Namazı Tamamlayıcı Unsurlar
a. Namazda İç ve Dış Tadil-i Erkân
Tadil-i erkân; namazın rükünlerini, namazı oluşturan hareketleri hakkını vererek yapmak; her bir rüknü, rükünler arasındaki fasılaları, en azından azalar sükûnete erip uzuvlarda itmi’nan hâsıl oluncaya kadar uzatmaktır. Bu, insan cesedinin maddî olarak namazda alacağı vaziyettir ki, ona riayet etmeden namaz tamam olmaz.
Hz. Ebû Hüreyre anlatıyor: “Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescitte otururken mescide bir adam girdi, bir köşede namaz kıldıktan sonra Efendimiz’in yanına geldi ve selam verdi, Efendimiz de selamını aldı. Adam tam oturacağı sırada Allah Resûlü ona, ‘Git namazını tekrar et, namazın olmadı.’ dedi. Adamcağız gitti, tekrardan namaz kıldı, geldi, selam verdi, selamı alındı ama aynı söze muhatap oldu: ‘Git namazını tekrar et, namazın olmadı.’ Adam ikinci ya da üçüncüde: ‘Yâ Resûlallah! Benim bildiğim bundan ibaret, neresinde yanlışlık varsa öğretseniz!’ deyince Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
‘Namaza kalktığın zaman tekbir getir ve namaza başla. Sonra bir miktar Kur’ân oku. Sonra rukûa git ve azaların sükûnet buluncaya, oturaklaşıncaya kadar rukûda kal (başka bir rivayette; ‘mafsalların kendilerini salıp gevşeyinceye kadar‘). Sonra başını rukûdan kaldır ve vücudun dimdik oluncaya kadar secdeye gitme. Sonra secdeye var ve azaların oturaklaşıncaya kadar secdede kal. Sonra secdeden başını kaldır ve vücudun oturma durumunda sükûnet buluncaya kadar otur. Sonra tekrar secdeye git ve azaların sükûnet buluncaya kadar da kalkma... ve bütün namazlarını böyle kıl.’”[1]
Bu ve benzer delillerden hareketle, içlerinde Hanefi mezhebinden İmam Ebû Yusuf’un da olduğu fukahanın pek çoğu, tadil-i erkâna riayeti farz kabul etmişlerdir. Hanefi mezhebinde fetvaya esas olan görüşe göre ise vaciptir. Dolayısıyla namaz eda edilirken, mutlaka tadil-i erkâna riayet edilmelidir. Kanaatimce tadil-i erkâna farz diyenlerin görüşünü amelde esas almak ihtiyata daha muvafıktır. Madem bunu söyleyen müçtehit imamlar kendilerini tamamen Kur’ân’a vermiş; Kur’ân ve Sünnet’i anlamayı hayatlarına gaye edinmiş büyük insanlardır, onların aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda ihtiyata muvafık olanla amel etmek en doğru hareket tarzıdır.
Bu, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usûlüne uygunca yerine getirmek, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır. Bunun için namazda Kur’ân-ı Kerim’i uzunca okuyup kıyamı uzatma, rukû ve secdede uzunca durma gibi hususlar da çok önemlidir. Bir yönüyle esas olan, rükünlerin hakkıyla yerine getirilmesi ve meşakkatlerine katlanılmasıdır. Çünkü bu rükünlere hakkıyla riayet etmek, insana her namazda ayrı ayrı buudlar kazandıracaktır. Bundan dolayıdır ki insan, kıldığı namazlarını bir kere daha yorumlamalı; kıyam, rukû ve secdeyi derinlemesine bütün benliğinde duymaya çalışmalıdır.
Namazı şekil olarak eksiksiz kılmak, onun ne rükün ve şartlarında ne de sünnet ve müstehaplarında ve hatta âdâbında bir noksanlığa meydan vermemek şüphesiz çok önemli bir meseledir ve hiç kimse basit göremez. İnsanın, Rabbiyle münasebetinde asıl olan mânâdır, özdür, ruhtur. Fakat onları taşıyan da lafızlardır, şekillerdir, kalıplardır. Bundan dolayı, mutlaka o lafızlara, kalıplara da dikkat edilmelidir. Esas alınan mânâyı, mazmunu o kalıpların taşıması lazım. Dolayısıyla, kalıp ve şekillerin hiçbir mânâsı yok denilemez. Zâhirî ahkâm onlara bina edilir. Fakat söylediğimiz gibi asıl olan işin ruhudur, bu da namazı huşû ile eda etmekle hâsıl olur.
Her ne kadar fıkıh kitaplarında öyle bir tabir olmasa huşû ve hudû için “iç tadil-i erkân” denebilir. Huşû ve hudû, meseleyi namazın mazmununa bağlı götürmektir.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde “ihsan” kavramı anlatılırken o, “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek.” olarak tarif edilmekte ve “Sen O’nu görmesen de O, seni görüyor ya!”[2] buyrulmaktadır. Namaz, böylesine engin bir şuurla eda edilmeli, her hâlükârda dikkatli ve huşû içinde kılınmalıdır. Kılınan her namaz, bir öncekinden farklı bir hava ve farklı bir buudda eda edilmelidir.
Namazın muhtevası, insanların çok engin düşünmelerine vesile olacak kadar geniştir. Namaz kılarken, derinlemesine bir aşk u şevk içinde Allah’ın huzurunda bulunmanın şuurunda olmaktan, onu Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasındaki cemaatten bir fert olarak kıldığını hissetmeye kadar; doğrudan doğruya kendisini meleklerin safları arasında görmekten, bir hamlede bizim ufkumuzu aşan, Arş’ın örtüsüne alnını koyuyor gibi onu eda etmeye kadar geniş bir yelpazede namazı duyma şekilleri vardır.
İnsanın buna muvaffak olmasının şart-ı evveli, namazı tıpkı bir miraç veya miracın gölgesi gibi bilmesidir. Zira o, sadece yatıp kalkmaktan ibaret bir hareketler mecmuası değildir. Mü’min için, her namaz bir miraç vesilesidir ve ona düşen, her namazda, farklı farklı buudlarda bile olsa miracını tamamlamaktır.
Namazın Gayesi
Cenâb-ı Hakk’a yapılan bütün ibadetlerde mutlaka bir feyiz ve bereket vardır. O’nun rahmet kapısına yönelen bir insanın mahrum kalması düşünülemez. Ancak insan, yapacağı ibadetlerini, alacağı feyze, daha doğrusu haz ve zevke bağlamamalıdır. Bazen öyle namaz olur ki siz onu kabz hâlinizde, yani ruhunuzun sıkıldığı, gönlünüzün daraldığı bir anda eda etmiş olursunuz. Zâhire göre ve acele ile hüküm verecek olursanız böyle bir namaz hakkında kötümser düşünebilirsiniz. Hâlbuki o en makbul namazlardan biri olmuştur. Zira maddî-mânevî füyûzât hislerinden tecerrüt etmiş olduğunuz bir zamanda dahi siz, kulluğunuzu unutmamış ve Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gelmişsiniz. Size hiç avans verilmiyor fakat bu durum aynı zamanda sizin sadakatinizden bir şey de eksiltmiyor.. ve işte hâlis kulluk da budur.
Madem Cenâb-ı Hak, اُدْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ“Bana dua edin, icabet edeyim.”[3] buyurarak dudaklarımızdan dökülecek her duaya icabet edeceğini bildiriyor; öyle ise ben de O’nun kapısının eşiğini aşındırmaya devam etmeliyim.” deyip oradan ayrılmamak, bir bağlılık ve sadakat ifadesi olacaktır. Eğer bir insan hayatı boyunca, hiçbir haz ve lezzet duymadan böyle bir kulluk yapıyorsa bütün ömrünü, ihlâs ve samimiyet içinde en hâlisane kullukta geçirmiş sayılır.
Diğer taraftan, mânevî dereceler elde etmek de kulluğa hedef ve gaye yapılmamalıdır. Onun içindir ki, Cennet arzusuyla kulluk yapan için “Abdü’l-Cenne” (Cennet’in kulu) denmiştir. Hâlbuki Cennet, amel ve ibadet için maksat olamaz. İbadet, Hak emrettiği için ve O’nun rızasını elde etmek maksadıyla yapılır.
Evet, ibadetin gerçek sebebi, Allah’ın emridir. Yani biz ibadeti Allah emrediyor diye yaparız. Cehennem endişesiyle tir tir titreyerek namaza kalkan ve Allah (celle celâluhu) karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde iki büklüm olan insana ise “Abdü’n-nâr” (Cehennem’in kulu) denilmiştir.
O zaman, “Abdullah” (Allah’ın kulu) nasıl olunacak? Kişi ibadetini ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusundan değil, sırf Allah’ın kulu olduğu ve Allah emrettiği için yapacaktır.
İnsan, maddî-mânevî bütün füyûzât hislerinden mahrumiyet içinde bulunduğu kabz hâlinde de mutlaka namazını kılmalıdır. Hatta onun ağlama ve sızlaması bir feyiz ve bereket vesilesi olabileceği gibi, bazen bir iptilâ ve imtihan da olabilir. Kalbini, her an fikir ve murâkabe elinde tutamayan bir insanın ağlayıp sızlaması bile onun için ciddi bir tehlike olabilir. Çünkü o, kalbinin derinliklerine her zaman vâkıf ve nigehbân olamaz. Hatta bu hâller tamamen namaza verilmiş atiyye ve ihsanlar da olsa, bu yüzden de insan namaz kılarken hep onların peşinden koşsa, ihlâsa dair çok mühim bir kısım noktaları kaybetmiş olur. Zira kapalı bir sandık gibi, Allah huzuruna, sadece Allah rızası duygusuyla meşbû ve meşgul olarak gitmek çok önemlidir.
Rabbimizden dileyelim, samimiyette, Kendisine bağlılıkta, ihlâsta bizi zirvelere ulaştırsın! Buna karşılık durumumuz halkın nazarında varsın yıkık-dökük ve hırpanî olsun. Böyle bir dış görünüşün pek önemi yoktur. Önemli olan, Allah’ın nazarında büyük olmaktır. Bu noktada herkes endişe ile iki büklüm olmalı ve اَللَّهُمَّ اجْعَلْنِي فِي عَيْنِي صَغِيرًا وَفِي عَيْنِكَ كَبِيرًا “Allahım, beni kendi nazarımda küçük, nazar-ı ulûhiyetinde de olabildiğince büyük kıl!”[4] diye dua etmelidir.
Bir diğer husus da şudur: Cenâb-ı Hak ibadet yapanlara bir kısım ruhanî zevkler ihsan edebilir. Bazı büyük kimseler vardır ki, bunlar “ucb” (kendini beğenme) denen şeyi kalblerinden silip tam tevhide erdikleri için, mazhar oldukları bütün bu güzellikleri, o güzellikleri sırtlarına bir urba gibi giydiren Zât’tan bilirler. Onun için, bu gerçeği gürül gürül söylemeyi “tahdis-i nimet” (mazhar olunan nimetlerin, şükür sadedinde söylenmesi) sayarlar. Mesela Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Herkes haşrolduğu zaman, ben Livâü’l-Hamd’in sahibi olarak haşrolacağım.”[5] Başka bir hadislerinde ise; “Allah bana beş şey verdi ki, başka peygamberlere vermedi.”[6] buyurur.
Bunlar tahdis-i nimet makamında söylenen sözlerdir. Biri bana güzel bir elbise giydirmiş, gezdiğim her yerde, o zatın bana karşı cemilesini, hediyesini ifade ediyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıyor ve şöyle diyorum: “Bu sırtımdaki elbise güzel, hatta bana da güzellik katıyor, Rabbim’in yarattığı hilkatteki güzelliğe ayrı bir buud kazandırıyor. Ama bu güzellik benden değil, bu elbiseyi bana giydiren Zât’tan ve bana giydirdiği elbiseden kaynaklanmaktadır.” İşte bu mânâda Rabbimiz’in, üzerimizde olan ikramlarını söylemede beis yoktur; hatta çok defa onları gizlemek belki nankörlük olur.
İşte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yine böyle bir tahdis-i nimet sadedinde, إِنَّ اللهَ عَزَّ وَجَلَّ جَعَلَ لِكُلِّ نَبِيٍّ شَهْوَةً، وَإِنَّ شَهْوَتِي فِي قِيَامِ هَذَا اللَّيْلِ “Allah her nebiye, bir şeye karşı şehvet (kuvvetli arzu) vermiştir. Benim arzum ise gece ibadetine karşıdır.”[7] buyurmuştur. Ancak Efendimiz, hiçbir zaman namazdan aldığı ruhî haz için namaz kılıyor değildi. Bu ifadelerde, bu türden şeylere açık olan insanlara işarette bulunulmaktadır. Himmet âli tutulacak ve namaz o hâle gelinceye kadar çalışma ve gayret devam edecektir.
b. Cemaatle Namaz
Namazları cemaatle kılmak, hiçbir zaman ihmal edilmemesi gereken çok önemli bir sünnettir. İmam Ahmed İbn Hanbel’in cemaat hakkındaki anlayışı dikkate değerdir. O, cemaati, namazın farzlarından biri sayar. Tabiîn efendilerimiz de cemaat hususunda son derece titizdirler. Mesela büyük imam A’meş (Süleyman İbn Mihran), –tebe-i tabiîn imamlarından Vekî İbn Cerrah’ın şehadetiyle– yetmiş sene boyunca ilk tekbiri hiç kaçırmamıştır. Yetmiş sene, tek bir rekâtı bile kaza ederken görülmemiştir. Bir başkası, ömrü boyunca namazlarda başkasının ensesini görmemiştir; çünkü hep en ön saftadır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), namazın cemaatle kılınmasına çok ehemmiyet vermiş ve her vesile ile bunu teşvik etmiştir. “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki içimden geçiyor; ezan okunduğunda birini imamlığa geçireyim, ben de yanıma biraz odun alayım da gidip şu namaza gelmeyenlerin evlerini başlarına yakayım.”[8] hadisi O’nun cemaate verdiği önemi göstermektedir. Nitekim fukaha, bu hadisten hareketle cemaate farz, vacip ve sünnet-i müekkede gibi hükümler vermişlerdir. Ahmed İbn Hanbel Hazretleri; وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِعِينَ “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rukû edenlerle birlikte rukû edin.”[9] gibi âyet-i kerimeler ve arz ettiğimiz hadis ve benzeri pek çok hadis-i şeriften hareketle, namazın cemaatle kılınmasının farz-ı ayn olduğu hükmüne varmıştır. Bir kısım Şafiî fukahası, namazın cemaatle kılınmasını farz-ı kifâye olarak kabul ederken, Hanefi ve Malikiler ise sünnet-i müekkede olduğunda ittifak etmişlerdir.
İnsanlığın İftihar Tablosu, “Cemaatle kılınan namaz tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha üstündür.”[10] buyurmuştur. Sevab-ı uhrevînin umuma terettüp etmesi itibarıyla, bir ferde verilen sevaptan diğerlerinin mahrumiyeti söz konusu değildir. O sevabın tamamı, nuraniyet sırrıyla herkesin amel defterine işlenir.
Bu hadisler, aynı zamanda bize, Allah yolunda yapılan ibadet ü taat ve seyr u sülûkteki ferdî muvaffakiyetlerin, mutlak mânâda mükâfat ve karşılık göreceğini, ancak neticede bunların yine ferdiyet plânında kalıp, hiçbir zaman cemaat hâlinde eda edilme keyfiyetine ulaşamayacağı hakikatini öğretmektedir. Bu husus namaz, oruç, hac vs. ibadetlerde olduğu gibi, iman ve Kur’ân yolunda yapılan gayretlerde de mevzubahistir.
Evet, tek bir ferde, Allah’ın vaat ettiği şeylere ulaşma teminatının olmadığının bilinmesi gerekir. İnsan, iman ve Kur’ân adına tek başına harikulâde bir şeyler yapsa bile bu, daima ferdiyet plânında kalır. Fakat bir iş, duygu ve düşüncede aynı değerleri paylaşan bir topluluk hâlinde eda edildiği takdirde, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturundan hareketle, o insanların her bir ferdi bu amelden kazanılan sevaptan hissedar olur. Hususiyle yaşadığımız asır kolektif şuur asrıdır ve ancak bu şuurla hareket edilerek Kafdağı’ndan ağır yükler kaldırılabilir.
[1] Buhârî, ezân 95, 122, ist’zân 18, eymân 15; Müslim, salât 45.
[2] Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 5, 7.
[3] Mü’minûn sûresi, 23/60.
[4] el-Bezzâr, el-Müsned 10/315; ed-Deylemî, el-Müsned 1/473.
[5] Tirmizî, menâkıb 1; İbn Mâce, zühd 37.
[6] Buhârî, teyemmüm 1, salât 56; Müslim, mesâcid 3, 5.
[7] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 12/84.
[8] Buhârî, ezân 29, 34, ahkâm 52; Müslim, mesâcid 251-254.
[9] Bakara sûresi, 2/43.
[10] Buhârî, ezan 30; Müslim, mesâcid 249.
- tarihinde hazırlandı.