Allah ve Resûlullah’ı sevmek
Soru: Bütün mü’minler, “Allah’ı ve Resûlullah’ı seviyoruz.” diyorlar. Hakiki sevmede ölçü var mıdır? Varsa “Allah’ı ve Resûlullah’ı seviyorum.” derken insanın mülâhazası nasıl olmalıdır?
Her mü’min, Allah ve Resûlullah’ı sevdiğini ifade eder. Vâkıa bu sevgi, anne ve babanın evladını sevmesi gibi değildir. Onlardaki cibilli bir şefkattir. Zât-ı Ulûhiyet’e karşı olan sevgiyi biz, idrakimize açılan kapılarla, şuurumuzla, tefekkürümüzle elde ederiz. Yani Allah’ı (celle celâluhu) bilmesek, irfanına eremesek, Fahr-i Kâinat Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyük icraatları ve muhteşem kâmetiyle tanımasak, sevemeyiz. Şuur bir kapı açar ve biz onunla onları tanıma lütfuna erer ve severiz.
Az önce de geçtiği üzere anne ve babanın evlatlarına karşı olan alâkası ve şefkati ise cibillidir. Allah bu cibilli şefkati onların mahiyetlerine koymuştur. Sevmemek onların elinden gelmez. Cenab-ı Hakk’ın da bize karşı böyle bir re’fet ve rahimiyeti vardır; ancak bu, beşerde olduğu gibi acz ifade eder mahiyette değildir.
Bizim, Allah’ı (celle celâluhu) ve Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevmemize gelince bu, başta irade ile başlar. İrfan hâline gelince irade silinir gider. Mesela Fahr-i Kâinat Efendimiz’i siyeri, meğâzisi, inkılâpları ve bize getirdiği esaslarla tanırız. O olmadığı zaman kâinatın umumi bir yetimhâne olduğunu, O’nun neşrettiği nur sayesinde her yanın şenlikle dolduğunu müşâhede ederiz. Bize getirdiği hediyeler, hayat kurtarıcı esaslar ve örnek hayatı karşısında dize gelir ve Resûlullah’ı severiz. Bu noktadan sonra mesele iradi olmaktan çıkar, artık bir aşk ve meşk devri başlar ve elimizde olmayarak Nebiler Serveri’ne bağlanırız ki bu, sevme ile alâkalı meselenin bir yönüdür.
Sevmenin diğer yönüne gelince; Fahr-i Kâinat Efendimiz’in bizimle güçlü bir münasebeti varsa bizim kalbimizin de O’nunla bir münasebeti olacaktır. Şayet O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bizim frekansımızdan bize bir şeyler veriyorsa ve gönlümüz O’nunla rezonans olmuş ise ondaki bir hava bizde de mâkes bulacak, bizdeki bir hava da orada mâkes bulacaktır. Bu çizgide öyle insan vardır ki, Efendimiz’in huzurunda o insanın her nazı geçer ve müspet her hâline destek olunur. Muhaddisînden bir zat mevzuyla alâkalı şöyle bir hâdise anlatır: Uzun zamandır Haremeyn-i Şerifeyn’e yağmur yağmıyordu. Bu sebeple herkes yağmur duasına çıkıyordu. Onların içerisinde ben de vardım. Yapılan bütün dualara rağmen bir türlü dualara icabet edilmiyordu. Bir gece Ravza-i Tâhire’deyken üzerinde eski elbiseler olan siyahî bir insan gördüm. Ridasını omuzuna attı. Huzur-u Risalet-penahide oturdu ve Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ravzası başında şöyle dua etti: “Ya Resûlallah! Ne zamana kadar ümmet-i Muhammed böyle dağidâr ve perişan olacak? Re’fet ve şefkatin buna müsaade edecek mi? Yemin ediyorum ki şayet yağmur yağmazsa buradan başımı kaldırmayacağım!” Bu insan henüz başını kaldırmadan şakır şakır yağmur yağmaya başladı. Ertesi gün arayıp evini buldum ve içeriye girdim. O şahsa bir evvelki gece kendisini gördüğümü ve yaptığı duasına muttali olduğumu söyledim. Beni dinleyince o insanın “Hâlime nigehbân oldular!” düşüncesiyle birden bire rengi kaçtı ve benzi sararıp soldu. Ertesi gün yeniden evine gittiğim zaman ev sahipleri bana, “Allah senin hayrını versin ya İmam! Sen bizim aziz misafirimizi kaçırdın. O, gizli bir hazine olarak kalmak istiyordu. Durumuna muttali olduğunu görünce çekti gitti. Nereye gittiğini bilmiyoruz.” dediler.
İşte bir de bu türlü, Allah (celle celâluhu) ve Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) seven naz makamının insanları vardır. Allah Resûlü, “Eğer yemin etse, Allah onu yalancı çıkartmaz.”[1] diyerek onlardan bahseder. Bu, o âlemle bu âlem, yani kalb âlemi arasında münasebet-i kaviyenin teessüsüdür ki, bunun sahih bir hadiste izah ve ifade edildiğini görürüz. Kudsi bir hadiste Allah (celle celâluhu), Cibril’e (aleyhisselâm) şöyle buyurur: “Ben falanı seviyorum, sen de sev. O da gökte durup sema ehline şöyle seslenir: ‘Allah falanı seviyor, ben de seviyorum, siz de sevin!’”[2] Bu kutlular, iradeyle değil, Allah’ı Allah olduğu için, Resûlullah’ı Resûlullah olduğu için severler. Bu noktada sevgi için bir kısım sebepler (esbab-ı mucibe) aramazlar. Bu sayededir ki bazen Cenab-ı Hak gedâya sultanlık bahşeder. Liyakatimiz olmamasına rağmen Allah bizi kendi kapısında böylesi bir mecnun kılsın da bizi hep sevsin ve sevdirsin!
Bu ufku yakalayan mübarek zatlardan biri de Râbia Adeviye Hazretleridir. Onun şöyle bir duasını hatırlıyorum: “Allah’ım! Benim Sana karşı olan alâka ve muhabbetim hürmetine değil, Senin bana karşı olan muhabbetin hürmetine benim şu işimi yap!” O, öyle muallâ bir mevkie çıkmıştır ki, Allah’ın kendisine olan muhabbet ve alâkasının derinliğini müşâhede etmiş ve onu vesile yapmıştır. Bu, belli bir makamın cilvesi ve belli bir edanın ifadesidir. Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve kereminden isteriz ki, bunu herkese lütfetsin.
Sözün burasında müsadenizle –kısaca– soruda olmayan bir husus üzerinde de durmak ve mevzuu noktalamak istiyorum. Ben uzun zaman Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevilmesinin ne demek olduğunu çok az anladım; ancak ara sıra bazı hâller müstesna Cenab-ı Vacibu’l-Vücud’u burnumun kemikleri sızlar şekilde sevmenin ne demek olduğunu kavrayamadım. Bunun sırrını pek bilemiyorum. Belki cismaniyetimiz mâni ve onu aşamıyoruz. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in bizim gibi bir varlık olması –Bizim gibi varlık derken cismanî olmasını kastediyorum. Hâşâ ki O, bizim gibi varlık olsun!– itibarıyla O’na karşı sevginin ne demek olduğunu az çok vicdanımızda ve ruhumuzda duyuyoruz. Huzuruna gittiğimiz zaman da buna tercüman olmaya çalışıyoruz. Bir âşıkın, mahbubu karşısında diyebileceği şeyleri söylemek istiyor ve bunların yalan veya doğru olmasını da kontrol edebiliyoruz.
İnsan, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı böyle bir imtihanda az çok bir şeyler diyebilir. (Ben ölçü olmayayım, kimsenin hissine de tercüman olmaya çalışmayayım. Ancak ben kendi mukteza-i beşeriyetimi anlatıyorum.) Bununla birlikte gerçekten O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevgisinin ne demek olduğunu bilenler vardır. Fakat Vacibu’l-Vücud’a karşı burnunun kemiklerini sızlatacak, iliklerinde inilti meydana getirecek şekilde –çok az zaman müstesna– bu sevginin ne demek olduğunu ben müdrik değilim. Onun için ben çok defa Hasan Şâzilî ve Ahmed Rifaî Hazretlerinin münacaatlarında çok duyduğumuz gibi, “Şu yaşa geldim. Hâlâ Senin huzuruna bir kapı ve menfez açılmadı. Vicdanımda Seni bilemedim ve tanıyamadım.” diyorum. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri yetmiş yaşları civarında vefat ederken bu ufku iki sene yaşadığından bahseder. Bu derinliği ve O’nunla sağlam bir münasebet tesis etmeyi bilemediğim için bu mevzuda bir şey söylemeyeceğim. Zira mevcudiyetine ve huzurunda bulunduğumuza inandığım Allah (celle celâluhu) karşısında hiç olmazsa şu dakikada su-i edepte bulunmak istemiyorum.
[1] Buhârî, eymân 9; Müslim, birr 138, cennet 48.
[2] Buhârî, bed’ü’l-halk 6, edeb 41, tevhid 33; Müslim, birr 157.
- tarihinde hazırlandı.