Cennet ve Cehennem’e inanmanın insan hayatına yansımaları
Soru: Cennet ve Cehennem’e inanmanın insan hayatına yansıması nasıl olmaktadır?
Allah’ın kitabı Kur’ân ve onun izah ve şerhi olan Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurlu beyanları, insanlara bir kısım teklif ve emirlerde bulunurken, aynı zamanda dengeyi koruyagelmişlerdir. Evet, Allah’ın (celle celâluhu) emirlerinde her zaman bir muvazene ve denge mevcuttur. Bazı kimselerin zannettikleri gibi dinin emirleri ve yasakları, sadece Cennet arzusuyla insanları coşturmak için değil, aynı zamanda nefisleri altında kalıp ezilen insanlara, bütün dehşet ve ürperticiliğiyle Cehennem’i göstermek içindir de. Kur’ân, emirlerinde, hem dünyevî hem de uhrevî mükâfat ve mücazat vaat eder.
Evet, doğru yolda çalışanlara dünyada mükâfat verildiği gibi ahirette de verilecektir. Dünyadaki mükâfat, mükâfatların en büyüğü ve uhrevî bütün saadetlerin kaynağı olan imandır. Şöyle ki, insan, iman yolunda azmeder, dişini sıkar ve araştırırsa, Cenâb-ı Hak da onun içinde sönmeyen bir çıra yakar ve ilelebet bu ışık kaynağı yanar durur da, insan artık karanlık nedir bilmez; bilmez de hep aydınlıkta yürür ve hep aydınlıklara doğru yol alır. İşte bu husus, Allah’ın insana dünyada en büyük ihsanıdır.
O’nun dünyada bir başka büyük ihsanı da insanın günde beş defa Allah ile olan ahd ü peymânını yenileme vazifesi sayılan namazı eda etmesidir. Eğer bir insan, imanını beş vakit namazla takviye ediyorsa, Cenâb-ı Hak böyle birine en büyük ihsanda bulunmuş demektir. Cenâb-ı Hakk’ın insana büyük ihsanlarından biri de, imanın zevk-i ruhanisinin insan vicdanında kendisini hissettirmesi, Cennet’e gitmeden Cennet’i yaşıyor gibi yaşaması ve bir mânevî tûba-i Cennet çekirdeği olan imanı vicdanında duyup yaşamasıdır. İşte böyle biri öldüğü zaman bir çekirdek gibi toprağa düşer, ötede bin bir tûbâ-i Cennet şeklinde ortaya çıkar. Bu, Allah’ın insana ahirette büyük ihsanlarından biridir.
Cenâb-ı Hakk’ın, insanlara karşı gazabının ifadesi olan cezaları da böyledir. Cezaların da nüveleri dünyevîdir. –Hafizanallah– bir insan, gözünü yummuş körler gibi yaşıyorsa, Allah’ın açık seçik âyetlerini görmüyor, onlara hep arka çevirip gidiyor ve hidayet yoluna karşı gözünü-kulağını kapatıyorsa; dahası dalâlet yolunu gördüğü zaman da süzülüp içine giriyorsa, bu insan kendisine bahşedilen ilâhî imkân ve atâyâyı hep suistimal ediyor demektir.
Böyle birinin küfre düşmesi de kaçınılmazdır. Küfre düşünce de bütün âfâk onun nazarında zavallıdır. Bu insan kendini hep karadelikler ağında görür. Yer yer kabir bütün dehşetiyle onun karşısına dikilir, berzah ürperticiliği ile onu sarsar ve tatlı hayat onun nazarında zindan olur. Ona göre ahiret zaten yoktur. Bu itibarla da hep vicdan azabı çeker ve vicdanında şeytanın tutuşturup üflediği ümit kırıcı şeyleri, ye’si unutmak ve görmemek için çoğu zaman kendisini eğlencelere, süflî zevklere verir; verir de deniz suyuyla susuzluğunu gidermeye çalışan biri gibi içtikçe yanar ve yandıkça içer, şehvete ve öfkeye daldıkça dalmak ister, karanlığa girdikçe girmek ister. Bunun sonunda da ürperten bir fâsit daire teşekkül eder ve –hafizanallah– bir daha da kurtulamaz o insan.
İşte bu, iman yolunda herhangi bir cehdi olmayan insana dünyada Allah’ın en büyük cezasıdır. Sonuçta, önce uhrevî zakkum-u Cehennem, daha sonra alev alev Cehennem hep buna dayalı olarak meydana gelir. Bu yüzden Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah-akşam: اَللّٰهُمَّ أَجِرْنِي مِنَ النَّارِ “Allahım! Beni Cehennem azabından koru!”[1] diye yakarmış, kendisinden dua talebinde bulunan sahabîye de: وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ وَنَجِّنَا مِنَ النَّارِ “...Allahım! Bizi Cennetine al ve Cehennem azabından koru!”[2] diye dua etmişlerdir. Biz de devamlı bu şekilde Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eder ve O’nun nezd-i ehadiyetinde kabul ümidi yaşarız.
Bu; Cennet arzusunun yanında Cehennem korkusu, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarıyla beraber gazabını da görmenin ifadesidir. Bunların ikisi de bizi ibadet ü taate sevkedici, orada sâbit tutucu ve bir bakıma müspetin câzibesi yanında menfinin de gözümüze sû-i âkıbeti göstermesiyle, müspete karşı biraz daha şevk ve iştiyak veriyor olma mahiyetindedir. Bu durum şöyle bir temsille gösterilebilir: Şöyle ki biz, bir tepenin zirvesine doğru tırmanıyoruz ve tırmanırken de yer yer başımızı kaldırıp, tepenin yamaçlarını, bağların, bahçelerin, meyveliklerin ve çimenlerin sardığını görüyoruz; görüyor ve ciddi bir arzu ve iştiyakla, bir an önce oraya çıkmayı düşünüyoruz. Bu, bizim için bir itici ve çekici husus oluyor; zirveleri gözümüzde tüttürüyor ve içimize bir kıvılcım atarak bizi hep kamçılıyor. Âdeta bize: “Buyurun.. tırmanın.. aşın bu yamaçları” diyor..!
Diğer taraftan da yer yer aşağıya bakıyor ve korkunç bir bataklık görüyoruz; öyle ki içine düşenler bir daha çıkamıyorlar.. çırpındıkça batıyor, battıkça çırpınıyorlar. İşte bu manzara karşısında biz, o yamaçları daha hızlı aşmak için biraz daha gayrete geliyor ve daha bir hızlanıyoruz. Evet, bir tarafta güzelin şevki, diğer tarafta da o fenanın içimize saldığı dehşet ve korku ile ne pahasına olursa olsun hep bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşma gayreti içine giriyoruz.. giriyor da: “Nerede ölürsek, orada kalırız.” diyoruz. O bakımdan Cennet’in bir tergîb (teşvik) mânâsı taşımasının yanında, Cehennem’in de bir terhîb (sakındırma) keyfiyetiyle bizim ibadet ü taatteki devamımızı ve kulluğumuzu tam eda etmemizi sağlama yolunda müspet bir katkısı oluyor.
İşte böyle bir durumdaki insan her zaman, “Aman yâ Rabbi! Sen bizi muhafaza buyur!” diye hep duaya koşar ve mahrumiyet korkusuyla tir tir titrer. İşte Hazreti Muhbir-i Sâdık’ın sabah-akşam bu duaları tekrar edip durmasındaki espri…
Günümüzde maalesef Cennet ve Cehennem düşüncesini hafife alan öyle gafiller var ki, bunların hepsi şeytanları sevindirseler de vicdanlara Cehennem azabı yaşatıyorlar. Böyleleri değişik ifade ve beyanlarıyla, Cennet ve Cehennem çok önemli değil demekle, Allah (celle celâluhu), Cennet ve Cehennem’in mevcudiyetine karşı tavır almalarıyla insanlığa çok büyük bir kötülük yapıyorlar.
Bir de davranışlarıyla Cennet ve Cehennem’e gerektiği gibi inanmayanlar vardır ki, bunlar her zaman âkıbetlerinden emin bir hayat sürerler. Böyleleri, endişesiz geçirdikleri ömürlerinde zâhirî hiçbir sıkıntılarının olmaması yanında, selef-i sâlihînde olduğu gibi, “Aman kalkayım da geceyi şöyle bir ihya edeyim, berzah azabından kurtulayım.” diye bir düşünceleri de yoktur. Bu da fiil ve davranışlarıyla, Cennet ve Cehennem’in mevcudiyetine karşı bir zaaf ifadesidir. Bir mânâda böyle bir tavır, inkâr kadar tehlikelidir. Sadece sözle olan inkâr düşüncesini ıslah edebilirsiniz ve onu bu düşüncesinden vaz geçirebilirsiniz, ama bu ifadelerin, düşünce ve davranışlarına aksettiği sefil ruhlar, sefaletleri içinde bütün bir ömür boyu çırpınır dururlar da kat’iyen ne Cennet ne de Cehennem düşüncesine asla yanaşmazlar. Oysaki eğer Cehennem’e gitmeyecek birisi varsa, o da Peygamberimiz’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). O bile sabah-akşam Cehennem’den korkuyor, tir tir titriyorsa, herhâlde bizim bu mevzuda durup biraz düşünmemiz gerekir.
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşadığı hayat tarzını kendisine hayat düsturu kılan büyük sahabî Hazreti Ebû Bekir’e birgün soğuk bir su ikram edilir. Suyu geri iten Sıddıkler Sıddıkı o zat hıçkıra hıçkıra ağlar ve sebebini de şu şekilde açıklar: “Resûlullah’ı bir gün sanki eliyle bir şeyi itiyormuş gibi gördüm. Sordum: ‘Ya Resûlallah! Elinle ittiğin benim göremediğim şey nedir?’ Buyurdular ki: ‘Dünya bana temessül edip kendini kabul ettirmek istedi. Ben de onu uzaklaştırmak istedim.’”[3] Bu hâdiseyi anlattıktan sonra da hıçkırıklara boğulmuştu o derin muhasebe insanı.
Eğer nebilerden sonra birisi sorgusuz sualsiz Cennet’e girecekse o mutlaka Hazreti Ebû Bekir’dir. Şayet onun da bu mevzuda kendisini sarsan daimi bir endişesi varsa, bizim nasıl bir endişe içinde bulunmamız gerektiğini izah etmeye gerek yok sanırım. Allah yardımcımız olsun; zira, çoklarımız itibarıyla bu hakikatlerden çok uzakta bulunuyoruz.
[1] Ebû Dâvûd, edeb 100; İbn Hibbân, es-Sahîh 5/367.
[2] İbn Mâce, duâ 2; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/469.
[3] el-Bezzâr, el-Müsned 1/106, 196; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/344; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 7/343, 345.
- tarihinde hazırlandı.