Bazı Nafile Namazlar
a. Teheccüd Namazı
Teheccüd, gecenin namazla ihya edilmesi demektir. Gece, melekût âleminin kapılarının aralandığı, semavî birtakım menfezlerin açıldığı ve ötelerin müşâhede edildiği bir zaman dilimidir. Bediüzzaman’ın tespitiyle, teheccütle gecenin ihya edilmesi, berzah âlemini aydınlatan bir projektördür.[1] Gece ibadeti bir ölçüde, inziva, halvet, teveccüh ve tebettül mânâlarını da ihtiva eder. Kur’ân, وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلاً[2] yani “Allah’tan başka her şeyle bir mânâda alâkanı keserek kendini tamamen O’na ver! Ve sadece O’nun mârifeti, O’nun muhabbeti, O’nunla alâkalı zevk-i ruhanîler ve O’nun tecellîleri ile otur-kalk.” tarzındaki bir üslûpla bu önemli hususa işaret etmektedir. Bu ise ancak insanın kendini o işe hazırlaması, iradî olarak uykusunu, sıcak döşeğini terk etmesi ile gerçekleşebilir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberlik öncesi de belli ölçüler içinde inzivada bulunarak, her zaman Rabb’ine yakınlaşma yollarını araştırıyor.. iç âlemini, zaten temiz olan duygularını ve sürekli Hakk’a açık gönlünü, tıpkı günebakan çiçekleri gibi, mukabele arayışlarına bağlı götürüyor ve rasat ufuklarında gezdiriyordu. Yine o, rüyalarla berzahî derinliklere açılmanın, ledünnî düşüncelerle baş başa kalmanın yanında, ukbâ hayatının kapılarını aralayarak, Rabb’ine kurbetini hızlandıracak ve akdes-mukaddes feyizlerin sağanak sağanak üzerine yağmasına vesile olabilecek her şeyi değerlendiriyor ve farklı bir düşünce haritası çiziyordu.
Yukarıda verdiğimiz âyetin geçtiği Müzzemmil sûresinde açık iki önemli husus vardır: Birincisi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, bir sevk-i ilâhî ile inzivaya yönelmesi. İkincisi de, ileride dava-yı nübüvvet adına önemli bir misyonu ifa edebilmesi için bir ruhî hazırlıkta bulunması.
Bunları biraz daha açacak olursak; Allah (celle celâluhu), başta Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere, hemen her büyük insanı, sevk-i rabbânîsiyle yönlendirmiştir. Bu durum bütün enbiya ve mürselîn için söz konusu olduğu gibi, bütün asfiya için de söz konusudur: Mesela İmam Gazzâlî, belli bir dönemde kendini ulûm-u âliye-i İslâmiyeye vermiş, ömrünü tekye ve medreselerde geçirmiş.. ve derken İhyâu ulûmu’d-dîn gibi feyyaz bir kaynakla hayatının gayesini noktalamıştır. Keza İmam Rabbânî, senelerce, Hindistan’ın değişik kesimlerinde gezmiş-dolaşmış, okumuş-düşünmüş, riyazet yapmış, ötelere açılmış, Müslümanların itikatlarını sağlam zemine oturtma istikametinde ciddi faaliyetlerde bulunmuş ve yepyeni bir düşünce sistemi kurmuştur.
Bediüzzaman’ın hayatı da onlardan farklı değildir. O, –kendisinin de Lahikalar’da “tahdis-i nimet” nev’inden anlattığı gibi– ömrünün ilk yıllarını tekye ve medreselerde geçirmiş; o üstün dimağ ve zekâsı ile medreselerde okutulan metinler arasında dolaşmış, dinî ilimler ve fennî bilgilerle haşır neşir olmuş, tekyenin ruhunu yudumlaya yudumlaya yetişmiş ve bir gün gelmiş kendini, beyan-bürhan-irfan çizgisinde imana hizmet zemininde bulmuştur. Yani o, kendi döneminde, birbirinden kopuk gibi gözüken malumatı yoğurarak, tefekkürle besleyerek mahz-ı mârifet hâline getirmiştir. Bu arada, şartların gereği ülke müdafaasına koşmuş, cephelerde mücadele etmiş ve aynı anda talebeleriyle ders okumuş, derken hapishane, mahkeme ve zindanlarda ömür tüketerek hep bir yüksek iradenin sevkine bağlı yaşamıştır.
İşte Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hazırlık döneminde sürekli, lâhut âleminin dilini öğrenmeye çalışmış, berzah âlemiyle diyaloğa geçmiş, iç murâkabe, iç müşâhede ve bir nevi riyazetle, eşyanın perde arkasına nüfuz edebilme menfezlerini araştırmış ve bu uzun hazırlığın arkasından da peygamberlik vazifesiyle serfiraz kılınmıştır.
Şimdi bu ölçüde ciddi ve fevkalâde önemli bir göreve getirilen birinin bütün gece uyuması, böylesine önemli vazifenin gerektirdiği sorumlulukla uyuşmasa gerek. Öyleyse bu vazife ile muvazzaf olan kimse, geceleri kalkıp Rabb’ine ibadet etmeli, hem öyle bir ibadet etmeli ki onun Yaratanı karşısındaki tavırları vazife ve misyonuna muvafık düşsün.
İşte bütün bunlara işaret sadedinde Kur’ân diyor ki: يَا أَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ قُمِ اللَّيْلَ إِلَّا قَلِيلًا نِصْفَهُ أَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَلِيلًا أَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْآنَ تَرْتِيلًا “Ey örtüsüne bürünmüş yatan! Kalk, bir kısmı hariç bütün geceni ibadetle geçir, namaz kıl. Gecenin yarısı ya da biraz daha az ya da çoğunu. Kur’ân’ı da tane tane, teemmülle oku!”[3]
Neden? Zira böylesi bir misyon, insanî normları aşan bir fevkalâdelik ister ve böylelerinin hayatları hep fevkalâdelikler içinde cereyan etmelidir. Oysaki bu konuda, eğer bizim gibi düz insanlara bir şey denecekse şöyle denir: Yatsıyı –vitir namazı dâhil– kıldıktan sonra, sabah namazına kalkma niyeti ile yatınız. O zaman uykudaki soluklarınız bile ibadet olur. Peygambere ise, “Gecenin pek azı müstesna, kalk, Rabb’in huzurunda kemerbeste-i ubûdiyet içinde dur.” deniliyor; çünkü yüklendiği misyon O’nun öyle olmasını gerektirmektedir.
Âyet-i kerimedeki نِصْفَهُ gecenin yarısı demektir. Âyetin devamında ise, bunun biraz azaltılması veya çoğaltılması emri yer alıyor. Gece şöyle hesaplanır: Mesela Güneş saat 6’da batıyor, sabah da 6’da doğuyorsa, bu, bütün gecenin 12 saat olduğunu gösterir. Öyleyse gecenin yarısı 6 saattir. Ondan biraz azı 4-5 saat, ondan çoğu da en az 6,5-7 saat olur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), vahyin ilk tayflarıyla sonsuza yöneldiği ilk günden, yaşlandığı dönem, hatta hayat-ı seniyyelerinin sonuna kadar bu ölçüdeki ibadet hayatına devam etmişlerdi. O, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılar; şayet herhangi bir mazereti sebebiyle, bu şekildeki gece ibadetini aksatacak olsa, bu defa onu gündüz katlayarak kaza ederdi.[4]
“Kur’ân’ı tane tane oku!” şeklinde mealini verdiğimiz, Kur’ân’ın tabiriyle “tertil”e gelince; Kur’ân harflerinin hakkı verilerek ve kalb, ruh ufku itibarıyla duyularak okunması demektir. Bediüzzaman Hazretlerinin Mesnevî’sinde belirttiği gibi, Kur’ân’ı, Allah’tan dinliyor, Cibrîl’den işitiyor veya Allah Resûlü’nden alıyor gibi okuma ve anlama, Allah Resûlü’nün veya bizlerin kıraat adına memur olduğu üç ayrı buuttur.[5] Bir başka ifadeyle tertil; insanın Kur’ân’ı kendi düşünce, tasavvur ve tahayyül mekanizmalarının üstünde, vicdanında duyarak, lâhûtîliğin yamaçlarında gezerek ve hissederek okuması demektir. Öyle ki insan, okuduğu âyetin her kelimesini telaffuz edişinde, susuz bir insanın suyu yudumladığı zaman hissettiği şeyi hissetmelidir. Ne var ki bu bir seviye işidir ve herkese de müyesser olmayabilir.
Bugün çoklarının okuduğu şekilde Kur’ân okuma, tertil değildir ve onun insan vicdanında ürpertiler meydana getirmesi mümkün değildir. Böyle bir okuyuşla, Kur’ân âyetlerinin insana yeni yeni şeyler ilham etmesi, duygu ve düşüncede ya da amel ve aksiyonda bizleri yenileştirmesi de mümkün değildir. Öyleyse Kur’ân’ın hakkını vermek için bizler de bir ölçüde onu, –peygamberlikten tecrit düşüncesi içinde– kendimize nazil oluyor gibi okumalıyız.
Abdullah İbn Ömer’in (radıyâllahu anh) rivayet ettiği bir hadis ve bir hâdise bu mevzumuza ışık tutar. Abdullah İbn Ömer Hazretleri diyor ki: “İnsanlar rüya görür ve gelir Allah Resûlü’ne anlatırlardı. Ben de kendi kendime, “Keşke berzah âleminin kapıları bana da aralansa, ben de bir kısım şeyler görsem ve gördüğüm şeyleri gelip İnsanlığın İftihar Tablosu’na anlatıversem; O da bunları tabir etse.” derdim. Derken bir gün rüyamda gördüm ki, iki zat beni kollarımdan tutup derdest ederek, derin ve alevli bir kuyunun başına getirdiler. O derince kuyunun içinden âdeta bir hortum gibi döne döne alevler yükseliyordu. Anladım ki bu, Cehennem’dir. Beni başına getirdiklerinde, oraya atacaklar diye çok korktum. Allah’a sığınıp, “Yâ Rab!” diye yalvarmaya başladım. Birisi bana dedi ki: “Korkma! Senin için endişe edecek bir şey yok. Sen oraya girmeyeceksin.” Sonra uyandım ve ablam Hafsa’ya rüyamı anlattım ve bunun tabirini Resûlullah’a sormasını istedim. Ablam sorunca Allah Resûlü buyurdular ki: “Abdullah ne güzel bir insan, ah bir de geceleri ihya etse!”[6]
Burada berzah âleminin dehşetinden kurtulma yolunun gösterildiği açıktır. O da geceleri ihya etmektir. Evet, gönüllerin diri ve canlı olması, bir yönüyle gecelerin canlı olmasına bağlıdır. Bu hakikate hayatında erken uyanmış ve o engin ansiklopedik kültürüyle hemen herkesin dikkatini üzerine çekmiş, pek çok alanda söz sahibi İbrahim Hakkı Hazretleri bu konuda ne hoş şeyler söyler:
“Ey dîde, nedir uyku, gel uyan gecelerde
Kevkeblerin et seyrini seyran gecelerde
Bak hey’et-i âlemde bu hikmetleri seyret
Bul Sâni’ini ol âna hayran gecelerde
Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gafil
Ko gafleti dildârdan utan gecelerde
Az ye, az uyu, hayrete var, fani ol andan
Bul bekâ ol âna mihman gecelerde
Gafletle uyumak ne revâ abd-i hakîre
Şefkatle nida eyleye Rahman gecelerde
Cümle geceyi uyuma Kayyûm’u seversen
Tâ hay olasın Hayy ile ey cân gecelerde
Âşıklar uyumaz gece hem sen uyuma kim
Gönlün gözüne görüne Cânan gecelerde
Dil, beyt-i Hudâ’dır onu pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzul eyleye Sultân gecelerde
Az ye, az uyu, hayrete var fani ol ondan
Bul cân-ı beka, ol O’na mihmân gecelerde
Allah için ol halka mukarin gece gündüz
Ey Hakkı, nihân-ı aşk oduna yan gecelerde.”
Eşyanın melekût cihetine vâkıf olma, insanlığın irşadıyla yakından alâkalıdır. Aslında bu, “Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım, o Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim.”[7] kudsî hadisi zaviyesinden de değerlendirilebilir.
Evet, insanlığın kurtuluşu mesajıyla gelen Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi iradesiyle Allah’a yaklaşmaya azmetmiş, Allah da kendi azamet ve rahmetinin enginliği ölçüsünde O’na yaklaşmıştır. Ama burada dikkat edilecek bir husus var ki, o da, her zaman insanlığın kurtuluşunu arayan Allah Resûlü bunu, ötelere açılmakta ve eşyanın melekût cihetine vâkıf olmada aramış ve onun için de her gece ayrı bir gece yolculuğuyla hep Allah’a (celle celâluhu) yürümüştür. O, her işinde olduğu gibi bu konuda da yapması gerekli olanı yapıyordu. Evet, madem O’nun yükü herkesten fazlaydı, öyleyse O her gece ayrı bir “isrâ” (gece yolculuğu) yaşamalı ve Kur’ân’ı da duya duya ve doya doya okumalıydı.
O’nun yükü çok ağırdı; Kur’ân devamla O’na, إِنَّا سَنُلْقِي عَلَيْكَ قَوْلًا ثَقِيلًا “Senin üzerine çok ağır bir söz yükleyeceğiz.”[8] diyordu ki, buradaki ağırlıktan kastın peygamberlik misyonu olduğunda şüphe yoktu. Allah O’na, muhatapları anlasa da anlamasa da anlamak istemese de hep anlat diyordu. Böyle bir hizmette müessir olmak da her zaman Rabb’le irtibatın kuvvetli olmasına bağlıydı.
Kur’ân, gece kalkışının hikmeti adına şu değerlendirmeyi yapar: إِنَّ نَاشِئَةَ اللَّيْلِ هِيَ أَشَدُّ وَطْئًا وَأَقْوَمُ قِيلًا إِنَّ لَكَ فِي اَلنَّهَارِ سَبْحًا طَوِيلاً “Şüphesiz gece kıyamı, daha tesirli ve sağlam bir kıraat adına da daha elverişlidir. Hâlbuki gündüz Seni meşgul edecek yığınla iş vardır.”[9] Evet, geceler, o büyülü enginlikleriyle, insanın ayağını yere sağlam basması, dediğini duyması, yaşadığını hissetmesi adına önemli bir ortam ve gönüllerin Allah’a (celle celâluhu) açılacağı birer halvet koyu gibidirler.. ve mutlaka değerlendirilmelidirler. İnsan, gündüzleri değişik işlerle meşgul olur, zâhirî duygularının dünyasında dolaşır ve onların tesirinde yaşar. Böyle bir şey, İnsanlığın İftihar Tablosu için, hele bizim anladığımız mânâda asla söz konusu olmasa da, bizim gibi sıradan insanlar için her zaman bahis mevzuu olabilir. Öyle ise, burada âyeti şöyle yorumlamak yerinde olur zannediyorum: Allah, Resûlü’nün şahsında bize, “Siz gündüz şununla bununla meşguliyet içinde gafilane yaşıyor, kendi iç derinliklerinize yönelemiyor ve ötelerle irtibat kuramıyorsunuz; kuramazsınız da. Zira bu hususta esas olan gecelerdir. Yani hiç kimsenin olmadığı bir zemin ve zamanda, insanın Allah’a yönelerek hicranla yanıp yakılacağı ve seccadesine baş koyup, gözyaşı dökeceği bereketli zaman dilimi gecelerdir. Siz içinizi dökerken sadece O bilecek ve siz de O’nun bilip görmesine göre bir tavır alacaksınız.”
Dava-yı Nübüvvetin Vârislerinin Gece Hayatı
Peygamberlik, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile son bulmuştur. Ama O’nun davası, ilelebet devam edecektir. Kimlerle? Dava-yı nübüvvetin vârisleriyle. Nebilerin eda ettiği misyonu eda edebilmek için, onların geçtiği köprüden geçmek gerekir. Bu bir vecibe ve bir zarurettir.
Öyleyse geceler ihya edilecek, melekût âleminin kapıları aralanacak ki, o yüce söz ve beyanlar beyanı etrafında dönüp duran bu ağır yük hakkıyla taşınabilsin. Her zaman kayma zemini üzerinde bulunan, beşerî hırslarının, kaprislerinin, nefretlerinin ve kinlerinin tesirinde olan kimseler, bu olumsuz huylardan sıyrılarak değişik sahalardaki imtihanlara karşı mukavemet edebilsin; edebilsin ve kazanma kuşağında kaybedenlerden olmasınlar!
Evet, Allah, peygamberlerle temsil edilen bu davayı ve bu kudsîler hizmetini, öteden beri hep yeni, ter ü taze insanlara temsil ettirmiştir; ölmüş ya da pörsümüş ruhlara değil. Yani hep işin önünde göründüğü hâlde bir türlü önde olamayan –olma ile görünme arasında yer-gök farkı var– insanlara değil. Keza bazı şeylere karşı tepki gösterse de aksiyon ve hamle insanı olamamış kimselerle de değil; kalb ve ruh kahramanlarıyla temsil ettirmiştir. Aksine bu dava kalbsizlere, ruhsuzlara kalınca, Allah (celle celâluhu), مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ... “Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, (onların yerine) sevdiği ve kendisini seven bir toplum getirecektir.”[10] ve, إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ “Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir.”[11] âyetleriyle ifade buyurduğu gibi, onları alır-götürür ve yepyeni, gecesi ve gündüzü ile bu işi hayatının gayesi yapmış, gözlerini her açıp kapayışında insanlığın irşadını düşünen nesiller getirir. İnşâallah bugün böylelerinin sayısı binlerce hatta milyonlarcadır.
Öyleyse dava-yı nübüvvetin vârisleri gece ibadetlerini, Müktedâ-i Küll, Rehber-i Ekmel Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi yapmalı ve herkes kendi vicdanında;
“Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil
Ko gafleti dildârdan utan gecelerde”
(İbrahim Hakkı)
demeli ve şayet geceyi ihmal etmişse, o günü kaybedilmiş bir gün saymalıdır; saymalı ve Hz. Âdem’in, cürüm işlediğini zannettiği andan itibaren yaptığı gibi, hep aşağıya bakmalı..süt dökmüş kediler gibi iki büklüm olmalı ve “Kalkıp bu geceyi ihya etmedim, öyle ise sırtımda ölü bir gece var.” demelidir. Böyle birkaç gece daha geçirecek olursa, “Galiba ben de ölüp gidecek ve ölülerden bir ölü de ben olacağım.” düşüncesinde olmalıdır. Biraz ürpertici olsa da, benim, Allah’ın (celle celâluhu) en sevgili kuluna söylediği bu sözleri, Kur’ân hadimlerine karşı söylemem fazla görülmemelidir.
Barla’daki o yaşlı kadının sözünü hep hatırlarım, Üstad Hazretlerinin evini ziyarete gittiğimizde o kadın aynen şöyle demişti: “Ah Hocaefendi, ah Hocaefendi! (Üstad’ı kastediyor) Sabahlara kadar o çınar ağacının başında arı gibi vızıldar dururdu. Biz sabaha kadar onun uyuduğuna şahit olmazdık.”
Ve son bir husus: Bin bir tecrübe ile sabittir ki, gecelerini ihya edenler, gündüzleri de küheylanlar gibi koşarlar. Benim şimdiye kadar bu vasıflarıyla hiç çizgi değiştirmeden hayatlarını sürdüren, tanıdığım dünya kadar insan oldu. Senelerdir başlarını bu eşikten hiç mi hiç kaldırmadı ve gece hayatlarını hiç mi hiç aksatmadılar; tabi, millete hizmetten de hiç geri kalmadılar.
Aksine, gece hayatında zikzak yapanlar, gündüzleri de Hizmet hayatlarında hep zikzak çizdiler. Böyleleri bazen Hizmet’te önde koşar gibi gözükseler de zorluk ve sıkıntılarla karşılaşınca hemen geri durmuşlardır. Evet, bunlar tazyik, meşakkat ve sıkıntının en küçüğüne bile dayanamamışlardır. Diğerlerine gelince, onlar tanıdığım günden beri, geceleri hep engin bir ruh hâli içinde, ırmaklar gibi çağlamış, gündüzleri de küheylanlar gibi çatlayıncaya kadar koşmuşlardır.
b. Hâcet Namazı/Duası
Hâcet namazı, hâcet duası, –cenaze, istiska veya husuf-küsuf namazı gibi– sünnet-i sahiha ile teşri kılınmış ibadetlerdendir. İnsan bir şeye ihtiyaç duyduğunda iki rekât namaz kılar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) talim buyurduğu bazı duaları okuduktan sonra hâcetini Rabbülâlemîn’den ister. Hâcet dualarının birbirinden farklı iki rivayeti vardır. Bunların her ikisi de Allah Resûlü’ne ait olduğundan, hiçbirinin feyzinden mahrum kalmama adına biz genelde ikisini de birlikte okuyoruz.
Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
مَنْ كَانَتْ لَهُ إِلَى اللهِ حَاجَةٌ، أَوْ إِلَى أَحَدٍ مِنْ بَنِي آدَمَ فَلْيَتَوَضَّأْ وَلْيُحْسِنِ الْوُضُوءَ، ثُمَّ لِيُصَلِّ رَكْعَتَيْنِ، ثُمَّ لِيُثْنِ عَلَى اللهِ، وَلْيُصَلِّ عَلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، ثُمَّ لِيَقُلْ: «لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ الحَلِيمُ الكَرِيمُ، سُبْحَانَ اللهِ رَبِّ العَرْشِ العَظِيمِ، الحَمْدُ لِلهِ رَبِّ العَالَمِينَ، أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ، وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ، وَالغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ، وَالسَّلَامَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ، لَا تَدَعْ لِي ذَنْبًا إِلَّا غَفَرْتَهُ، وَلَا هَمًّا إِلَّا فَرَّجْتَهُ، وَلَا حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًا إِلَّا قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ»
“Allah’tan ya da insanlardan bir ihtiyacı olan kimse güzelce abdest alsın, iki rekât namaz kılsın, Allah’a hamd ü senâda, Resûlü’ne de salavatta bulunduktan sonra şöyle desin: ‘Allah’tan başka ilâh yoktur. O, Halîm ü Kerîm’dir. Arş-ı Azîm’in sahibi Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Rabbim! Senden, merhametini celbedecek şeyleri, mağfiretini netice verecek vesileleri, her türlü iyiliği kazanmayı, her türlü günahtan selâmette olmayı istiyorum. Bende bağışlamadığın hiçbir günah, gidermediğin hiçbir keder, Senin rızana muvafık olup da karşılamadığın hiçbir ihtiyaç bırakma ey merhametlilerin en merhametlisi!”[12]
Yine başta Tirmizî olmak üzere pek çok hadis kitabının rivayet ettiği bir hadisin bildirdiğine göre, görme özürlü bir zat İnsanlığın İftihar Tablosu’na gelerek, “Ya Resûlallah! Dua etseniz de Allah beni sağlığıma kavuştursa.” dedi. Allah Resûlü, “Dua etmemi mi yoksa sabredip sabrının mükâfatını almak mı istersin? Bu ikincisi senin için daha hayırlıdır.” buyurdular. Adamcağız, “Dua buyurun Ya Resûlallah!” deyince Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona, güzelce abdest alıp iki rekât namaz kılmasını ve ardından şöyle dua ve niyazda bulunmasını söyledi:
اللَّهُمَّ إني أسألُكَ وأتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ، يَا مُحَمَّدُ إِنِّي تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى لِي، اَللَّهُمَّ فَشَفِّعْهُ فيّ
“Allahım! Senden diliyor ve dileniyorum; Resûlün, Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed hürmetine Sana teveccüh ediyorum. Ya Muhammed! Şu ihtiyacımın giderilmesi için Rabbime Senin hürmetine teveccüh edip ilticada bulundum. Allahım! Beni O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaatine mazhar eyle!”[13]
Bir insanın ihtiyaç olarak gördüğü meseleler, onun kıymeti ve ufku ölçüsünde farklı farklı olabilir. Fakat bununla birlikte hâcet namazıyla talep edilecek şeylerin şu veya bu olması gerektiği mevzuunda bir ayrım yoktur. Mesela bir insan, “Bu benim hâcetimdir.” deyip ekinlerinin çok verimli olması için hâcet namazı kılabilir. Umumun istifadesi adına –istiska duasının dışında– yağmur yağsın diye hâcet namazı kılıp dua edebilir. Veya evlatlarının salahı adına hâcet namazı kılıp “Allahım! Bunlara akıl-fikir ver, bozulmalarına fırsat verme!” diye Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunabilir. Bu istekler, şahısların himmetleriyle doğru orantılıdır ve hiçbirini hafife alamayız.
Bir insanın iyi bir eş, iyi bir evlat istemesi, evladı için iyi bir istikbal dilemesi –belli bir himmete göre– güzel bir şeydir ve insanın bunları Allah’tan istemesi gerekir. Sahabi mantığına göre ayakkabımızın bağını kaybetsek, onu da Allah’tan isteriz. Yani en küçük şeyden en büyük şeye kadar her şeyi Allah’tan talep ederiz.
Ne var ki peygamberlerin himmetleri çok yücedir. Mesela onlar ellerini kaldırdıklarında, “Allahım! Ne olur insanların kalblerini imana karşı yumuşat!” diye dua ederler. Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) rivayet edilen dualar arasında bu ifadelerin aynısı olmasa da bunlara benzer ve fakat daha derin ifadeler vardır.
Herkesin hâcet olarak arz ettiği mesele kendi himmetinin seviyesine göredir. Bazı kimseler hayatlarını tamamen dinin yeryüzünde şehbal açmasına bağlamışlardır. O olmayınca her gün onlar için matemdir. Onlar belki ölmeyecek kadar yer-içerler, belki aileleriyle çoluk çocuklarıyla belli bir münasebet içinde bulunurlar; ama onların gözleri hep Allah’tadır.
Biraz daha açacak olursak, kimisi vardır ki dünyaya ait küçük bir talebi için hâcet namazı kılar. Kimisi umum Müslümanları, cümle insanlığı alâkadar eden işlerle ilgili Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eder, hâcet namazı kılar ve dua eder. Kimisi de din-i mübinin yeryüzünde intişar etmesi, kâfir ve günahkârların kalblerinin yumuşaması, en mütemerrit kalblerin bile o istikamette inşiraha mazhar olup imana karşı duyarlı hâle gelmesi için Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunur. Zât-ı Ulûhiyet hakkında belli bir fikre sahip olan, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kur’ân-ı Kerim’i belli ölçüde de olsa tanıyan insanların basit şeylere talip olmaması gerekir. Onlar, himmetlerini hep âlî tutmalı ve yüce şeylere talip olmalıdırlar. Zira altının, gümüşün talep edildiği bir yerde gidip de demire, bakıra talip olmak bir bakıma aldanmışlık olur.
Bütün bunların yanında imanın sağlamlaşması ve kalbin kaymaması için de hâcet namazı kılınıp dua edilebilir. Zira bunlar, diğer yüce şeyleri duyma adına önemli birer esastır. Sağlam bir iman olmazsa veya kalb birtakım zik-zaklar yaşıyorsa, insanlık adına yüce duygulara nasıl sahip olunacak ki? İnsanın çok ciddi bir mârifet ufkuna, ciddi bir ilâhî aşk u iştiyaka, mehâfet ve mehâbete sahip olması gerekir. Bütün bunlar için de insan hâcet namazı kılmalı ve dua dua Allah’a yalvarmalıdır.
Hâcet Namazı Nasıl Kılınır?
Hâcet namazı, hadis-i şeriflerde iki veya dört rekâtlık bir namaz olarak tarif edilir.[14] Namazda okunacak sûrelerle ilgili sarih bir beyan olmasa da bir kısım ulema hıfz namazında okunan, Secde, Dehr ve Yâsin gibi sûrelerin bu namazda da okunabileceğini ifade ederler. Ne var ki bu görüş çok mevsuk değildir. Belki daha ziyade Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetini hatırlatan âyetler okunmalıdır. Misal olarak şu âyetleri verebiliriz:
الَّذِينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِهِ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَحْمَةً وَعِلْماً فَاغْفِرْ لِلَّذِينَ تابُوا وَاتَّبَعُوا سَبِيلَكَ وَقِهِمْ عَذابَ الْجَحِيمِ
“Arş’ı taşıyan, bir de onun çevresinde bulunan melekler devamlı olarak Rabb’lerini zikir ve O’na hamd ederler. O’na gerçekten inanır ve mü’minler için şöylece af dileyip dua ederler: ‘Ey Ulu Rabbimiz, Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır! O hâlde tevbe edenleri ve Senin yoluna tâbi olanları affet ve onları Cehennem azabından koru!”[15]
لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَاعَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِيَ اللهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
“Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız O’na ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir. Buna rağmen aldırmaz, yüz çevirirlerse, ey Resûlüm de ki: ‘Allah bana yeter. O’ndan başka tanrı yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.’”[16]
لَا يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا أَنْتَ مَوْلَانَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
“Allah, hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şeyle yükümlü tutmaz. Herkesin yaptığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık da kendi aleyhinedir. Ya Rabbenâ! Unutursak, hatalara düşersek bunlardan dolayı bizi hesaba çekme! Ya Rabbenâ! Sırtımıza, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ya Rabbenâ! Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma! Affet bizi, lütfen bağışla kusurlarımızı, merhamet buyur bize! Sensin Mevlâmız, yardımcımız! Kâfir topluluklara karşı Sen yardım eyle bize!”[17]
Bu âyetler, bir yönden Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetini çağrıştırırken diğer yönden insanın kalbinin yumuşayıp konsantrasyona geçmesini temin eder.
Namazı kıldıktan sonra önce Cenâb-ı Hakk’ı şu ifadelerle tazim ve tekrimde bulunmak gerekir:
اَللهُ أَكْبَرُ كَبِيرًا، وَالْحَمْدُ لِلهِ كَثِيرًا، وَسُبْحَانَ اللهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ وَحْدَهُ، نَصَرَ عَبْدَهُ، أَعَزَّ جُنْدَهُ، وَهَزَمَ الْأَحْزَابَ وَحْدَه، لَا شَرِيكَ لَهُ اَللَّهُمَّ لَا مَانِعَ لِمَا أَعْطَيْتَ، وَلَا مُعْطِيَ لِمَا مَنَعْتَ، وَلَا مُبَدِّلَ لِمَا حَكَمْتَ، وَلَا يَنْفَعُ ذَا الجَدِّ مِنْكَ الجَدُّ
“Büyük Allah’tır. Her türlü hamd ü senâ O Yüceler Yücesi’nin hakkıdır ve sabah-akşam tesbih ile anılmaya lâyık yalnız O’dur. O tek olan Allah’tan başka ilâh yoktur. Kuluna yardım eden, ordusunu aziz kılan ve tek başına düşman ordularını hezimete uğratan O’dur. O’nun ortağı yoktur. Allahım! Senin verdiğini esirgeyecek, esirgediğini de verecek yoktur. Olmasını dilediğin şeyi geri çevirecek, hükmünü değiştirecek kimse yoktur. Zenginlik, şan ü şeref ve kuvvetin, Sana karşı sahiplerine bir faydası olmaz.”
İnsanın, Cenâb-ı Hakk’ı tazim adına bunları söylemesi gerekir. Fakat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu mutlak bırakıyor. Mesela isterseniz Fâtiha sûresinin ilk üç âyetini de okuyabilirsiniz. Yani O’nun Zât’ını tekbir, tahmid, tesbih adına nasıl tazimde bulunulacaksa, evvela öyle bir tazimde bulunmak gerekir. Sonra kemal-i huşû ile Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) cami bir salat u selam getirilir. Ardından, salat ü selama dâhil edileceklerin hepsi ismen ayrı ayrı sayılabilir. Râşid Halifeleri ayrı bir kategoride zikrettikten sonra Ehl-i Beyt söylenir. Ondan sonra peygamberan-ı izam hazeratı isim isim sayılır. Sonra melaike-i mukarrabin zikredilir. Daha sonra, Allah dostlarından gelmiş geçmiş büyük zatların isimlerini zikredip onları da duamıza dâhil edebiliriz.
Böyle genişçe bir salat u selam getirilir ve noktalanırken de بعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ وَمُرَكَّبَاتِهَا “Kâinatın zerreleri ve bu zerrelerle oluşan şeyler adedince” veya مِلْءَ السَّمَوَاتِ وَمِلْءَ الْأَرْضِ وَمِلْءَ مَا بَيْنَهُمَا وَمِلْءَ مَا شِئْتَ مِنْ شَيْءٍ بَعْدُ “Gökler ve yer dolusunca, bu ikisi arasında ne varsa (göklerin ve yerin atomları, elektronları, molekülleri, iyonları sayısınca) ve Senin –ya Rabbi– dilediğin her şey sayısınca.” denir. Aslında bunların hepsi mahdut yani sayılı, sınırlı şeylerdir. Sonsuzu sonsuzla ifade etme adına, بِعَدَدِ عِلْمِكَ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِكَ “Allahım! Senin ilmin, malumatın sayısınca bunlara salat ü selam eyle!” de denilebilir.
Bunları yaptıktan sonra ümmet-i Muhammed’e dua edilir. Dua ederken, رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ “Ey Rabbimiz! Beni, ana-babamı ve bütün mü’minleri, hesapların görüldüğü günde bağışla.” denilebilir. Bir başka dua da sabah-akşam “ebdâl”ın[18] yaptığı şu duadır: اَللَّهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ، اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لِأُمَّةِ مُحَمَّدٍ “Allahım! Ümmet-i Muhammed’e merhamet buyur. Allahım! Ümmet-i Muhammed’i mağfiret eyle!”
Duaya girmeden evvel duanın mukaddimesi olarak yapılması gereken şeyler bunlardır. Bunları yaptıktan sonra hâcet duası okunur:
لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سُبْحَانَ اللهِ رَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ الْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالْعِصْمَةَ مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلَامَةَ مِنْ كُلِّ اثم، لَا تَدَعْ لَنَا ذَنْبًا إِلَّا غَفَرْتَهُ وَلَا هَمًّا إِلَّا فَرَّجْتَهُ وَلَا حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًى إِلَّا قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اَللَّهُمَّ أَنْتَ تَحْكُمُ بَيْنَ عِبَادِكَ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سُبْحَانَ رَبِّ السَّمَوَاتِ السَّبْعِ وَرَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لله رَبِّ الْعَالَمِينَ اَللَّهُمَّ مُفَرِّجَ الْهَمِّ كَاشِفَ الْغَمِّ مُجِيبَ دَعْوَةِ الْمُضْطَرِّينَ إِذَا دَعَوْكَ، رَحْمَانَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَرَحِيمَهُمَا، فارْحَمْنَا فِي حَاجَتِنَا هَذِهِ بِقَضَائِهَا وَنَجَاحِهَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ
“Allah’tan başka ilâh yoktur. O, Halîm ü Kerîm’dir. Arş-ı Azîm’in sahibi Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Rabbim! Senden, merhametini celbedecek şeyleri, mağfiretini netice verecek vesileleri, bütün günahlardan korunmayı, her türlü iyiliği kazanmayı, her türlü günahtan selâmette olmayı istiyorum. Bende bağışlamadığın hiçbir günah, gidermediğin hiçbir keder, Senin rızana muvafık olup da karşılamadığın hiçbir ihtiyaç bırakma ya Erhamerrâhimîn. Allahım! Kullarının ihtilaf ettikleri şeylerde hakem Sensin. Yüce ve Azîm Allah’tan başka ilâh yoktur. Halîm ve Kerîm Allah yegâne ilâhtır. Yedi kat semanın ve Arş-ı Azîm’in Rabbi Allahım! Seni tesbih eder, eksik sıfatlardan tenzih ederim. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Ey kederleri gideren, tasaları kaldıran, dua ettiklerinde çaresizlerin duasına icabet eden Allahım! Ey dünya ve ahiretin Rahman ve Rahîm’i! Şu ihtiyacımın giderilmesi ve tamamlanması hususunda –merhamet için başkalarına el açtırmayacak şekilde– bana merhamet et.”
Bundan sonra, Allah’tan ne tür bir dileği ve isteği varsa onu söylemelidir. Mesela himmeti yüce bir insan hâceti adına şunları söyleyebilir:
اللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ وَكَلِمَةَ الْحَقِّ وَدِينَ الْإِسْلَامِ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ وَاشْرَحْ صُدُورَنَا وَصُدُورَ عِبَادِكَ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ إِلَى الْإِيمَانِ وَالْإِسْلَامِ وَالْإِحْسَانِ وَالْقُرْآنِ وَإِلَى خِدْمَتِنَا
“Allahım! Senin yüce adını, hak ve hakikati, din-i mübin-i İslâm’ı her yerde yücelt. Hem bizim hem de diğer bütün kullarının kalblerini imana, İslâm’a, ihsan şuuruna, Kur’ân’a ve Kur’ân hizmetlerine karşı aç!”
Bir hadiste, Cenâb-ı Hakk’ın, bir kulu sevince yerde ve gökte o kul için hüsnü kabul vaz’ edildiği ifade edilir.[19] Buradan hareketle şöyle de dua edilebilir: وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ “Allahım! Gökte ve yerde bulunan kullarının kalbine bize karşı sevgi yerleştir!” Bu sözlerle, bizim için de hüsnü kabul vaz’ edilmesini, kalblerin bize karşı açılmasını ve ihlâsla dine hizmet etme imkânlarının bahşedilmesini istemiş oluruz.
Duada önemli bir espri de şudur: Kendiniz için dua edeceğiniz zaman şayet ümmet-i Muhammed’i de yâd ediyorsanız bu durum, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin ihtizaza gelmesine vesile olur. Size, “Benim kullarımı düşünen kulum.” nazarıyla bakar ki bu çok önemlidir.
[1] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler, s.44 (Dokuzuncu Söz, Dördüncü Nükte).
[2] Müzzemmil sûresi, 73/8.
[3] Müzzemmil sûresi, 73/2-4.
[4] Bkz.: Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 141; Tirmizî, salât 348; Ebû Dâvûd, tatavvu 26; Nesâî, kıble 13, kıyâmü’l-leyl 2, 64.
[5] Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat, s.451 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Altıncı Nükte).
[6] Buhârî, teheccüd 2, 21, fezâilü ashâbi’n-nebi 19, tabir 35, 36; Müslim, fezâilü’s-sahabe 139, 140.
[7] Buhârî, tevhîd 15, 50; Müslim, tevbe 1, zikr 1, 20-22.
[8] Müzzemmil sûresi, 73/5.
[9] Müzzemmil sûresi, 73/6.
[10] Mâide sûresi, 5/54.
[11] Fâtır sûresi, 35/16.
[12] Tirmizî, vitr 348; İbn Mâce, ikâme 189.
[13] Tirmizî, daavât 119; İbn Mâce, ikâmetü’s-salât 189.
[14] Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/450.
[15] Mü’min sûresi, 40/7.
[16] Tevbe sûresi, 9/128, 129.
[17] Bakara sûresi, 2/286.
[18] Ebdâl; “bedîl”in çoğulu olup; temiz, safderûn, derviş adam mânâlarına gelen ve evliyâullahtan halkın işlerine nezaret etmeye mezun, ilâhî icraatın perdedârları ve alkışçıları hakkında kullanılan bir tabirdir. (M. Fethullah Gülen, “Veli ve Evliyaullah” Kalbin Zümrüt Tepeleri 3/75).
[19] Buhârî, bed’ü’l-halk 6, edeb 41, tevhid 33; Müslim, birr 157.
- tarihinde hazırlandı.