Namazın Topluma Bakan Yönüyle Meyveleri
İslâm, cihanşümûl bir dindir. Bu sebeple o, bir yandan bütün milletleri Allah önünde birlik olmaya çağırırken diğer yandan Müslümanların kendi içlerinde bir birlik teşkil etmelerini ve birbirleriyle kardeş yakınlığı içinde bulunmalarını ister; buna vesileler arar. إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ “Şüphesiz mü’minler birbirleriyle kardeştirler.”[1] âyeti bu hakikati ifade eder. İslâm’ın en önemli esaslarından olan namaz, kulun Rabb’le irtibatından başka, insanlar arası diyaloğunu da en iyi şekilde sağlar. Bu yönüyle onun içtimaî bir ruhu da vardır. Mü’minin günde beş defa din kardeşleriyle bir araya geldiği mescit, sadece ibadet mekânı değildir; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine-i Münevvere’ye teşrif eder etmez, hem topluca Allah’a ibadet edecekleri hem askerî ve sivil şurayı toplayıp devletle ilgili işleri istişare edecekleri hem de ümmetin halkalar hâlinde ilim tedris edecekleri bir mescidin inşasına koyulmuştur. Bu uygulama, Efendimiz’den sonra bir sünnet olarak kabul edilmiştir. Nitekim Osmanlı’nın ilk dönemlerine baktığımızda durumun bundan farklı olmadığını görürüz. Tarihte bir yol bulup Bursa’ya gittiğimizde, orada Mehmet Çelebi’nin, Murat Hüdavendigar’ın ve daha nice sultanların, şadırvanlardan akan suyun şırıltıları altında, mescidin bir tarafında askerî şurayı diğer tarafında da sivil şûrayı toplayıp meselelerin hâlline çalıştıklarını ve stratejiler belirlediklerini görürüz. Onlar, ezân-ı Muhammedî okununca şadırvana koşup abdest alıyor, o duruluk içinde namaza duruyor, huzurdan ayrıldıktan sonra da oturup meseleleri müzakere ediyorlardı. Günde beş defa Rabb’in huzuruna gelip “Allah büyüktür.” ikrarında bulunurken aynı zamanda duru ve berrak bir kalble yapacakları işlerin de bir hazırlığını yapmış oluyorlardı. Müzakere edilen bütün bu meselelerin, Rabb’e hesap verme şuuru içinde görüşüldüğü düşünülecek olursa sonucun ne kadar duru, ne kadar itminan verici ve hedefe götürücü olduğu anlaşılmış olacaktır.
a. İnsanlar Arasında Eşitliği Sağlar
İbadetler, toplum içindeki farklılaşmayı asgarî seviyeye indirir ve insanlığın öteden beri rüyalarını görüp durduğu eşitliğin gerçekleştirilmesine katkıda bulunur. Namaz, oruç, hac, zekât böyle bir fonksiyon eda eder.
İslâm ibadet sisteminin amaçlarından biri de insanı ruhen ve bedenen sağlam tutarak ruhî ve bedenî hastalıklara karşı korumaktır. Gurur ve kibir, kendini bulamamış küçük insanlara ait birer boşluk ve ruhî birer hastalıktır. İnsanın bu tür zaaflara düşmesi her an muhtemeldir. Dolayısıyla bu tür zaaflarla bir ömür boyu mücadele edilmesi gerekir. Diğer taraftan ihlâs, mahviyet ve tevazu ise insan benliğindeki bu boşlukları dolduracak fazilet buudlarıdır. Bütün bu mânâları üzerinde taşıyan en şümullü ibadet ise namazdır.
Evet, namaz, insandaki kötü duyguları yok eder; diğer insanlarla kaynaşmayı engelleyen mânileri ortadan kaldırır ve onlar arasında gerçek eşitliği tesis eder. İnsanlar, namazdan başka hiçbir yerde zenginiyle-fakiriyle, amiriyle-memuruyla, küçüğüyle-büyüğüyle bu ölçüde bir araya gelemez, birlikte omuz omuza saf tutamaz. Sokaklarda korumalarıyla dolaşan, yanlarına kimsenin yaklaştırılmadığı devlet başkanları dahi namaz için camiye geldiklerinde sade vatandaşlarla aynı safı paylaşmak mecburiyetinde kalır. Zira Rabb’in huzurunda, bir köleyle onun efendisi arasında fark olmadığı gibi, üzerinde takım elbise taşıyanla, eski bir hırka taşıyan arasında da fark yoktur. Aralarındaki fark sadece takva iledir.
İslâm, bu içtimaî anlayışla gelir ve insanlara bu denli bir eşitlik salıklar. Namazdaki bu anlayış öyle bir ülfet ve ünsiyet peyda eder ki artık hayatın her safhasına taşınır ve hâkim olur. Dolayısıyla insanlar, birbirlerine tepeden bakmaz, birbirlerinden kaçıp uzaklaşmaz. Aksine, tıpkı namazda olduğu gibi içtimaî alanlarda da bir bünyan-ı mersûs (sağlam bir yapı) teşkil ederler.
b. İnsanı ve Toplumu Disipline Eder
Namaz, mü’minin hayatını disipline eder ve ona itaat ruhu kazandırır. Mü’min günde beş defa namaza durmak suretiyle yirmi dört saatini beş sabit parçaya bölmüş olur. Dolayısıyla bütün işler bu vakitlere endeksli olarak –Rabb’in huzuruna durup hayata bir muvazene getirdikten ve fikre bir istikamet kazandırdıktan sonra– yapılır.
Aynı zamanda mü’min, namazı eda için imama uyduğu zaman, Rabb’le konuşmayı imama bırakır; imamın kıraati kendi kıraati olur ve onun dediklerine sadece “amin” der, temenna çeker. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Câbir’in rivayet ettiği bir hadiste, مَنْ كَانَ لَهُ إِمَامٌ، فَقِرَاءَةُ الْإِمَامِ لَهُ قِرَاءَةٌ “Kim imama uymuş ise imamın kıraati onun da kıraatidir.”[2] buyurur. İmam, rukûa eğildiğinde o da eğilir; secdeye gittiğinde o da gider.. ve bu hâl selam verinceye kadar devam eder. Bu yönüyle İslâm’da imametin mânâsı çok büyüktür. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi ashabına daima imamlık yapmış; hayatta olduğu sürece de hiç kimsenin arkasında namaza durmamıştır. Sadece hayatının sonlarına doğru, hastalanıp mescide gelmekte zorlandığı an Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) mihraba geçip namaz kıldırmıştır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisini biraz iyi hissedip de mescide geldiğinde ise O’nun gelişini sezen Hz. Ebû Bekir imamlık mevkiinden geriye çekilmiş ve O’nun önünde namaz kıldırmak istememiştir. Çünkü O, bir peygamber olmakla birlikte aynı zamanda bir devlet reisi ve bir imamdı; dolayısıyla bu imamın önüne geçilemezdi.
Diğer taraftan imama itaat, körü körüne bir itaat da değildir; o hata eder ya da unutursa doğruya irşad edilir. Nitekim Resûl-i Ekrem, bir defasında namaz kıldırmakta iken misal âleminden nazarına arz edilen bir manzara ile canı sıkılmıştı. Ebû Hüreyre, Allah Resûlü’nün bu durumunu anlatırken, “Kaşları çatılmış, yüzü her zamankinden farklı bir görünüm almıştı.” der. Bundan dolayı da yanlışlıkla dört rekâtlık namazın ikinci rekâtında selam vermişti. Namaz bitince sahabeden Zülyedeyn ileriye atıldı ve, “Ya Resûlallah! Namaz mı kısaldı yoksa siz mi unuttunuz? Bize her gün dört rekât kıldırdığınız namazı, Allah’tan bir emir mi geldi de iki kıldırdınız?” dedi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabına dönerek, “Zülyedeyn ne diyor?” buyurdu. Ashab, “Doğru söylüyor Ya Resûlallah. İki rekât kıldınız.” dediler.[3] Bunun üzerine Efendimiz: “Namaz hakkında bir değişme vukû bulsa elbette ben onu size haber veririm. Lakin ben de sizin gibi bir insanım. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum; unuttuğum zaman bana hatırlatın.” buyurmuştur.[4] Sanki Allah (celle celâluhu), Efendimiz’e namazın rekâtlerini unutturmakla ümmete hatırlatma ruhunu aşılamak istiyor, o mevzuda yapacakları şeyi ilham ediyordu.
Hâsılı, imam, öne geçer namaz kıldırır. Şayet bilerek-bilmeyerek bir hata yaparsa o zaman da siz onu ikaz edersiniz. Bu yönüyle namaz, yüksek bir cemaatin disipline edilmesi hususunda en mühim bir unsurdur ve sağlıklı bir itaat ve teslimiyet fikrinin formüle edilmiş şeklidir.
c. İnsana Cömertlik Kazandırır
Dünyanın ileri toplumlarına bakıldığı zaman onların bir kısım vasıflara sahip oldukları ve bu özellikleriyle diğer toplumlardan ayrıldıkları görülür. En ideal toplum; fertleri, küçüğüyle-büyüğüyle mütevazi ve yüzü yerde, itaat ve teslimiyet duygusu içinde hareket eden, birbirlerine karşı saygılı, sahip oldukları her şeyi cömertlik duygusuyla muhtaç insanlara veren toplumdur. Namaz, işte bütün bu hususları içerisinde barındıran yüce bir ibadettir. O, hem tevazunun formüle edilmiş bir şekli hem de insanlara cömertlik hissi kazandıran kudsî bir çağrıdır.
Evet, insan namazda cömertlik antrenmanı yapar; başta vaktinden fedakârlık gösterir; her vakit gelir geçer de onun namazda vakti sonsuzluğa ulaşır, zaman onunla değer kazanır ve vücubla imkân arası nuranî bir çizgi hâlini alır. Bunu bir misalle arz etmek gerekirse; insan, zamanının yaklaşık üçte birini dünyaya sarfederek elde ettiği maldan, Allah rızası için zekât verir. Verdiği bu zekâtı ana maldan değil de ondan elde ettiği mahsülden verir. Hâlbuki namaz öyle değildir; o tamamen sermayeden Rabb’e verilir. Günde beş defa namaz kılan bir mü’min, abdestte ve mescide giderken yolda geçirdiği vakti de içine katacak olursak her gün sahip olduğu 24 saatlik sermayesinden önemli bir kısmını Rabb’ine ayırıyor, yatırımını doğrudan doğruya zamana yapıyor demektir. Bu durum âdeta ağacın meyvesinden zekât verme yerine, doğrudan ağacın verilmesi gibi bir şeydir. İşte mü’min, bu cömertlikle namazda zamanını sonsuzluğa ulaştırır.
Evet, günde beş defa camiye gelen insanlar, anaparalarını dahi Allah için verecek kadar hiss-i semahat içindedirler. Zira günde beş defa bunu yapabileceklerine dair ahd ü peymânda bulunmaktadırlar. Allah’a hamdolsun ki günümüzde zengin simaların, secde eden mütevazi gönüllerin, daha doğrusu zenginiyle-fakiriyle, yaşlısıyla-genciyle Allah’ın çok sevdiği bir topluluğu oluşturma yolunda olan fertlerin binlercesine şahit olmaktayız.
[1] Hucurât sûresi, 49/10.
[2] İbn Mâce, ikâme 13; Abdurrezzak, el-Musannef 2/136.
[3] Buhârî, salât 88, ezân 69, sehv 3,4,5, edeb 45, ahbâr 1; Müslim, mesâcid 97, 99.
[4] Buhârî, salât 89; Müslim, mesâcid 89.
- tarihinde hazırlandı.