İstiğrak
Dalma, içine gömülme, boğulma mânâlarına gelen "gark" kelimesinden türetilmiş istiğrak; kendinden geçme, dünyayı unutma, kalbini dünyevî endişelerden temizleyip bütünüyle Hakk'a yönelme.. ve binnetice vecde gelerek bir mânâda kendini bilemeyecek şekilde dalgınlaşıp hayrete dalmak demektir ki, Hak dostluğuna erip "halvet-i hâssa" ile şereflenenlerin muhabbetten müşahedeye, müşahededen muhabbete gidip gelmek suretiyle, ya bütün bütün mâsivâyı (Allah'dan gayrı her şey) gönlünden çıkarıp atma veya Hakk'a im'ân-ı nazar ettiklerinden ötürü O'ndan başkasını "net" olarak tam müşahede edememe hâlidir. Bu, O'nu "net" olarak müşahede etmeleri mânâsına da gelmez. Buradaki müşahede bir "sezi" ve duyuştur.
Bu durumdaki bir sâlik, Allah'da fani olmanın hâsıl ettiği iç seziş ve duyuşlarla, bütünüyle "cem" televvünlerine gömülür ve artık hiçbir şeyi tam olarak fark edemez.. ki bu hâli idrak edip bu zevki duyanlar bazen Vücûd-u İlâhîye istiğraklarını, ya "Ene'l-Hak" ya da "Sübhâne mâ a'zame şe'nî" sözleriyle ifade edegelmişlerdir. Aslında, bu bir zevk ve hâl işi olmasına rağmen çok defa iltibaslarla hakikat zannedilmiştir.. evet, sâlik bazen, neyin ne olduğunu fark edemez ve bir damla mesabesindeki mahiyetini, içine karışıp kaybolduğu "Ehadiyet" deryası sanır ve yakışıksız şatahatlara girer. Böyle bir zevk ve bu ölçüde bir hiss-i fenâ herkes için söz konusu olmasa da, "seyr u sülûk-i ruhânî"de çokları bu hâli duyar ve yaşar ki, bunlardan bazılarına da "Üveysî meşrep" denir. Bu meşrebe telmih sadedinde merhum Muallim Naci:
"Bak ne istiğraka sevkettin beni,
Gözyaşı zanneyliyor çeşmim seni"
diyerek hoş bir söz eder. İstiğrakın üç mertebesi vardır:
1) İlmin hâlde istiğrakıdır ki; başlangıç itibarıyla hak yolcusu bazı şeyleri bilse de, onları tam duyup zevk etmediği için, gerektiği ölçüde o şeylerin hakikatlarına vâkıf değildir.. evet, ilim ayrı şey, onu yaşayıp hissetmek ayrı şeydir. Aslında, iman, muhabbet, aşk, zevk-i ruhânî insanın tabiatının birer buudu hâline gelecekleri âna kadar nazarîdirler ve hakikatlerinin tam bilindiği de söylenemez. Ne zaman ki bunlar, insan vicdanında zevken ve keşfen duyulurlar, işte o zamandır ki hâl, mücerred ilme galebe çalar ve ilim hâlin içinde müzmahil olur gider. Buna, aynı zamanda peygamber ilmi de denir. Buna ilim denmesi, sadece bu işin mebdeinin unvanı olması itibarıyladır. Yoksa o, aksiyon itibarıyla bir hâl ve pâye itibarıyla da bir makamdır. Gerçek peygamberlik mülâhazası mebde ve müntehayı cem etmesi açısından, mebdee bakan yanıyla, Hz. İbrahim ve İsmail' le alâkalı فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبينِ "İkisi de Hakk'a inkıyât edip teslim olunca O, kurban etmek üzere oğlunu yere serdi." (Sâffât, 37/103) ilâhî beyanı, böyle bir ruh hâletini ifade etmesi bakımından gayet mânidardır ve böyle bir istiğrakın müntehası, bizim tasavvurlarımızın istiâbını aşar. Konuyu biraz daha açacak olursak; burada mücerred ilimden, ilimle hedeflenen hâle intikal söz konusudur. Ve müstesnaların hâli müstesna, onlar her zaman en güzel örnek konumlarıyla misallere, mesellere sığmayacak kadar "âlicenap"tırlar. Onlar şimdilik mesellerin en güzeliyle kendi numune dünyalarında kalakalsınlar; hâlin, bahis mevzuu olmadığı mücerred bilgisiyle bir bilgin كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا (Cum'a, 62/5) fehvasınca, şuurunda olmadan sırtında kitap taşıyan merkûptan farksızdır. Bilgisiz hâl bir dalâlet ve ilhad, "hâl"siz bilgi de bir gaflet ve cehalettir. Nübüvvet bilgisi sayılan ilimle istikamet ise ilim cevherinin hâl televvünleriyle en yüksek semâvî bir "araz" hâline yükselme keyfiyetidir.
2- İşârâtın keşifte istiğrakıdır ki; ruhta Zât-ı Ulûhiyet hakikatinin inkişafı ile sâlik, O'nun mukaddes isimlerinden "Ehadiyet" mertebesine, yani Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak'ın, kulun idraki seviyesinde ona hususî vâridlerde bulunma mertebesine yönelir ki, bu mertebede ruh bütünüyle mâsivâdan alâkasını keser ve kalbin kadirşinas ibresinin gösterdiği ufka teveccüh eder. Böyle bir mazhariyete eren sâlikin nazarında, isimlerdeki ihtilaf tamamen ortadan kalkar ve her şey sıfat perdedarlığıyla Hz. Zât'ın nûrlarına müstağrak görünür. Bu makama vasıl olacağı âna kadar, Cenab-ı Feyyâz-ı Ezelî'yi "Cemil, Celil, Lâtif, Kahhar..." gibi pek çok isimlerle anan hak yolcusu, duyuş ve hissedişlerinin tesiri altında olmadan temyiz ve tefriki bırakarak, Hz. Nûr-u Zât'ın "bî kem u keyf" televvünleriyle mest ü mahmur bir hayata kendini salar.
Bu hâli ifade sadedinde mest ü mahmurların pîr-i muğânı Hz. Mevlânâ ne hoş söyler:
چهِ تَدبِير اَي مُسَلمَانان كِه مَنْ خُودْ رَانَمِي دَانَم
........................................
نَه اَز دُنيَا نَه از عُقبا نَه اَز جَنَّت نَه اَز دُوزَخ،
نَه اَز آدَم نَه اَز حَوَّا نَه اَز فِردَوسِ رِضوَانَم
مَكَانَم لاَ مَكَان بَاشَد نِشَانَم بِي نِشَان بَاشَد،
نَه تَن بَاشَد نَه جَان بَاشَد كِه مَن اَزْ جَايِ جَانَانَم
دُو دِيدَه چُون بِيرُون كَردَم عَالَمرَا
يَكِي دِيدَمْ، يَكِي دَانَم، يَكِي گُويَم، يَكِي جُويَم، يَكِي خَوانَم
كُنُون اَي شَمسِ تَبريزي چُنان مَستم در إين دنيا،
بجُز مستي در إين عالم نباشد هيچ درمانم
..........................................
"Ey müslümanlar ne çare ben kendimi bilmiyorum .................. Ben ne dünyadan, ne ukbâdan, ne Cennet'ten, ne Cehennem' den, ne Âdem'den, ne Havva'dan ne de firdevs-i âlâdanım; mekânım lâ mekân, nişânım bînişân oldu. Artık bende ne can var ne de ten; zira ben cânân otağındayım. İki gözü de (kapı) dışarı ettim; iki âlemi birden görüyorum.. gayrı Bir'i biliyor, Bir'i söylüyor, Bir'i arıyor ve Bir'i okuyorum.. ey Şems-i Tebrizî! Dünyada öyle bir mestim ki, bu âlemde mestlikten başkası bana derman olamaz."
3) Şevâhidden "cem"in duyulduğu istiğraktır ki; ilâhî sıfatların emare ve tecellî dairesinden dahi hâlî ve zevkî olarak sıyrılıp sadece ve sadece "Ehadiyet" nûrlarının şualarıyla Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın hakikatlarıyla mermuz Hz. Zât'ın tecellî-i akdesi içinde mahv u müzmahil olarak ilk kaynaktan başka hiçbir şeyi duyup hissetmeme hâlidir ki, bu hâle, kenziyetteki makama avdet ve âlem-i ıtlaka dönmek de denir. Bu "hâl" ile hâllenen ruhun çok defa vird-i zebânı:
كَانَ اللهُ وَلَمْ يَكُنْ مَعَهُ شَيْءٌ وَاْلآنَ كَمَا كَانَ "Allah vardı, O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. O, şu anda da yine öyle.."[1] ve sırdaşlarına beyanı da:
"Mekânım lâ mekân oldu,
Bu cismim cümle cân oldu;
Nazar-ı Hak ayân oldu,
Özüm mest-i likâ gördüm." (Nesimî)
şeklindedir. Herhalde varlığı kendinden olan Zât-ı Ulûhiyet'le, mevcudiyeti, O'nunla kâim bulunan diğer varlıkların vücuddan nasiplerinin ifadesi, hâl ve zevk ehli için bundan daha güzel olamazdı.
Sâlikin bu makamdaki hâlini ifade sadedinde bir güzel sözü de Abdurrahman Halis Hazretlerinden nakledelim:
مُسَلمَانَان چِه حَالَست اِين زِ كَارِ خِويش حَيرَانَم
..........................................
گَهِي دَر عِشـق شَـيدَايَم گَهِي مَجنُونِ رُسـوَايَم
گَهِي دَرَوِيشِ بِـي جَـايَم گَهِي سُـلطَانِ دَورَانَم
..........................................
كِه مَن مَستِ مَىِ عِشقَم دِگَر چِيزِي نَمِيدَانَم
زِ زُهدِ خُشكِ سَرپوشِ بَكُلِّي گَشتَه اَم فَارِغ
بِحَمدِ اللهِ وَالْمِنَّه زِ خَيلِ بَادَه نُو شَانَم
مَن اَندَر كُويِ وَحدَت مِي زَنَم لاَفِ وَحِيدرَا
چهِ بِيمَم اَزشَهِ دَورَان چِهِ بَاك اَز خِرقَه بُوشَانَم
"Ey müslümanlar bu ne hâldir? Ben kendi hâlimde şaşkınlık içindeyim. Bazen âşık-ı şeydâyım, bazen de bir mecnûn-u rüsvâyım, bazen mekânsız bir fakir, bazen de zamanın sultanıyım. ......................... Zira ben aşk şarabının sarhoşuyum; başka bir şey de bilmiyorum. Ben kuru zühd külahına boş vermiş biriyim. Cenâb-ı Hakk'a hamd ve minnet olsun ki, ben (aşk yolunda) bâde içenlerdenim. Ben vahdet köyünde O Biriciğin sözünü söylüyorum; zaman şâhından endişem ve hırka giyenlerden de korkum yoktur."
Hâle mağlubiyetle söylenmiş ve Kitâb'a, Sünnet'e muhalif bir kısım beyanları bilhassa tayyettim. O hâl ile serfiraz hak dostlarının öyle düşünmemeleri kendi özleriyle zıtlaşma, makam-ı farkta bu kabîl düşüncelerin ifadesi de dalâlettir. Hele, onları taklîden avam halkın bu kabîl beyanlarda bulunması apaçık bir ilhaddır.
اَللَّهُمَّ يَا هَادِيَ الْمُضِلِّينَ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى أَشْرَفِ خَلْقِ اللهِ مُحَمَّدٍ وَعَلَى الِهِ وَصَحْبِهِ الْمُهْتَدِينَ امِينَ يَا مُعِينُ.
Sızıntı, Haziran 1996, Cilt 18, Sayı 209
[1] Buhârî, tevhid 1; Müsned 4/431; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr 18/204
- tarihinde hazırlandı.