Müslüman Zengin Olamaz mı?

Kanaatimce fakirlik ve zenginlikten birini mutlak mânâda nimet ya da onun zıddı olan nikmet şeklinde değerlendirmek doğru değildir. Zira tarih boyunca fakirlerden pek çok salih kimse olduğu gibi yine zenginlerden de kendini Allah'a adamış, "Allah adamı" diyebileceğimiz pek çok insan var olmuştur. Bu sebeple diyebiliriz ki, yerine göre fakirlik yerine göre de zenginlik hayırlıdır; her iki durum da yerine göre hem nimet hem de nikmet olabilir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) fakir bir hayat yaşamıştı. Fakat O'nun yaşadığı, ızdırarî bir fakirlikten ziyade iradî bir fakirlikti. Evet, O, hususi konumu itibarıyla fakir bir hayatı tercih etmişti. İsteseydi dünya serveti hane-i saadetlerine akıp dururdu. Ancak çok iyi biliyoruz ki, mübarek hanelerine servetin aktığı zaman bile O Mukteda-yı Küll Rehber-i Ekmel Efendimiz (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), hayat-ı seniyyelerini hiç mi hiç değiştirmemişti. Mesela, Hazreti Hatice (radiyallahü anhâ) bütün servetini Efendimiz'e teslim etmişti. O da, bütün bunları Allah yolunda sarf etmişti. Nitekim bir defasında Hazreti Ömer'e, "İstemez misin ey Ömer, dünya onların, ahiret de bizim olsun?" buyurmuştu. Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi olan Hazreti Ebû Bekir'in (radiyallahü anh) Sunh'taki evi de tam bir fakirhaneydi. Zaten kendisi uzun süre mahallenin koyunlarının sütlerini sağarak geçimini sağlamıştı. Hazreti Ömer'in (radiyallahü anh) durumu da farklı değildi. Bütün Müslümanların halifesi olduğu zaman bile mâil-i inhidam/yıkılacak gibi duran bir evde oturuyordu.

Diğer taraftan fakirlik mutlaka hayırlıdır diyecek olursanız enbiya-yı izamdan çok geniş imkânlara sahip Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman (alâ nebiyyina ve aleyhimesselam); sahabe-i kiram efendilerimizden Hazreti Osman ve Hazreti Abdurrahman ibn Avf (radiyallahü anhüm ecmaîn) ve evliyaullahtan Şah-ı Geylânî (kuddise sirruh) gibi zatları değerlendirmeye almamış olursunuz. Yine tarih boyunca pek çok hayr u hasenatta bulunmuş, camiler, külliyeler, bedestenler yaptırmış Osmanlı padişahlarını ve mesela cömert ve fedakâr hanımlardan, Mekke-i Mükerreme'den Arafat'a kadar su yolları inşa eden Harun Reşid'in eşi Zübeyde Hatun'u görmemiş olursunuz. Daha bunlar gibi fani şeyleri bakîleştiren, birleri bin yapan, Hakk'ın kendilerine ihsan ettiği imkânları kullarının istifadesi için kullanan sayılamayacak kadar insan vardır. Dolayısıyla bu kadar insan ve onların yaptığı bu kadar güzel işler görmezden gelinirse mesele sağlıklı bir şekilde değerlendirilemiyor demektir. Ne var ki, bütün bunlara rağmen, bazı inananlar arasında bile -maalesef- fakirliğin zenginlikten hayırlı olduğu, malın-mülkün insanı sırat-ı müstakimden çıkarma ihtimalinin çok güçlü bulunduğu şeklinde yaygın diyebileceğimiz bir kanaatin oluştuğu da bir vakıadır. Hâlbuki dine bir bütün olarak bakıldığında, onun emir ve yasakları küllî bir nazarla tahlile tabi tutulduğunda, serveti kaldırıp atma, mutlak mânâda fakirliğe sahip çıkma düşüncesinin doğru olmadığı anlaşılacaktır.

"Bundan Sonra Yaptıkları Osman'a Zarar Vermez"

Şimdi isterseniz söylediğimiz bu mücerred hususları müşahhas bazı misallerle izah etmeye çalışalım. Yukarıda da ifade edildiği gibi Hulefa-i Raşidîn efendilerimizden olan Hazreti Osman (radiyallahü anh) çok geniş imkânlara sahip bir insandı. Tabiî aynı zamanda baş döndüren bir semahat ve cömertliğin de kahramanıydı. Öyle ki, i'lâ-yı kelimetullah yolunda maddî desteğe ihtiyaç duyulduğu bir zaman diliminde Hazreti Osman üç yüz-beş yüz deveyi, hem de yüküyle beraber birden tasadduk ediyordu. O günkü toplumun imkânları ve zenginlik limiti açısından meseleye bakacak olursanız bunun günümüzde üç yüz-beş yüz Mercedes bağışlama gibi bir değere mukabil geldiğini görürsünüz. Zannediyorum günümüzde semahat sahibi birisi Hazreti Osman'ın (radiyallahü anh) Allah yolunda infak ettiği miktarın yüzde birini bağışlayacak olsa onu takdir u tebcillerle yâd eder, bu cömertliği herkese duyururuz. İhtimal o zat da, reca duygusuyla "ümit ederim beni de sahabe-i kiramla beraber Cennet'e korlar" diye düşünmeye başlar. Bu mülahaza karşısında o zata "hakkın yok" da diyemezsiniz, çünkü Allah'ın rahmeti çok geniştir. Umulur ki, Hazreti Osman'ın yolunda giden, onun cömertlik ve civanmertliğini örnek alan böyle bir insanı Cenab-ı Hakk onunla beraber haşredip onunla beraber cennetiyle serfiraz kılar. İşte Allah Resûlü'nün üçüncü halifesi Hazreti Osman, Allah yolunda bu ölçüde infakta bulunmuş ve bundan dolayı Efendiler Efendisi'nin (aleyhi ekmelüttehâyâ), "Bundan sonra yaptıkları artık Osman'a zarar vermez." şeklindeki o çok büyük müjdesine nâil olmuştu. Evet, imkânları ve bu imkânlarını Hak yolunda kullanmış olması onu âlâ-yı illiyyîne yükseltivermişti. Demek ki servet, Allah yolunda kullanılınca insanı alıp cennete ulaştıran nurdan bir helezona dönüşmektedir.

Kazanma Kuşağında Kaybedenler de Var

Diğer taraftan, Kur'an-ı Kerim'in, zıt kutupta bize göstermiş olduğu başka bir örnek var: Kârun. Cenab-ı Hakk, Hazreti Musa'nın (aleyhisselam) kavminden olan Kârun'a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun zorla taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o bu serveti kendi becerisiyle kazandığını iddia etmişti. Hakk'ın kendisine yaptığı iyilik ve ihsanlara bir şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde, iyiliğin arkasındaki iyilik sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına salıvermiş ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh-fahûr yaşamaya ve ifsada başlamıştı. Tabiî Cenab-ı Allah da yaptıklarının karşılığı olarak onu bütün varlığıyla beraber yerle bir etmişti. Böylece Kârun, ülü'l-azm bir peygambere yakınlığın hakkını veremeyip kazanma kuşağında kaybeden ibret vesilesi, talihsiz bir servet sahibi olarak tarih defterinin yaprakları arasında yerini almıştı.

Özetle

  • Zenginlik veya fakirlik tek başına hayır veya şer olarak değerlendirilmemeli, insanların onu nasıl kullandığına bakılmalı. Efendimiz, iradesiyle fakirliği tercih etmiş, eline geçen her şeyi Allah yolunda infak etmiştir.
  • Umulur ki, günümüzde Hazreti Osman'ın yolunda giden, onun cömertlik ve civanmertliğini örnek alan bir insanı Cenab-ı Hakk onunla beraber haşredip onunla beraber cennetiyle serfiraz kılar.
  • Kârun ise, ülü'l-azm bir peygambere yakınlığın hakkını veremeyip kazanma kuşağında kaybeden ibret vesilesi, talihsiz bir servet sahibi olarak tarih defterinin yaprakları arasında yerini almıştır.

"Ben de Kayabilirim!"

Kayıp gitme ile kaymayıp yerinde kalma arasında çok ince bir perde vardır. Bu sebeple, kayıp gidene "Niçin kayıp gitti?", yerinde kalana ise "Nasıl yerinde kaldı?" diye hayretle bakılmalıdır.

Çünkü yerinde sabit kadem kalma âciz insanoğlunun elinde olmadığı gibi, kayıp gitme de onun elinde değildir. Görüldüğü üzere insan, yanlış bir bakış açısı ve mülâhazalardaki az bir inhirafla dengeyi koruyamayabiliyor; koruyamıyor ve hafizanallah gümbür gümbür devrilip gidiyor.

Bu noktada A'râf Sûresi'ndeki bir âyet-i kerimede kendisinden bahsedildiği rivayet edilen Bel'am b. Baura adlı şahsın feci âkıbetini hatırlayabiliriz. Söz konusu âyet-i kerimede meâlen Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlara, kendisine âyetlerimizi verip duyurduğumuz densizin kıssasını da anlat; anlat ki o, sahip olduğu bilgisine rağmen, sıyrılıp (tekvînî veya tenzîlî) âyetleri (idrak çerçevesinin) dışına çıktı. Derken şeytan onu kendine uydurup kendine benzetti; o da onun arkasına takıldı ve azgınlardan biri oldu." Rivayetlere göre bu kişi, kurb-i ilâhiye giden yollar hakkında malumat sahibiydi ve ism-i azamı biliyordu. Fakat işte bu konumdaki bir insan bir yerde devrilip gitmiştir.

Bundan dolayı Sahib-i Şeriat: "Ey bizim kerîm Rabb'imiz, bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhab Sensin Sen!" (Âl-i İmrân Sûresi, 3/9) duasını dilinden hiç düşürmemiştir. Zira âkıbet endişesi taşımayanların âkıbetinden endişe edilir. Evet, "ben de kayabilirim!" endişesini taşımayan bir kimse -hafizanallah- her an kayıp gidecek tehlikeli bir zeminde bulunuyor demektir. Çünkü görüldüğü üzere Ebû Le-heb'in düştüğü yerde Hz. Hamza, Hz. Abbas sürpriz bir kurtuluşla sıçrayıp felaha ermişlerdir. Baktığımızda aynı aile fertlerinden birisi Efendimiz'in yanında yer alırken diğeri onun karşısında saf tutmuştur.

O zaman anlıyoruz ki, küfürle iman arasında çok ince, kıl gibi bir mesafe vardır. İnsan âdeta burada ipin üzerinde geziyor gibidir. Bundan dolayı insan, meyelân-ı şerrin kökünü kesip meyelân-ı hayra kuvvet vermek için sürekli dua etmeli, Allah'a sığınıp istiğfarı dilinden hiç düşürmemelidir. Cenâb-ı Hak hepimizi düşmekten, kayıp gitmekten muhafaza buyursun!

Haftanın Duası:

Ey Rabb'imiz! Dualarımızı kabul buyur ve ümitlerimizi boşa çıkarma. Senden kusurlarımızı setretmeni.. günahlarımızı yarlığayıp bizi mağfiret buyurmanı.. ihlasa erdirdiğin has kullarına bulunduğun gibi bize de lütufta bulunmanı.. bize -malın mülkün bir fayda vermediği o günde işimize yarayacak ve Senin hoşlanmadığın kirli duygulardan arınmış- bir kalb-i selîm, her zaman sadece doğruyu söyleyen nezih bir lisan ve bizi Senin sevgine ve Seni sevenlerin sevgisine yaklaştıracak makbûl ameller nasib etmeni dileniyoruz.

Sözün Özü:

Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), yeryüzünde gelip geçmiş ve bundan sonra da gelecek insanlar içinde falso görmeyen ve fiyasko yaşamayan yegâne insandır. Çünkü Allah (celle celalühü), insanlığa insan-ı kâmil' olma yolunu açan İnsanlığın İftihar Tablosu için, 'insan-ı ekmel' olmaya mani olabilecek hâdiseleri daha tasarıda iken bertaraf etmiş, O'nu hep hayra yönlendirmiş ve O da hep 'insan-ı ekmel' olma keyfiyetini sergilemiştir. Eğer böyle olmasaydı, O'nun açmış olduğu bu kutlu yolda, kemale giden ümmeti birtakım arızalar yaşardı.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.