhur eden de alâmât. Medet ya Rab!
- tarihinde hazırlandı.