O, İnsanlığın Efendisi’ydi
Allah Resûlü, zahidlerin en zahidiydi. O’ndaki verâ, yani kaba manasıyla şüpheli şeylerden kaçınma, -o seviyede olmak şartıyla- ikinci bir insanda yoktu. O, bütün tavır ve hareketlerini, bu çizgiye göre ayarlamıştı. Allah’tan öyle korkardı ki, sanki kalbi duracak gibi olurdu... O kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki; gözyaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı. O, coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi.
Hz. Ömer (radıyallâhuanh), bir gün Allah Resûlü’nün huzuruna girdi. Efendimiz yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına, hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (radıyallâhuanh), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü, niçin ağladığını sorunca da Ömer (radıyallâhuanh): “Yâ Resûlallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı.” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer’e (radıyallâhuanh) şu karşılıkta bulunur: “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun.” Evet, O, asla dünyaya meyletmedi ve O, hiçbir zaman inhirafa yelken açmadı...
“Akşam yatmış, fakat sabaha kadar dönüp durmuş, bir türlü uyuyamamıştı. Sağına dönüyor, soluna dönüyor, “uf”layıp duruyordu. Sabah, hanımı sordu: “Yâ Resûlallah, bu gece rahatsız mıydınız? Çok ızdırap çektiniz.” Ve Allah Resûlü’nün cevabı şu oldu: Yatağımı hazırlarken, yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, bizim evde sadaka ve zekât hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan ise! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ızdırabıyla sağa sola dönüp durdum. Bir türlü gözüme uyku girmedi.” Ruhu ve iradesi her zaman nezihti, tertemizdi, öyle yaşadı ve Refîk-i A’lâ’ya da öyle yükseldi.
- Allah Resûlü'ne dünya defalarca temessül etmiş, kendini kabul ettirmek istemişti de O, her defasında elinin tersiyle onu itmişti.
- Allah Resûlü O kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki; gözyaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı.
- Efendimizin günlerce ağzına bir tek lokma koymadığı çok olurdu. Zaten hayatı boyunca, arpa ekmeğiyle dahi, karnını bir kere doyurduğu vâki değildir.
Nazar-ı ilâhî karşısında Efendimiz
Abdullah b. Mesud anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü bana, “Kur’an oku da dinleyeyim.” dedi. Ben de, “Yâ Resûlallah! Kur’an Sana nazil olup dururken, ben sana nasıl Kur’an okurum!” dedim. “Ben başkasından dinlemeyi severim.” buyurdular. Bunun üzerine Nisâ Sûresi’nin başından okumaya başladım ve:
“Her ümmetten bir şahit, Seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman onların hali nice olur.” ayetine gelmiştim ki “Yeter, yeter!” dediler. Döndüm baktım, Allah Resûlü ağlıyor ve gözyaşları çağlıyordu. Kalbi çatlayacak gibi olmuş ve dayanamama kertesine ulaşmıştı.
Bir gece Allah Resûlü, bana hitaben “Yâ Âişe! Müsaade eder misin, bu gece Rabb’ime ibadet edeyim.” dedi. Ben de “Seninle olmayı severim, fakat Senin hoşuna gidecek olan her şeyi de severim.” dedim.
Allah Resûlü kalktı ve namaza durdu. O gece sabaha kadar “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip-gelişinde elbette akıl sahipleri için ibretler vardır.” ayetini okudu ve gözyaşı döktü. Sabah olunca ezan okumaya gelen Hz. Bilal kendisine: “Yâ Resûlallah! Kendini niçin bu kadar zora koşuyorsun? Allah (celle celâluhu) Senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetti.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Bana bu kadar ihsanda bulunan Rabbime ihsanı ölçüsünde şükreden bir kul olmayayım mı?”
Bir gün mescide geldi, cemaatinin önüne geçti ve namaza durdu. Ardından hemen namazını bozdu ve odasına doğru telaşla yürüdü. Öyle bir heyecan ve telaş içindeydi ki, O’nu gören, yangına gidiyor zannederdi. Biraz sonra geldi. Eski heyecanından eser yoktu. Geçti, namazı kıldırdı. Namazdan sonra sahabe, biraz evvelki heyecan ve tehâlükünün sebebini sorunca, şu cevabı verdi: “Biraz evvel bana, fakirlere dağıtılmak üzere bir şeyler getirildi. Ben, dağıtmayı unuttum. Tam namaza durduğum sırada hatırladım. Evimde böyle bir mal varken, namaz kılmak hoşuma gitmedi. Gidip Âişe’ye (radıyallâhuanhâ), o malı dağıtmasını söyledim.”
İşte buna zühd denir, işte buna incelik denir, işte buna takva denir ve işte buna O’nun dünya ile alâkası denir. Defalarca, dünya O’na temessül etmiş, kendini kabul ettirmek istemişti de O, her defasında elinin tersiyle onu itmişti. O’nun, günlerce ağzına bir tek lokma koymadığı çok olurdu. Zaten hayatı boyunca, arpa ekmeğiyle dahi, karnını bir kere doyurduğu vâki değildir. Aylar geçer, O’nun evinde bir çorba kaynatmak için ateş yanmazdı.
Bir gün namazını oturarak kılıyordu. Kıldığı, nafile bir namazdı. Ebû Hüreyre (ra), namazdan sonra sordu: Yâ Resûlallah! Bir hastalığınız mı var? Namazı oturarak kılıyorsunuz? Verilen cevap, cihanı ürpertecek şekildeydi: “Ey Ebû Hüreyre, günlerdir ağzıma götürecek bir şey bulamadım. Açlık takatimi kesti, ayakta duracak dermanım kalmadı, onun için namazımı oturarak kılıyorum.”
Ebû Hüreyre diyor ki, bunu duyunca ağlamaya başladım. Allah Resûlü kendi durumunu unutmuş, bana teselli veriyordu: “Ağlama Ebû Hüreyre! Burada çekilen açlık, insanı ahiret azabından kurtarır.” buyurdular.
Sözler O’nunla güzelleşir
Günümüzün zavallı insanı, nice değer ölçülerini kaybettiği gibi, peygamberlere ve özellikle de peygamberler sultanı Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a karşı, bakışı, tavrı, düşüncesi de tamamen alt üst olmuş durumda. Oysaki O’nu, herhangi bir insan gibi beşerî kriterlerle değerlendirmemiz kat’iyen doğru değildir. Hatta mümkün de değildir. Zira O, yeryüzünü yeniden dizayn etmek ve insanlığa yeni ufuklar açmak üzere müstesna bir ruh ve müstesna kabiliyetlerle donatılarak gönderilmiş bir insandır... Ve O’nu takdir bizim kriterlerimizi aşar. Bu itibarla, kim ne anlatırsa anlatsın O’nu tam anlatmış olamaz. O’nu en iyi anlayanlardan biri olan Hassan b. Sabit’in:
“Ben sözlerimle Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) övmedim. Fakat O’nunla sözlerimi methettim.” dediği gibi, bütün güzel sözlere güzellik kazandıran, o sözler içindeki O’nun yâd-ı cemîlidir. Yoksa bizim ifadelerimizin O’na kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Bütün bunlar bir ölçüde aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşmanın neticesidir. Hepsi de ilhamlarını aynı kaynaktan almış ve aynı şeyleri, ayrı ibarelerle söylemiş kimselerdir; bazısının mücmel bıraktığını diğeri tafsil edip açıklamış; bazısı daha şairâne gitmiş ama hep aynı mihver etrafında dönüp durmuşlardır. Aynı şekilde bizler de, her yönüyle tahdis-i nimet olan, O’na ümmet olmanın ayrıcalığını yaşıyor ve coşkunluğumuzu haykırıyoruz: Rabb’imize ne kadar hamd ve şükretsek azdır ki, bizleri en büyük bir nimetle serfiraz kılmış ve Hz. Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet eylemiştir. Bu bir fazl-ı ilâhîdir. O, fazlını, istediğine ve istediği ölçüde verir. Ancak bize verdiği, hiçbir ölçü ve tartıya gelmeyecek kadar engindir. Evet, başkalarına göre bize bahşedilen, sahili olmayan bir ihsan denizidir...
O, Allah’ın hususî olarak yarattığı ısmarlama bir insandır. Bir insan olarak aramıza katılışı bizler için en büyük bahtiyarlıktır. Çünkü Cennetler bile O’nun teşrifiyle şeref kazanmıştır ve şeref kazanacaktır. Bu itibarla, insanımıza O’nu, hem de kendi kâmetine uygun anlatabilmek bizim için en büyük vazifedir. Zira insanlık O Sultanı anladığında ve O’na tâbi olduğunda hakikî insanlığa erecektir.
Haftanın duası
Âlemlerin Rabb’i Yüce Allah’a kâinatın zerreleri adedince hamd u sena, kulları içinden seçip zirve payelerle şereflendirdiği en doğru sözlü ve en güvenilir elçisi Hazreti Muhammed’e, tertemiz, pırıl pırıl hane halkına, mükerrem ashabına ve kıyamete kadar gelip geçecek insanlar içerisinde ihsan şuuruyla onlara ittiba edenlere de sonsuz salât u selam olsun!
Sözün özü
Salât u selâm, Allah Resulü (sas) hakkında Cenâb-ı Hakk’a yapılan bir duadır. Salât u selâm getirirken, bir taraftan nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi yâd etmek, beri taraftan da, bir İmam-ı Rabbânî, bir Üstad Bediüzzaman edasıyla, her zaman değişik tâzimât ve tekrimâtla hislerimizi ifade etmek ve böylece O Zât’ı içimizde daima taze tutmak ise O’na karşı ayrı bir vefa borcudur.
- tarihinde hazırlandı.