Osmanlılar ve Müslümanlık
Soru: “Osmanlılar hiçbir zaman Müslümanlığı gâye edinmemişlerdir. Onu yalnızca devletin genişlemesi için âlet etmişlerdir.” deniyor. Bu konuda ne diyebiliriz? Bir de “Türkler Müslümanlığı niçin kabul etmişlerdir?” diye soruluyor.
Osmanlılar için bundan daha kötüsü, hatta akla hayale gelmedik iddialar ortaya atılmıştır. Son Osmanlı şeyhülislâmlarından ilmiyle çok güçlü bir zat vardır: Mustafa Sabri Bey. O, Mevkıfü’l-akl ve’l-ilm ve’l-âlem min Rabbilâlemîn adlı kitabında, “Beşer tarihinde bizim şu milletimiz kadar kendi âbâ u ecdâdına düşman ikinci bir millet gösteremezsiniz. Her milletin sonradan gelenleri, önce gelmiş geçmiş seleflerini, ister ilim adamı, ister içtimâiyatçı, isterse bir velî olsun alkışlamış ve tebrik etmiştir.” der. Ona göre bu bizim milletimizin şimdilerdeki hastalığıdır. Mesela, Batlamyus’un kozmoğrafyaya dair yazdıklarını yanlış kabul etmekle beraber Kopernik onu alkışlamış ve onun, kendi devrinde ancak bu kadar bilebileceğini söylemiştir. Kopernik’ten sonra da Galile gelmiş, o da Kopernik’in eksiklerini ortaya koymuş, koymuştur ama, onu alkışlamaktan da geri durmamıştır. Daha sonra gelen Einstein ise her ikisinin gayretlerini alkışlamış fakat kendisi daha başka fâikiyetler sergilemiştir.
Menşei Hindistan olan sıfır (0), sekiz asır evvel Anadolu’daki Müslümanların elinden geçerek Batı’ya ulaşmıştı. Aslında Avrupa’nın kullandığı rakamlarla matematikte ilerlemek mümkün değildi. Evet, Anadolu Müslümanı çok hususta Batı’ya ışık tutmuştu. Ama bunu kendi geçmişini inkâr edenler bilmezler ki!
Birçok noktada nankörlük yapan Avrupalılar sıfırı kullanma meselesinde hakkı teslim edip onu ilk kullananlara minnettarlıklarını ifade etmişlerdir. Aslında sıfır olmasaydı hiçbir mesele halledilemez ve fezaya da gidilemezdi. Bizim müstağripler böyle düşünmeseler de bu böyledir.
Kendi devrine göre çok ileri şeyler söyleyen İmam Gazzâlî Hazretleri 1058’de dünyaya teşrif etmişti. Bin sene önce kendi devrinin kültürüne göre astronomi, tıp, hendese... gibi ilimlere ait hususlarda söz söylemişti. Vâkıa, söylediklerinin içinde günümüzün anlayışına göre yanlış olan hususlar da eksik değildi. Ama bu kat’iyen bir eksiklik sayılmazdı. Zira o, kendi çağının insanıydı. Gibb, insanlık âleminde kendi devrinin kültürünü böylesine iyi bilen ve kendisinden sonrakilere intikal ettiren Gazzâlî gibi ikinci bir adam tanımadığını söyler. Bunun gibi Fahreddin Râzî de devrine göre çok ileride ilim adamlarımızdandır. Yazdığı kitaplar üst üste yığılsa insan hayret etmekten kendini alamaz ve “Bunların yazılmasına imkân yok.” der. Hesap edilince, çocukluk dâhil, hayatının her gününe on beş-yirmi sayfa yazı düşmektedir. Bu kati’yen basit bir şey değildir. Ayrıca, onun yazdıkları birer araştırma ve tenkit eseridir. Bunlar ve daha niceleri kendi devirlerinin kültür seviyesini çok aşmış insanlardır.
Bizdeki bu geçmişe düşmanlık hususunu tam gösterebilmek için daha pek çok örnek vermek mümkündür ama, biz biraz da Osmanlı düşmanlığı üzerinde durmak istiyoruz. Mesela, Osmanlıların fabrika bacası yapmak yerine niçin minare yaptıkları gibi gülünç bir iddia var ki, kat’iyen mâkul bir mahmil bulmak mümkün değildir. Bu iddia sahiplerine Kanunî devrinde nerede ve hangi ülkede fabrika bacası olduğunu sormak lâzım. Aslında konu insafla ele alınınca, Osmanlının kendi devrinin beyi, paşası ve ağası olduğunu onlar da anlayacaklardır. Osmanlı, devrinde dünyanın ekonomisine tam hâkimdi. Sözü o söylüyor, iktisadî dengeyi o elinde tutuyordu. Bizim kökünü inkâr edenlerimiz kabul etmese de işin mütehassısı insaflı Batılılar bunun böyle olduğunu itiraf ediyorlar.
Avrupa’da bazı gazetelerin yazdığı şeyler, bizde, atalarımıza karşı olduğu gibi kabul edilmiştir. Mesela, Fransızlar Sultan Abdülhamit için, Kızıl Sultan (Le sultan rouge) demiş ve bizim gazeteler de hemen bunu büyük başlıklarla neşretmişlerdi. Bizde bugün âbâ u ecdâdımıza sövmelerin hemen hepsi Avrupa’dan ithal edilmiş gibidir. Keşke bu millet de en azından Avrupalının kendi ecdâdına saygılı olduğu kadar kendi ecdâdına saygılı olabilseydi...
Müslümanlığı istismar mevzuuna gelince, Osmanlı Osmanlıyken Müslüman olmamıştı ki, Müslümanlığı istismar etsin. O, Anadolu’ya Müslüman olarak gelmiştir ve geldiğinde de Müslüman’dır. Bu itibarla da Osmanlıların Müslümanlığı istismar ettiği asla düşünelemez. Çünkü onlar kuvvetli iken de, zayıf iken de Müslümanlığa sımsıkı sarılmışlardır. Bunu gösteren binlerce tarihî vesika vardır.
Tuğrul Bey, Abbasi Devleti’nin başındaki halife el-Kâim, hilâfetin şahs-ı mânevîsini muhafaza ve müdafaa edemeyecek hâle gelince onu korumaya aldığında bunun kat’iyen Müslümanlığı istismarla alâkası yoktur. O, bir senede bin çadır birden Müslüman olmuş ve Müslümanların idaresine girmiş bir altın neslin başında bulunuyordu. İsmail Hami Danişmend, Türklerin nasıl ve neden Müslüman olduklarını genişçe anlatır.[1]
Tuğrul Bey, halife el-Kâim’in huzuruna edeple girmişti ki; o, İslâm’ın izzetini koruyan bir kumandan olarak buna hiç de mecbur değildi. Ama o kendine yaraşır bir ciddiyet içinde bu vazifeyi deruhte etmişti; etmişti çünkü karşısındaki zatta Efendimiz’in cübbesi ve sarığı vardı. Bundan dolayı da Halifeyi makamında ziyaret ederken belini kırarak, boynunu bükerek onun huzuruna girmişti; girmiş ve Efendimiz’e ait bir emanetin müdafaası hususunda kendisine düşen vazife varsa onları yerine getirmeye hazır olduğunu söylemişti. Halife şahsen yine el-Kâim’di ama, hilâfeti muhafaza eden, onun bayraktarı ve kumandanı Tuğrul Bey’di. Osmanlı’nın baş tacı ettiği husus da aynı husustu.
Evet, Osman Gazi de bir baştan bir başa Anadolu’yu katedip Söğüt civarında bir yere yerleştiğinde yine İslâm’ın bayraktarıydı. Onun Müslümanlara karşı olumsuz hiçbir tavrı ve vaziyeti olmamıştı. Anadolu’da beyler vardı, bu beyler arasında bozulma ve çözülmeler vardı. Oraya yönelmek mümkünken o, nazarını Bizans üzerine dikmişti.. ve aslında bunda öylesine müthiş jeopolitik bir felsefe vardı ki, daha sonra gelecek cihan imparatorları ve hükümdarlarının akılları buna yetmese de bu çok önemli bir tavırdı. Osman Bey, babasından aldığı vasiyet, kayınpederi ve şeyhi Edebâlî’den aldığı ders ve kendi müthiş dirayet, kiyaset ve cesaretiyle her zaman çok itinalı ve temkinli hareket ediyordu. O, karşısında zâlim ve mütecavizler olursa Müslümanların kendisiyle birleşeceğini ve böylece dış dünya karşısında güçlü olunacağını düşünüyordu. Bunun için de hedef olarak köhneleşmiş Bizans’ı seçmişti. Evet o, mü’minlere sataşmıyor, onlar arasında sürtüşme ve vuruşmaya girmiyordu.
İşte bu kadar karakterli bir insanın Müslümanlığını dünyevî mülâhazalara bağlı görmek basit bir anlayışın ifadesi olsa gerek. Daha açık söylemek gerekirse, böyle düşünmek bir kin ve garaz ifadesinden başka bir şey değildir.
Osmanlı bütün coşkunluğuyla hiçbir aileye nasip olmayacak şekilde altı asır dünyanın en uzun imparatorluğu olarak yaşamıştır.. ve bu onların hakkıydı. Zira onlar, Kur’ân’ın bayraktarlığını yapıyorlardı. Eğer içimizdeki hainler ona darbe vurmasalardı, belki cihanın çok yeri bugün huzur içinde olacaktı.
Osmanlı’ya “hasta adam” dedikleri bir dönemde Avrupa’da Allah Resûlü’nü hafife alan bir piyes oynatılmak istenmiş ve Fransa’da sahnelendirilmek istenen piyes, Osmanlı hâriciyesinin gayretleriyle oynatılmamıştı. Bazılarının “Kızıl Sultan” dedikleri Abdülhamit Cennetmekân, Fransız ve İngilizlere ültimatom vermiş, bu hasta arslanın kükreyişi Avrupa’da büyük bir sarsıntı meydana getirmiş ve bu sarsıntıyla piyes ne İngiltere’de ne de Fransa’da oynanma şansı bulamamıştır.[2]
İşte bu, Osmanlı’nın hassasiyetidir. Onlar sahabeden sonra en muallâ mevkii işgal etmiş, altı asır Allah Resûlü’nün adını bayraklaştırmışlardı. Milletler atalarıyla, âbâ u ecdâdıyla ve kökleriyle vardırlar. Yahya Kemal: “Ben kökü mazide bir âtîyim.” der ki buna göre kökü olmayanın âtîsi de yoktur.
[1] Bkz.: İsmail Hami Danişmend, Türk Irkı Neden Müslüman Oldu, s. 60-128.
[2] Bkz.: Ziyad Ebuzziya, “Sultan II. Abdülhamid’in Dini ve Milli Konulardaki Hassasiyeti: Fransa, İngiltere ve İtalya’da Oynanmasını Yasaklattığı Piyesler” Beşinci Milletlerarası Türkoloji Kongresi: Tebliğler (22/28 Eylül 1985), 2/327-368.
- tarihinde hazırlandı.