“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”
Soru: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” âyetini nasıl anlamalıyız?
Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), azamet ve celâliyle Habîb-i Edîbi’ne emrettiği “Habîb-i Zîşânım! Emrolunduğun çerçeve ve daire içinde hep istikamette ol!” (Hûd sûresi, 11/112) beyanı bizim için de söz konusudur. Fakir, bundan hareketle, Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) bir lahza olsun istikametten ayrıldığı şeklindeki bir düşüncenin kalbimi ne kadar dâğidâr ettiğini/edeceğini söylemeden edemeyeceğim ve bunu O’nun o pâk şahsiyetine karşı terbiyemin gereği görmekteyim. Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğduğu günden itibaren daima istikamet içindeydi. O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) çocukken ve çocuklarla beraber oynarken bakanlar bile, O’nun başka çocuklara benzemediğini ve istikbalde büyük bir adam olacağını anlarlardı. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), çocukken bile her zaman çok ciddi meselelerle meşgul idi. O, nazarıyla yer yer semâyı tarar, oradan kalbine doğan hakikatlerle tekrar yere dönerdi. Yer yer de nazarını zeminde gezdirir, yeni yeni düşünce hüzmeleriyle kalbine döner ve kalbinde ileride öreceği dantelâ çevresinde dolaşırdı. Bütün hayatı böyle nezih ve istikamet içinde geçmiş bir insana, فَاسْتَقِمْ كَمَۤا أُمِرْتَ “Sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et.” denilirken aslında bu, Rehber-i Küll’ün şahsında, ümmetine bir hitaptı ve فَاسْتَقِيمُوا كَمَۤا أُمِرْتُمْ “Size nasıl emredilmişse öyle dosdoğru olunuz ve dosdoğru hareket ediniz.” mânâsını mutazammındı.
Bu emirden sonra O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına bakıldığında, o istikamet O’nda kemaliyle müşâhede edildiği gibi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sakalında ve şakaklarında bir kısım beyaz tüyler belirecekti. Cehennem gibi bin bir hâdise köpürüp sabrın, tevekkülün, Allah’a dayanmanın kahraman ve âbidesi o Zât’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) üzerine gelip çullansaydı, bunların hepsi erir giderdi de O, bu türden olan her hâdiseyi gülerek karşılardı. Zaten o yüce evsâfın biricik kahramanı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), evinin basılacağı gece bile kat’iyen endişeye kapılmamıştı,[1] ama O, bu âyetle alâkalı şöyle buyurmuştur: شَيَّبَتْنِي سُورَةُ هُودٍ “Hûd Sûresi’ndeki ‘Emrolunduğun gibi istikamette ol!’ âyeti benim iflâhımı kesti ve beni ihtiyarlattı.”[2] Allah (celle celâluhu), bu âyetle Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğru bir yol gösteriyor ve âdeta, “Bu doğru yolun âdâbı, erkânı, şerâiti, vecibeleri nelerse, bunları harfiyen yerine getirmek suretiyle, Allah karşısında O’nun seni görmek istediği şekli muhafaza et!” diyordu…
Tabiî bütün bunlar âyet-i kerimeyi kendine nâzil olmuş gibi anlamaya, onu engin şekilde duymaya ve idrak etmeye bağlıdır. O temiz dimağ ve ısmarlama fetânet, Rabbimiz’in kendisinden istediği hususu o engin şuuruyla olağanüstü idrak etmişti. Kur’ân aynı şeyleri bizim için de ifade etmektedir. Bundan dolayı âyetin ifade ettiği mânâyı –mevzûun leh’in umumî olması itibariyle– sanki bize diyormuş gibi anlamalı ve bu anlamda onu vâhid-i kıyasî kabul etmeliyiz. Etsek bile acaba bu mesele saçlarımızda bir ak tüy meydana getirir mi? Bir geceliğine olsun uykularımızı kaçırır mı? Bir kerecik olsun yemekten iştahımızı keser mi? Selef-i sâlihîn arasında olduğu gibi bir defaya mahsus olsun, ahiret endişesi ile ayaklarımızı titretir mi..?
Bir keresinde Huzur-u Risalet-penahide bir âyet okunmuş ve Ensar’dan bir genç yere yıkılmıştı. Genç yere yığıldıktan biraz sonra vefat etmiş, sonra da Aleyhissalâtü vesselâm şöyle buyurmuştu: “Arkadaşınızı teçhiz edin. Allah korkusu onun yüreğini çatlattı.”[3] Aslına bakılırsa bizler de aynı hususlarla memur bulunuyoruz ve zannediyorum o zaman hayatımızı, kalbimizi ve letâifimizi yokladığımızda istikamet içinde olup olmadığımızı anlayacağız.
İstikametin kahramanları başta Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sonra da O’nun sâdık yârânları olan ashabıdır. Çünkü Efendimiz bir yerde insanların bazısının ehl-i hidayet ve saadet, diğer bazısının da ehl-i dalâlet olduğunu beyan buyurduktan sonra ashabın, hidayet zümresinin kim olduğunu sorması üzerine, doğru yolu tarif adına şöyle buyurmuşlardır: مَا اَنَا عَلَيْهِ وَ اَصْحَابِي “Ben ve ashabımın üzerinde olduğu yolda yürüyenlerdir.”[4]
Efendimiz, bu sözleriyle kurtulacak olan zümreyi belirlemiş oluyordu. Yani istikamet, Efendimiz ve sahabe-i kiramın hayat tarzını bilmekten ve yaşamaktan geçer. Binaenaleyh günümüzde meseleyi sokakta halletmeyi düşünen bir kısım cahiller, gökteki meleklerin dahi hâllerine imrendiği bir cemaat hakkında, “Nereden çıkardılar bu ashabı?” demek suretiyle, istihfafkâr ifadelerle âkıbetlerini tehlikeye attıkları gibi baş aşağı Cehennem’e doğru gittiklerinin de farkında değiller. Allah Resûlü’nün takdir ettiği bir cemaat hakkında nâsezâ, nâbecâ sözler sarf eden bu zavallı gafil ve nâdânlar, gökteki meleklere küfretmekten daha büyük bir günah işlediklerini derkedemiyorlar. Bedir Ashabı, o kadar âl-i şân idiler ki, bu her türlü takdirin üstündeydi. Hatta bir gün de Cebrail (aleyhisselâm) inip Ona şöyle demişti: “Yâ Muhammed! Nasıl siz Bedir’e iştirak edenleri aziz tutuyorsunuz, bugün biz de Bedir Ashabı’nın durumunu alkışlamak için yere inen melekler olarak Ashab-ı Bedir’i gökte aziz tutuyoruz.”[5] Melek dahi sırf o vak’aya iştirak ettiğinden, yani Seyyidinâ Hazreti Hamza’nın, Hazreti Ali’nin ve Hazreti Mus’ab İbn Umeyr’in (radıyallâhu anhüm ecmaîn) arkasında bulunduğundan dolayı, gökte Ashab-ı Bedir diye iltifata mazhar oluyorlardı.
Netice olarak diyebiliriz ki, istikametin ölçüsü Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ve ashabının yoludur. Kim hayatıyla Devr-i Risalet-penahi’ye yaklaşıyor ve yanaşıyorsa o, o nisbette Allah’a ve Resûlullah’a yakın demektir. Kim de Aleyhissalâtü vesselâm’ın ve ashabının hayatından uzaklaşıyorsa o da o nisbette Allah’tan ve Resûlullah’tan uzak demektir. Âhir zamanda bu ümmete can getirecek, dizine derman olacak, kalbine kuvvet verecek insanlar, Efendimiz’e ve ashabına benzeyen insanlar olacaktır. Onlar, yeri geldiğinde yurt ve yuvalarını Allah için terk edecek, –Sefiller’de olduğu gibi– adım adım takip edildikleri hâlde hak ve hakikate bağlılıklarından ve hak nâmına kadirşinaslıklarından ötürü –Allah’ın tevfik ve inayetiyle– hizmette fütûr göstermeyecek, evlerini terk edip hizmet için diyar diyar dolaşacak, hakikate susamış aç sinelere ilhamlarını boşaltmak için hakaretler görecek ve sû-i edeplere maruz kalacaklardır. Fakat yoldan, İslâm davasından ve bu davanın erkânından asla vazgeçmeyeceklerdir. Yâr u ağyâr bunu istese de istemese de, Allah’ın tevfikiyle, bunun emareleri çoktan zuhûr etmiştir. Başında Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) olduğu bu işin tohumları çoktan ihlâslı ellerle atılmıştır. Elverir ki, hem fert hem de topluluk olarak herkes emrolunduğu gibi dosdoğru olsun. Hatta bazen, bazı doğru hareketlerinden dahi yer yer kuşkuya kapılsın ve “Acaba Rabbimi hoşnut edebildim mi?” mülâhazasıyla tir tir titresin…
İstikamet erbabından Allah (celle celâluhu) ebediyen razı olsun…
[1] Bkz.: İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye 3/177
[2] Tirmizî, tefsir (56) 6; Münâvî, Feyzü’l-kadir 4/169.
[3] Hâkim, el-Müstedrek 2/536; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 2-253,298.
[4] Tirmizî, îmân 18; Ebû Dâvûd, sünnet 1; İbn Mâce, fiten 17.
[5] Buhârî, meğâzî 11.
- tarihinde hazırlandı.