Herkes Kendi Mesuliyet ve Kaderiyle Allah'ın Huzuruna Çıkacaktır
Bir plan ve projenin gerçekleştirilebilmesi için her şeyden önce o plan ve projeye göre bir alt yapı ve zemin hazırlanması gerekmektedir. Mesela, eğer Cenab-ı Hakk'ın bize lutfettiği iman ve Kur'an nimetinden bütün dünyanın istifade etmesi düşünülüyorsa, ulûm-u diniye ile fünûn-u müspeteyi mezcedip her türlü bilim ve teknolojide kendimizi ispat ederek, hedef kitle milletler nazarında, geri kalmış ve ayakta durabilmek için başkalarına muhtaç olma imajını silmemiz ve silkinip kendimize gelmemiz zaruridir.
Evet, İslam'ın getirdiği emniyet ve saadetin gönüllerde hakim olması, biraz da Müslüman fertlerin maddî-manevî derinliklerine bağlıdır. Böyle bir derinliğin en önemli kazancı uhrevî saadettir. Allah (cc) bir yerde: 'Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış bulunan kimseye gelince, şüphesiz onun varacağı yer cennettir.' (Nâziât, 79/40-41) diyerek bu hakikati işaretler. Yani, eğer bir insan, her zaman Rabbinin huzuruna çıkıp O'na hesap verme endişesini içinde duyuyor ve dünyada her an O'nun tarafından görülüp gözetildiği duygu ve düşüncesiyle yaşıyorsa, o kişinin varacağı yer cennettir. Aslında, onun hem dünyası hem de ahireti güven altında demektir.
Kontrol Edilme Duygusuyla Yaşamalı
Bu tür ayetler, bir taraftan insana cenneti kazanma yolunu gösterip onun içine huzur salarken, diğer taraftan da onun nefsânî ve şeytânî arzularını gemleyerek onu örnek insan seviyesine yükseltmektedir. Nice kimseler vardır ki, ahirette yeniden var olmak, Cenab-ı Hakk'a kavuşmak ve O'nun cemâl-i bâ kemâlini seyretmek, onların içinde öyle bir huzur hasıl eder ki, dahası tasavvur edilemez. Böyle bir duygu ve düşünceye sahip olmayan birinin ise, uhrevî saadetten mahrum olmasının yanında dünyevî herhangi bir kazancı da söz konusu değildir. Evet, bir insanın içine Allah korkusu, muhasebe duygusu ve mesuliyet hissi yerleştiği zaman, o kimse, kendi kendini kontrol edeceğinden, sosyal hayatta zararlı bir insan olmamaya azami derecede dikkat gösterecektir. Çünkü o, her zaman kontrol edildiği şuuruyla hareket edecektir. Aksine, fertleri bu hale getirilememiş toplum içinde, uhrevî saadet duygusu gibi, dünyevî huzur hissi uyarmak da çok zor olsa gerek. Bu meselenin en realistçe çözümü nesillerin mehâfet ve mehâbet duygusuna bağlı yetiştirilmesi olmalıdır. Fertler bu ölçüde kıvama getirilmedikçe, onların hayrına düşünülen plan ve projeler de bir tasarı olarak kalacak ve hiçbir zaman pratiğe dökülemeyecektir.
Sadece gençler değil, ihtiyarlar da ancak Allah'ın huzuruna gitme ve O'nun cemalini seyretme saadetbahş mülahazalarıyla mutlu olabilirler. Böyle inançlı bir kimse, başına bin ihtiyarlık gelse, beli bükülüp saçı-başı bembeyaz olsa, ihtimal, her zaman bir genç gibi ayakta dimdik duracaktır. Evet o, 'Allah'a kavuşmak üzere girdiğim bu yolda, Mevlâ-yı Müteâl'e kavuşma vaktim yaklaştı.' diyerek duygu ve düşünceleriyle hep O'nunla beraber olmanın hazzını duyacaktır. Aksine, eğer ihtiyarlık çağına gelmiş böyle bir kişi, imanın ferahlatıcı atmosferiyle tanışamamışsa daima ölüm endişeleriyle dâğidâr olacak ve hayat her gün, onun için daha bir ızdıraplı ve yaşanmaz hale gelecek ve çekilmez olacaktır.
Tebliğ, Fert Üzerine Bina Edilmiştir
Öyleyse bize düşen vazife, genç-ihtiyar herkese, Allah'a ve ahiret gününe iman neşvesini duyurmak ve onların huzura muhtaç gönüllerini sürura garketmek olmalıdır. Zira fert, bu şekilde ele alınıp kendisine mesuliyetleri anlatıldığı, o da hayatını böyle bir mesuliyetin ağırlığı altında yaşadığı zaman -Allah'ın tevfik ve inayetiyle- her şey tabii seyri içinde yoluna girecek ve fertleri huzur ve sükun içinde olan aile ve toplum da mutlu olacaktır.
Defaatle üzerinde durulduğu gibi, gerek Kur'an-ı Kerim, gerekse Allah Rasulü (sav) irşad ve tebliği ferd üzerine bina etmişlerdir. Nitekim Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurur: 'Her nefis, kazandığına karşılık rehindir. Ancak ashâb-ı yemîn müstesnadır.' (Müddessir, 74/38-39) Yani herkes olumsuz tavırları itibariyle kendini ipotek etmiş ve kazandığı menfi şeylerle elini-kolunu bağlamış gibidir. Ancak 'ashâb-ı yemîn' yani uğurlu ve yümünlü olup ahirette amel defterini sağından alan, sağ duyulu olan kimseler böyle bir durumdan müstesnadırlar. Zira onlar, nefislerini rehin olarak vermişlerse de daha sonra iman ve amel-i sâlihle onu kurtarmışlardır.
Evet her nefis kazandığı şeyle rehindir; bundan hiç kimsenin kurtulması da söz konusu değildir. Ne atalarının şan ve şöhretleri, ne kendilerinin sahip olduğu mal ve mülk, ne de ruhî ve kalbî irtibat sağlanamamış şöyle veya böyle büyük kimselere nisbetin hiçbir yararı olmayacaktır.
'Nefsini Allah'tan satın al!'
Nitekim Nebiler Serveri (sav) bu hakikate işaret sadedinde, bir hadis-i şerifleriyle, kendi kavim ve kabilesinin şahsında bütün ümmetine şöyle seslenir: 'Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!' Evet herkes, kendi mesuliyet ve kaderiyle Allah'ın huzuruna çıkacaktır. İşte bu açıdan da yine ferdin sıhhat ve selameti çok önemlidir. Allah Rasulü (sav), bu mulahazaya bağlılık içinde daireyi gittikçe daraltarak en yakınlarına seslenir ve sözlerine şöyle devam eder:
'Ey Allah Rasulü'nün halası Safiyye! (Sen de nefsini Allah'tan satın almaya bak; zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam!' Sonra O (sav), daha bir yakını ve ciğerpâresi, gönül meyvesi olan Hz. Fatıma'ya (ra) teveccüh buyurur ve: 'Ey Muhammed'in kızı Fatıma! (Sen de nefsini Allah'tan satın al; zira) ahirette senin adına da bir şey yapamam.' diyerek daha net bir şekilde ferdî mesuliyetin önemini vurgular.
Evet herkes, kendine çeki-düzen vererek ipotek olmaktan sıyrılmaya bakacak ve Hz. Muhammed'in (sav) arkasındaki azatlılar içine girmeye çalışacaktır. Vâkıa bu önemli meselenin plan ve programınını uygulayan ve insanları 'fekk-i rihân'a (ayette ifade edilen insanların üzerindeki rehinleri çözmeye) uyaran; uyarıp onun gönüllerde hüsn-ü kabul görmesini temin ve tesis eden Rasulü Ekrem'dir (sav). Dolayısıyla da hepimiz ve herkes O'na medyundur. M. Akif Ersoy,
'Dünyâ neye sâhipse, O'nun vergisidir hep;
Medyûn O'na cem'iyyeti, medyûn O'na ferdi.
Medyûndur O Ma'sûm'a bütün bir beşeriyyet...
Yâ Rabb, mahşerde bizi bu ikrâr ile haşret.'
derken önemli bir gerçeği vurgular ve O'nun bir vesile-i necat olduğunu hatırlatır. Ancak burada, herkesin kendi hesabını verme mecburiyetinde olduğu ayrı bir husus vardır ki, dinin ruhu açısından çok önemlidir. Evet, 'Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez' (Fâtır, 35/18) ayetinin mazmununca, hiç kimse bir başkasının günahından dolayı suçlanamaz. Herkes kendisinden sorumludur. Kimse kimsenin günahıyla cehenneme girmeyeceği gibi, sevabıyla da cennete girmeyecektir. Herkes kendi mesuliyetiyle mahşerden, sırattan geçerek, Allah'ın huzuruna çıkacak ve cennete girecektir. Her ferde terettüp eden bir takım mesuliyetler vardır. Fert, ancak bu mesuliyetleri yerine getirdiğinde faziletli bir insan olabilecektir ki, yukarıda zikredilen 'Herkesin durumu kendi kazanacağına bağlıdır.' fermân-ı sübhaniyesinden de bu anlaşılmaktadır. Evet, her insan, adeta ayağına pranga vurularak bağlanmış gibidir ve ancak Allah'a inanması ve salih ameller yapmasıyla bu prangadan sıyrılabilecek ve kendi olma pâyesini elde edebilecektir.
İnsan, Emeğinin Karşılığını Alacaktır
Bu mazmun: 'İnsana sa'y ve gayretinin neticesinden başkası yoktur. Bu amelinin neticesi de ileride ortaya çıkıp görülecektir, sonra da emeğinin karşılığı kendine tastamam ödenecektir.' (Necm, 53/39-41) ayetleriyle de -yeni ifadesiyle- tam örtüşmektedir.
- tarihinde hazırlandı.