Küllî Bereket ve Bire Yedi Yüz Veren Başaklar
Soru: Anne-babaya hürmet ve sıla-i rahim gibi güzel hasletler umumi mânâda birer bereket vesilesi olarak zikrediliyor. Dinine hizmet etmek isteyen bir fert de, hizmet adına yaptığı birleri, bin edebilmek için öncelikle hangi bereket vesilelerine tutunmalıdır?
Cevap: Yapılan bir işin bereketli olması, ferdin, o işi "niye, niçin" yaptığının şuurunda olmasına ve aynı zamanda o işin "nasıl" yapılması gerektiğini çok iyi bilmesine, kendini o işe adamasına ve sonra da onu Hakk'ı görüyor ve O'nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla, yani ihsan şuuru içinde yapmasına bağlıdır. Hz. Pir'in ifade ettiği gibi, mü'min, görülüyor olarak işlemeli, görülüyor olarak başlamalı, görülüyor olarak oturmalı, görülüyor olarak kalkmalı, görülüyor olarak yemeli, görülüyor olarak içmeli ve hayatını görülüyor olma mülâhazasına bağlı götürmelidir. Bildiğiniz üzere Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususu;
اَلإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ
"İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah'a ibadet etmendir; sen O'nu görmesen de O seni görüyordur." (Buhari, iman 37) ifadeleriyle dile getirir. Evet, siz ihsan yörüngeli yaşarsanız işte o zaman rahmet ilinden üzerinize sağanak sağanak bereketin yağdığına şahit olursunuz.
Nefis ve Ehline Hakkını Vermek
İnsanın birbirinden farklı, çeşitli sorumluluk ve mükellefiyetleri vardır. Bu sorumluluklar bir hadis-i şerifte şu ifadelerle dile getirilir:
إِنَّ لِرَبِّكَ عَلَيْكَ حَقًّا وَلِنَفْسِكَ عَلَيْكَ حَقًّا وَلِأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقًّا فَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ
"Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver." (Buhari, edep 86) Görüldüğü üzere insanın sorumluluklarının en başında Zât-ı Ulûhiyet'e ait haklar gelmektedir. Bu hakların neler olduğu Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha'da anlatılmıştır. İman, islâm, ihsan gibi Allah'a ait bu haklar, insanın en başta gelen mükellefiyetlerindendir.
Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), Allah'a karşı mesul olduğumuz hakları hatırlattıktan sonra nefsimizin de bizim üzerimizde hakkı olduğunu ifade buyuruyor. Ahsen-i takvîm olarak yaratılan ve bir cevher ve pırlanta kadar değerli olan nefsimizi şurada burada boşuna, beyhude, bâd-i heva zayi etmememiz gerekir. Doğru yolda değerlendirmek suretiyle onunla, cennet, firdevs, Efendiler Efendisi'ne komşu olma ve hepsinden önemlisi Cenâb-ı Hakk'ın rıza ve hoşnutluğunu kazanma gibi âli makamlar peylenmeye çalışılmalıdır. Eğer nefis, potansiyel olarak, bu ufka namzet olmasaydı, bu yüksek gayeleri elde etmeye müsait yaratılmasaydı Allah insanlara bu yüce hedefleri göstermezdi. Bu ulvî hedefler insana gösterildiğine göre demek ki, insanın donanımı buna müsait yaratılmıştır. Öyleyse Hz. Pir'in Yirmi Üçüncü Söz'de ele aldığı gibi, böyle kıymetli bir cevher bakırcılar çarşısında zayi edilmeden, onunla çok daha değerli hedeflerin arkasına düşülmeli ve onlar elde edilmeye çalışılmalıdır. Evet, insanın hakiki kıymeti fani dünyanın ölçüleri içinde anlaşılamaz. Eğer iman, islâm, ihsan ve seradan süreyyaya kadar bütün tabakalarıyla kalbî ve ruhî hayatı elde etmeye talip olursanız, ancak o zaman değerince bir şeyin arkasına düşmüş olursunuz. İşte bütün bunlar nefse ait haklardır. Dolayısıyla nefse ait hakları sadece intihar etmeme, elini, ayağını, dilini, dudağını kesmeme yani onu beyhude feda etmeme şeklinde anlamak eksik bir anlayış olur. Hulâsa, nefsin zayi edilmemesi onun maddî-mânevî bütün hukukuna riayet edilmesi demektir.
Aynen öyle de aile hukuku da, sadece onlarla oturup hoş beş etmekten, bir çay sohbetinde onların gönüllerini almaktan ibaret değildir. Veya onların sadece vazife-i bedeniyeye ait haklarını eda etmekle onların hakları yerine getirilmiş olmaz. Bunların yanında onlara kalbî ve ruhî hayat adına güzel bir rehberlik yapılmalı ve bir ibre gibi onlara hep kıbleleri gösterilmelidir. Yani inanan bir fert olarak senin ailene Allah'ı anlatman, Resûlullah'ı tanıtman ve onlara insanca yaşamayı öğretmen de, ailenin senin üzerindeki haklarıdır. Bunun yanında çocuklarını bir kayyım gibi yakın takibe alman ve onları, bir an-ı seyyale olsun, kötülerle ve kötülüklerle baş başa bırakmaman da onların senin üzerindeki bir hakkıdır. Elbette ki bütün bu sorumlulukları kızarak, bağırarak, baskı altına alarak, senin düşüncelerine karşı onlarda nefret hissi uyararak değil; kafanı zonklatarak, kasıklarında sancı üstüne sancı çekerek, Üstad Necip Fazıl merhumun ifadesiyle öz beynini burnundan kusarak, pedagoji ve psikolojinin kurallarıyla, hususiyle Rehber-i Ekmel Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ortaya koyduğu irşat metoduyla gerçekleştireceksin. İşte bütün bunlar çocukların bizim üzerimizdeki haklarıdır ve onların bu hakları bihakkın yerine getirilmelidir.
Çocuklardaki Boşlukların Gerçek Kaynağı
Hani menkıbelerde anlatılır: Ehlullahtan bir zatın çocuğu belli bir yaştan sonra muziplik olsun diye eline aldığı nodulla milletin ta uzak yerlerdeki sarnıçlardan taşıdıkları su tulumlarını deler. İlk başta, Hazret hatırına kimse bu duruma sesini çıkarmaz. Ancak zamanla milletin canına tak der ve bir iki insan gelip meseleyi Hazret'e anlatır. Hazret hemen bir nefis muhasebesi içine girer ve böyle bir sonucu tevlid edebilecek hatanın ne olabileceğini düşünmeye başlar. "Acaba ben neyi nodulladım, neyi deldim ki, çocuğum bunu benden tevarüs etti?" der, geçmişini gözden geçirir. Ehlullah hayallerinden geçen olumsuz şeyleri bile günah saydıkları için belki kendince pek çok kusurunu bulmuş olabilir. Fakat fiiliyat sahasında bu türden bir kusurunu hatırlayamaz. Bunun üzerine hanımına gelir ve meseleyi ona da anlatır. Ona; "Bizim oğlan uzun zamandan beri böyle bir şey yapıyormuş. Ancak insanlar nezaket ve terbiyelerinden dolayı bize bir şey söyleyememişler. Şimdi bizim bu terbiyesizliğin önünü almamız lazım. Hele sen de bu açıdan bir sergüzeşt-i hayatını gözden geçiriver." tavsiyesinde bulunur. Kadın da düşünmeye başlar ve sonra şöyle der: "Efendi! Vallahi ben o türden bir kusurumu bulamadım. Fakat hamile iken komşulardan birisinin evine gitmiştim. Örgü örüyordum. Elimde tığlar vardı. Bu arada orada bir portakal gördüm. Tığın ucuyla ona az dokundum ve onu ağzıma getirdim." Bunun üzerine Hazret, hanımından, hemen komşusuna gitmesini, ondan helallik talep etmesini ve oturup tevbe etmesini ister.
Çok geçmez, o çocuk, elindeki nodulla tulumları deldiği esnada birdenbire kendi kendine: "Ben, parmakla gösterilen falan şahsın oğluyum. Böyle bir insanın evladı olarak milletle böyle muzipçe oynamak bana yakışır mı? Tevbe ya Rabbi!" der ve koşa koşa babasının yanına gelir. "Baba! Ben bugüne kadar şu haltı karıştırdım." der. Kim bilir belki de o esnada babası da ona; "Oğlum! O haltı sen karıştırmadın, o haltı zamanında biz karıştırmışız." diye mukabelede bulunur.
Evet, anne-babaların, çocuklarını yakın takibe alarak onların hiçbir şeyi nodullamalarına fırsat vermemeleri gerekir. Zira sizdeki bir arıza, sizde olmasa onlarda zuhur eder ve evlat acısıyla onu çeken yine siz olursunuz. Allah karşısında yere siz bakar, evladınızın o hâli karşısında sıkıntı ve ızdırabı siz yaşarsınız. Bu bir menkıbedir. Ancak menkıbelerle ilgili fakirin bir mülâhazası var. Diyorum ki: Menkıbelerde aslındaki sıhhate değil, faslının ifade ettiği mânâya bakılmalıdır.
Kötülükleri İzale Yolları
Biraz önce geçen hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) işaret buyurduğu bu üç sacayağının üzerine ilavede bulunarak milletimizin ve insanlığın da bizim üzerimizde hakları olduğunu söyleyebiliriz. Zira her ne kadar bunlar yukarıdaki hadis-i şerifte açıkça zikredilip yer almasa da, başka sahih hadis-i şeriflerde bize gösterilen hedefler açısından bu hakların da olduğunu görüyoruz. Bu sebeple milletimiz ve insanlığın bizim üzerimizde olan haklarını da aynı kategoride değerlendirebiliriz. Evet, millet abidesini yeniden doğru dürüst ikame etme bizim vazifemizdir ve bugün itibarıyla bu vazifeyi yerine getirmek bizim üzerimizde bir haktır. İster irşat edici dinamikler olarak, ister irşada götürücü yol ve yöntemler olarak, isterse bize bahşedilen daha başka imkânlar olarak milletimizi kendi değerleriyle, kendi mânâ ve ruhuyla ikame etme bize bir emanet olarak tevdi edilmiştir. Eğer bu vazifeyi birileri şöyle veya böyle bugüne kadar getirmiş ve daha sonra bu işi bize tevdi etmişlerse, bu hakkın gereklerine riayet etmemiz bizim için bir vecibedir. Zira bugüne kadar, bu mefkûrenin dertlileri, zindanlarda onca sancı çekerek, hapishane ve sürgünlerde ömür tüketerek, bin bir ızdırap içinde öz beyinlerini burunlarından kusarak bu emaneti bugüne kadar getirmiş ve onu bize emanet etmiştir. O hâlde bu emanete sahip çıkmak onların hakkıdır, bizim için de bir vecibedir.
Aynı şekilde, eğri gören, yamuk bakan insanlara görme sistemini öğretmek de milletimizin bizim üzerimizdeki hakları cümlesindendir. Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm):
مَنْ رَأَى مِنْكُمْ مُنْكَراً فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فبِلِسَانِهِ ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلبِهِ وَذَلَكَ أَضْعَفُ الْإِيمَانِ
"Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle değiştirsin. Ona gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle ona tavır alsın. Bu sonuncusu imanın en zayıf mertebesidir." (Müslim, iman 78) buyurmuyor mu? Yani gücün yetiyorsa karşındaki insanın gidip balıklamasına münkerata dalmasına meydan vermeyecek, bunun yerine mârufatın içine dalmasına vesile olmaya bakacaksın. Onun elinden tutacak, getirecek ve ona mihrabını ve kıblesini göstereceksin. Bunu elinle yapabiliyorsan yapacaksın. Eğer elinle yapma imkânın yoksa, yumuşak bir dille irşat etme yoluna gireceksin. Şayet onu da yapamıyorsan, daha başka vesileleri değerlendireceksin. Duruma göre kalbî alakanı keserek, belli bir tavır alarak, "Senin gibi aklı başında bir adamdan böyle bir şey beklemiyordum!" diyerek bu vazifeni yerine getirmeye çalışacaksın. Buğz ederek, göz ağartarak, yüz işmizazında bulunarak, "ulan melun!" gibi hakaretler yağdırarak değil; mümince şefkat tavrını ortaya koyarak, kalbine hitap ederek, onun insanî yanlarının öne çıktığı bir dönemi kollayarak vs. ona, doğru yolu göstermeye çalışacaksın. Gerekirse oturup bir bardak çay içirecek ve onun yumuşamasını, kendini salmasını sağlayacaksın. İğne vurulurken bile ucu sivri olan iğnenin kolay girmesi için hastaya kendisini sıkmaması söylenir. Dolayısıyla yumuşak söz ve davranış, içten bir tebessüm muhatabın sertlik ve huşunetten kurtulmasını temin edebilir. Sonra da sen böyle yumuşak bir atmosfer içinde muhatabının içine bir ışık, bir nur ve bir ziya gibi akıverir; gönlüne oturup onu güzellik ve iyiliklere yönlendirebilirsin. İşte bunlar da kalben yapılacak davranışlar zümresindendir.
Küllî Bereket ve Sahabe Kıvamı
Bugün adanmış ruhlar milletimiz ve topyekün insanlığa karşı azim, cesim, âlemşümul böyle bir vazifeyi derpiş etmiş görünüyorlar. Bunu hafife almamak gerekir. Evet, sahabeye düşen o büyük nasip, bugün itibarıyla bir emanet olarak günümüzün adanmış gönüllerine düşmüş. Ancak bu meselenin insanlık için bir mânâ ifade etmesi, kalıcı ve uzun soluklu olması onların sahabe kıvamında hayatlarını sürdürmesine bağlıdır. Evet, sahabe kıvamı, ciddiyeti ve samimiyeti bir ömür boyu muhafaza edilmelidir. İşte adanmış ruhlar, kendilerine terettüp eden vazifelerin hepsine böyle bir şuurla sahip çıkmalı, şuurunu koruma mevzuunda ihsan mülâhazasıyla hareket etmeli, durması gerekli olan yerde durmalı ve aynı zamanda durduğu yeri sürekli sık sık gözden geçirmeli; geçirmeli ve durumuna göre "Ben burada değil, beş adım daha ileride olmalıydım. Hatta beş değil on adım daha ileride durmam gerekirdi ama neylersin ki ben bu işin hakkını veremiyorum." diyerek hep daha iyinin peşinde koşmalıdır. Eğer biz bunu yapabilirsek, Cenâb-ı Hak da küllî bereketler ihsan eder ve bizim bu türlü tavır ve davranışlarımız, münbit toprağını bulmuş, hava ile buluşmuş, su ile zifafa girmiş ve güneş ile temasa geçmiş tohumlar gibi başağa yürür; yürür de bakarsınız o tohumlar Kur'ân'ın ifadesiyle yedi, yedi yüz veren... başaklar hâline geliverir. Rabbim, dine hizmet sahasında hepimize, böyle küllî yümün ve bereketler lütfeylesin!
- tarihinde hazırlandı.