O'nun Terbiye Sisteminden Örnekler
Buhârî, Müslim, şu vak'ayı naklediyorlar: "Bir gün Allah Resûlü mescitte oturuyorlardı. Bir bedevi içeriye girdi; ihtimal Efendimiz'e bir şeyler sorup öğrenecekti. Fakat bu adam gitti ve mescidin bir tarafına idrar etmeye durdu. Oradakiler, مَهْ مَهْ diye müdahale etmek istediler. (Arapça'da bu, 'Dur, yapma!' demektir.) Allah Resûlü "Adamı bırakın ve idrarını kestirmeyin!" buyurdu. O bir bedevi idi. Kalkıp onu dövebilirlerdi. Ne var ki, bedeviye karşı böyle bir muamele de bedevice olurdu. Allah Resûlü'nün ashabı bedevi değildi. Sonra buyurdular ki: "Gidin bir kova su getirip idrarın üzerine dökünüz; su o pisliği alır götürür orası da temizlenir."[1]
Evet, bidayette büyük çoğunluğu itibarıyla caminin içine bevledecek kadar bedevi ve vahşi bu insanlardan, o ideal cemaati çıkarmıştı. Kim bilir belki de o bedevi, Tarık b. Ziyad, Şurahbil b. Hasene veya Ukbe'nin babasıydı...
2. Kadına Verdiği DeğerCahiliye dönemi arkada bırakılmış ve o döneme ait her şey artık, ya acı bir teessür ve bir hasretle ya da müstehzi bir edayla anlatılıyordu. Evet, o dönem anlatılırken ya dudaklar geriye gidiyor, ifadeler tebessüme bürünüyor veya bir iç burkuntusuyla kekeleniyordu. Bir gün yine bâdiyeden gelen bir bedevi, mescitte Allah Resûlü'ne bazı şeyler anlatmıştı. Ve anlattığı şeyler arasında bir de şu vardı: "Yâ Resûlallah! Ben de kız çocuklarımı kendi ellerimle gömmüştüm." demiş ve devam etmişti:
Bunlardan birinde, kızımın elinden tuttum götürdüm; ki kızım, tam da gelişip çarpıcı bir hâl aldığı çağdaydı. Çölde iyice uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım. Sonra da bir yeri, kazma ve kürekle kazmaya başladım. Zavallı gafil çocuk, hiçbir şeyden haberi yoktu. Benimle beraber o da kendi çukurunu kazıyordu. (Adam bunları anlatırken Allah Resûlü bir bahar bulutu gibi dolmuş ve gözyaşları boşalmaya başlamıştı.) Kazma işi bitince geriye çekildim. Küçük yavru ne olacağından habersiz çukura bakıyordu. Aniden sırtına bir tekme indirdim. Başaşağı kuyuya giderken, "Babacığım, babacığım!" diye feryat ediyordu. Allah Resûlü, hıçkıra hıçkıra ağlayınca sahabe-i kiram, adama "Resûlullah'ı ne diye müteessir ediyorsun!" diye itap etmeye başladılar.[2]
Evet, işte o zamanki insanların durumu buydu. Kadının hakk-ı hayatı yoktu. Ve Allah Resûlü böyle bir cemaat içinde zuhur ediyor, her şeyi kendi değerine irca ettiği gibi, kadına da değerler üstü değer kazandırıyor.
Evet, o gün kadın hor görülüyor, irdeleniyor, yedi kapı kovuluyor, baba ona karşı yüzünü ekşitiyor ve yeni doğan kız çocukları babadan saklanıyordu. Vâkıa, o gün istatistik bilinmiyordu ve öyle bir istatistik de yapılmamıştır. Ama, yaşayan kadınlar, zannediyorum yüzde 50, babalarına gösterilmeden, kaçırılan kadınlardı. Belki sadece Hz. Ebû Bekir gibi fıtraten selim olarak doğan ve temizliğe açık olan ruhlar çocuklarını öldürmemişlerdi. Bunun dışında gençliğinde Müslümanlığı idrak edemeyen pek çok kimse mutlaka bir kız çocuğunun kâtili bulunuyordu. İşte bu cemaat içinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kızları en yüksek pâyeye ulaştırıyordu.
Bakın Nesâî'nin Âişe Validemiz'den naklettiği hâdise: "Huzur-u risalet penahiye bir kız geldi: 'Yâ Resûlallah!' dedi 'Babam beni istemediğim hâlde amcamın oğluyla evlendirdi.' Allah Resûlü derhal babasını çağırdı: 'Kızını, istemediği hâlde bir başkasıyla evlendirmeye zorlayamazsın!' dedi. Adam: 'Nasıl emrederseniz yâ Resûlallah!' diyerek yaptığından vazgeçti." Zaten, sahabinin başka türlü düşünmesi de mümkün değildi. Adam belki de, kızını vermekle yeğenini bir sıkıntıdan ve zor bir durumdan kurtarmak istiyordu ancak, Allah Resûlü'nün emri her şeyden üstündü. O, Allah Resûlü'ne teslimiyet ifade eden sözlerini bitirince, kız ayağa kalktı ve şöyle dedi:
"Yâ Resûlallah, benim esas maksadım babama muhalefet değildi. Ancak, İslâm'da bunun hükmü nedir, baba, kızını birine verme hususunda nereye kadar selâhiyet sahibidir, işte bunu öğrenmek istemiştim ve buraya da bu niyetle gelmiştim."[3]
Dün kuyulara atılan, horlanan, hakir görülen, toprağa gömülen kız, kısa bir zaman sonra Peygamberin huzuruna çıkıyor ve rahatlıkla hakkını arayabiliyordu. Acaba evleneceği kişi hakkında babası ona zor kullanabilir miydi? İşte o, bunu soruyordu. Birkaç sene evvel, böyle bir hâdise olacağı söylenseydi, o günün insanları dinlediğine inanamaz, ya da söyleyenin aklından zoru olduğunu kabul ederdi. Ama, işte, bütün bunlar oluyordu.
3. İstiğna İnsanıİmam Müslim ve Ebû Dâvûd, Avf b. Mâlik'ten naklediyorlar: Avf b. Mâlik diyor ki: "Bir gün Allah Resûlü'nün huzurunda bulunuyorduk.. ve hepimiz 8-9 kişi kadardık. Bize: 'Biat edin!' buyurdular. Hepimiz hayret etmiştik. Biz şimdiye kadar birçok defa biat etmiş değil miydik? Ve sorduk: 'Ey Allah'ın Resûlü! Hangi şey üzerine biat edelim?' Cevap verdiler: أَنْ تَعْبُدُوا اللّٰهَ وَلاَ تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئاً وَتُصَلُّوا الصَّلَوَاتِ الْخَمْسَ وَأَنْ لاَ تَسْأَلُوا النَّاسَ شَيْئاً "Allah'a kulluk edip O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı tastamam kılmak ve insanlardan hiçbir şey istememek üzere biat edin!"[4]
Bu son cümleyi söylerken, sesini iyice düşürmüş ve sanki başkalarına duyurmamak için gayret gösteriyordu. Belli ki, başkasının duymasını istemiyordu.
İhtimal, duyulsaydı, bu sahabiler mahcup olabilirlerdi. Allah Resûlü, olabildiğince hassas bir insandı. Arkadaşlarına karşı hiçbir zaman perdeyi yırtmamıştı.
Ve seneler geçiyor; bu insanlardan birçoğu fakir düşüyor. Fakir düşüyor ama, istememe mevzuunda öyle ince eleyip sık dokuyorlardı ki, atının üzerinde giderken, kamçısı yere düşse, oradan geçmekte olan birine "Şu kamçıyı bana ver!" demeyi dahi tese'ül saydıklarından demiyorlardı.[5] Muhtemel böyle bir söz verdikten sonra bunlardan hiçbiri kimseden bir bardak su bile istememişlerdi.
İmam Buhârî, Sahih'inde anlatıyor: "Hakîm b. Hizam, Allah Resûlü'ne geldi ve bir şey istedi. Allah Resûlü ona, istediğini verdi. Ancak Hakîm'in istemesi bitmedi. Aynı anda birkaç kere daha isteğini tekrar etti.. ve Allah Resûlü de, o ne istediyse verdi. Sonra da şöyle buyurdu:
'Bu dünya tatlıdır, şirindir, güzeldir, yemyeşildir. Çoğunuz bu cezbeye kapılıp gidebilirsiniz. Fakat istemeden size verilirse mübarek olur. İstediğinizden dolayı verilirse size yük olur ve minnet altında kalırsınız. Sakın istemeyiniz!'
Daha sonra bu zat dilenecek durumlara düştü ama, ne Hz. Ebû Bekir, ne de Hz. Ömer, değil sadaka ve zekât, ganimetten gelen "humus"tan dahi ona bir şey kabul ettiremediler. "Hayır!" diyor ve almamada diretiyordu."[6]
4. Cahiliyeden Bir KesitO, elli bin türlü cahilî âdeti göğüsleye göğüsleye bir zulmet çağını ışık asrı hâline getiriyordu.
Bu hususa ışık tutmak üzere, Cafer İbn Ebî Talib'in, Necaşî karşısında söylediği sözleri nakletmek istiyorum: "Ey Melik, biz kan içer, leş yer, zina eder, hırsızlık yapar, adam öldürür ve yağmacılıkla iştigal ederdik.. kavi zayıfı ezer ve insanlık adına utandırıcı daha neler neler yapardık..."[7] derken, Hz. Muhammed'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) evvel insanlığın nasıl üst üste karanlıklar içinde bulunduğuna dikkati çekiyordu.
Evet bu toplulukta, bir damla suda kıyametler koparılır.. hak bendedir mülâhazasıyla iki cemaat birbirine girer ve birbirini öldürür.. yine bu topluluk içinde zina tecviz edilir.. hırsızlık meziyet sayılır.. ve alkolik olmayan insanların adedi iki elin parmakları sayısınca ya vardır veya yoktur.
İşte âdetlerinde böylesine mutaassıp ve alabildiğine vahşi bu cemaat içinde, O, hem de en kısa zamanda, bütün bu rezîleleri, bu ahlâk-ı seyyieyi onların içlerinden söktü attı ve onların yerine "ahlâk-ı âliye" ve "mezâyâ-yı gâliye" diyebileceğimiz en yüksek insanî meziyetleri, en yüksek insanî faziletleri getirip yerleştirdi. Eflatun Cumhuriyet'inde, başka ütopya yazarları da (meselâ Thomas Moore) ütopyalarında hep bu toplumu heceliyorlardı. Oysa Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem), o fazilet topluluğunu çoktan tahakkuk ettirmişti.
Hâlbuki, vahşi ve vahşetinde mutaassıp hatta vahşetten başka bir şey bilmeyen bir cemaatten, insanlığa medeniyet muallimliği yapabilecek bir cemaati çıkarmak apaçık zulmetten güneşler çıkarmak gibi bir şeydir. Ve işte, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), o harika icraatıyla bunu yapmış ve kendisinin de mucize bir zât olduğunu göstermiştir.
Yıllarca yanımızda kalan bir insana huyunu terk ettiremeyen bizler; âdetleri demlerine, damarlarına işlemiş bu insanlardan âdetlerini söküp atan, Hz. Muhammed Aleyhisselâm karşısında iki büklüm oluyor ve O'nun hak peygamber olduğuna şahadetimizi bir kere daha yeniliyoruz. Evet, vücudumuzun bütün zerreleriyle haykırıyor ve diyoruz ki: "O, Allah'ın Resûlü'dür!"
Ben, hayalimde kurduğum ve ideal bir "terbiye sistemi" diyeceğim bir sistemi -tabiî yine O'ndan mülhem ve Medine kaynaklı- bana en yakın bulunanlara; tam mânâsıyla kabul ettiremedim. "Fazilet" dedim, ağzımda, dilimde tüy bitti; ama fazilete uyaramadım. O ne müthiş kuvvet, ne müthiş güçtür ki, Allah Resûlü; vahşetten medeniyet, denaetten ulviyet ve bedeviyetten mütemeddin insanlar çıkarıyor, sonra da onları mütemeddin milletlerin başına muallim yapıyor. Zannediyorum, günümüzde şu benim gibi âciz ve evindeki üç beş insana laf anlatamayan insanlar bir hamlede insanlığı tutup yükselten ve ruhunun ilhamlarını onların sinelerine boşaltan Hz. Muhammed Mustafa'nın büyüklüğünü daha iyi anlarlar... Yeter ki peşin fikirlilikte ve inatta takılıp kalmayalım.
O, devrinde ta İran'a, Turan'a açıldı. Oysaki İran ayrı bir kültürün tesirinde, Turan ayrı bir kültürün tesirinde, Türk ayrı bir kültürün tesirinde, Romalı da ayrı bir kültürün tesirinde idi. O'nun mesajı bunların hepsinin bünyelerine göre dikilmiş elbise gibi uygun geliyordu. İşte mucize! Evet, O'nun umum küre-i arzı elinin içine alıp, her yere sözünü geçirmesi büyük bir mucizedir.. ve bu mucize de o Zât'ın Allah tarafından gönderildiğine delâlet eder. Yani o Zât, Allah'ın elçisidir. Zaten bizim anlatmak istediğimiz de budur.
Bir insan, dehasıyla kendi asrını keşfedebilir. Meselâ, İskender, bir ölçüde kendi asrını idrak etmiş olabilir. Sezar, kendi asrını aşabilir.. Napolyon bulunduğu devri kavrayabilir.. ve hakeza.. ancak, dünyanın çeşitli yerlerinde daha sonra meydana gelecek ayrı ayrı milletler mozayiğine söz dinletme ve getirdiği mesajın onların ruh hâletlerine uygunluğu ve onların bütünüyle bu mesaja "Evet!" demesi sadece Efendimiz'e has bir keyfiyettir ki, bizim için buna mucize demekten başka çare yoktur.. zaten, bu muvaffakiyeti izah edecek bir başka kelime de bilemiyorum.
Evet, Alparslan, kendisinden 4-5 asır evvel yaşamış olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği mesajları, kendi ruh hâline çok uygun buluyor ve bütün benliği ile O'nun getirdiği sistemi benimsiyordu. Aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen, çağ kapayıp çağ açan, dünyanın en büyük cihangirlerinden Hz. Fatih de, Allah Resûlü'nün getirdiği mesajları aynen selefleri gibi kabulleniyordu. Ardından gelenler de hassasiyetle aynı çizgiyi korudular. Hâlbuki bunların hemen hepsi de insanlık çapında dehaya sahip seçkinlerdi. Seçkinlerdi ama, Allah Resûlü'ne teslimiyette kusur etmiyorlardı.
21. asrın eşiğindeyiz; aradan geçen 14 asır, yine bir şey değiştirmemiş.. ve Allah Resûlü'nün getirdiği mesajlar, gü-nümüzde de aynı tazeliğini koruyarak, kalb, ruh, vicdan, ve akıllarımıza yepyeni şeyler fısıldamakta. Zira O, bu mesajları, kalbimizden geçenleri bilen, ruhlarımıza nigehbân olan, vicdanlarımıza kendisini duyuran ve âsârıyla aklımızı doyuran bir Zât'tan almakta ve bize tebliğ etmekteydi. Yoksa, bir beşer olarak, çağların ihtiyacını karşılayacak bir sistem vaz'etmek, kim olursa olsun insanoğlunu aşan bir mevzudur.
[1] Buhârî, vudû 57; Müslim, tahâret 98-100.
[2] Dârimî, mukaddime 1.
[3] Nesâî, nikâh 36.
[4] Müslim, zekât 108; Ebû Dâvûd, zekât 27.
[5] Müslim, zekât 108; Ebû Dâvûd, zekât 27.
[6] Buhârî, vesâyâ 9.
[7] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/201-202.
- tarihinde hazırlandı.