İki farklı Mevlâna
Soru: Mevlâna’yı hem Müslümanlar hem de kâfirler seviyor. Bunun sebebi nedir?
Hazreti Mevlâna gibi büyük bir insanı, eğer idraki varsa, kâfir de, mü’min de, cin de, şeytan da sever. Ne var ki benim, kâfirlerden, münafıklardan, din ve diyanet düşmanlarından onu sevenlerin bu sevgilerinde samimi olduklarında şüphem var.
Mevlâna, İslâm’ın ruhundaki mücerret hakikatleri çok mâkul misalleri ve ikna edici üslubuyla herkesin rahatlıkla anlayabileceği bir vuzuh içinde ortaya koyar. Evet o, bu sahada müstesna kimselerden biridir. Mevlâna gibi kimseler Türklüğü, Acemliği, Araplığı... aşkın evrensel bir üslûp kullanmışlardır.
Mevlâna’nın Türkçeyi iyi bilip bilmediği konusunda net bir bilgimiz yok ama o, bütün eserlerini Farsça yazmıştır. Bu dile çok âşinâ ve edebiyatına da fevkalâde vâkıf olduğunu dilciler söylüyorlar. Hatta Goethe, İran’da çeşitli devirlerde büyük edipler yetiştiğini ama İran’ın bunlardan bir kaçını edip saydıklarını ve diğerlerini attıklarını söyler ki, tutulanlar arasında Firdevsî, Nizâmî, Sa’dî, Hâfız Şirâzî… gibi şahıslar ve tabiî bunların başında da Mevlâna vardır Goethe’ye göre. O, bu şairlerin edebiyattaki büyüklüklerini ifade ederken de, “Onların attıkları arasında öyleleri vardır ki, ben onların yanında kendime şair demeye utanırım.” der.
Mevlâna hem edebî yönü, hem tasavvufî cephesi, hem de tefekkür ufku itibariyle fevkalâde bir zattır. Onun, bu derinliği sayesinde tesir sahası da çok geniş olmuştur. Mevlâna nazarını çok ilerilere tevcih etmiş ve baktığı ufka sözünü ulaştırabilmiştir. O, ayağıyla nazarı (görüşü) bir araya gelmiş nadide büyüklerden birisidir. Hindistan’a, on dokuzuncu asrın sonunda mânevî bir hayat üfleyen Muhammed İkbal, onun tesirinde bir insandır. Muhammed İkbal’e Pakistan’ın mânevî kurucusu derler. O, Mevlâna’nın Mesnevî, Fîhi Mâ Fîh ve Dîvân-ı Kebîr gibi eserlerini okumuş ve Zebur-u Acem, Esrâr-ı Hodî, Rumûz-u Bi-hodî, Câvidnâme gibi eserlerini tamamen onun ilhamlarına bağlı ortaya koymuştur.
Ama ne acıdır ki günümüzde her şeyin tahrip edilmesi ve her sözün değişik bir istikamete çekilmesi gibi Hazreti Mevlâna’nın bazı sözleri ve kitapları da onun düşünce ve anlayışının aksine kullanılmak istenmiştir ve istenmektedir. Dolayısıyla da bugün iki çeşit Mevlâna var gibidir: Biri, Allah’ın makbul kulu, velîlerin sevdiği, fukahanın kendisine saygı duyduğu, kendi sahasında devrine göre bir tecdit yapmış Mevlâna; diğeri ise müsteşriklerin yorumları içindeki Mevlâna. Bu ikincilerin yorumlarındaki mistik ve yogi tipindeki Mevlâna’yı, bizim bildiğimiz ve yer yer kendisinden yararlandığımız Mevlâna’yla karıştırmamak lâzımdır.
Onların yorumundaki Mevlâna, kendi kendine bir prototip; Nebi ile irtibatı olmayan ve metafizik derinlikleri bulunan bir filozof, bir mistik ve uzak doğu dinlerinde olduğu gibi ruha kendi gücünü kazandırma peşinde koşan bir vücûdî veya mevcûdî idi. Bu müsteşrikler, Allah’ı hiç kabul etmeyen Nietzsche ile Mevlâna’yı, Kant ile İslâm feylosofu İmam Gazzâlî’yi bir tuttukları gibi Aristoteles’i de birçok İslâm velîsinin üstünde kabul ediyorlardı ve Neoplatonizm’i Müslümanlıkla aynı tutuyor, hatta daha da fâik buluyorlardı.
Biz Hazreti Mevlâna’yı bir ibadet adamı, bir muhabbet ve gönül insanı, Allah aşkının mecnûnu, meczûbu ve meftûnu olarak görüyoruz; onlarsa o hazreti, yukarıda resmedildiği şekilde görüp göstermek istiyorlar. Tabiî müsteşriklerin bu farklı yorumlarına bakarak bazı kimseler de Mevlâna hakkında ileri geri konuşuyorlar ki, böyleleri de ayrı bir gafletin kurbanıdırlar.
Bütün bunları da dikkate alarak, “Mevlâna, herkes tarafından sevilmeli; kâfir de, mü’min de sevmeli onu.” diyebiliriz. Ancak karşımıza iki Mevlâna anlayışı çıkıyor ki bu durumda hangi Mevlâna’dan yana olduğumuzu, olacağımızı çok iyi belirlememiz lâzım.
- tarihinde hazırlandı.