Hareketin Temel Dinamikleri

Herhangi bir hareketin dahilî dinamiklerini analiz etmek iki açıdan önemlidir; ilki, bu dinamiklerden yola çıkarak hareketin derûnî yapısına nüfûz etmeyi mümkün kılması. İkincisi de, parçalı analizler yapılırken bütünün gözden kaçırılması gibi bir hataya düşmeyi önlemesi. Dinamikler hareketin bir nevi anahtar kavramları gibidir. Hareketin zihnî ve sosyal tavırları daima bu dinamikler etrafında şekillenir. Bunların bilinmesi, sosyal bilim ve hareket analizlerini genel hatalara düşmekten korur. Bundan başka hareket hakkında korsan yorum yapanları suçüstü yakalamamızı da sağlar. Mesela İslamî sûfî tecrübe ve tavırda, insanın kendisini başkalarından küçük görmesi, tevâzu ve mahviyet gibi temel dinamikleri tecrübe eden, bunları yaşayıp hayatında tatbik eden bir insanın, sosyal ilişkilerde mahcûbî (mütevazı, çekingen) bir edâ sergileyeceği muhakkaktır. Şimdi dışarıdan bakan ve bu sûfî ve zâhid karakterli dinamikten habersiz olan birisi, böylesine mütevâzî bir tavrı yorumlarken, sanki sürekli başkalarından bir şeyler kaçırmaya, gizlemeye çalışan, takiyyeci bir tavır olarak algılar. İslamî sûfî dinamiklere ve tecrübeye böylesine sığ bir yaklaşımın bilimsel sayılması mümkün müdür?

İslam'daki sûfî, ahlâkî ve manevî derinlik, hemen her inanandan ailevî ve sosyal ilişkilerinde mütevâzî ve mütehammil olmasını taleb eder. Bununla, hem bireyin kendi şahsî erdem ve kemâli, hem de toplumsal ilişkilerin kemâli hedeflenir. İslam gibi manevî ve rûhî derinliğe ve tecrübeye sahip bir dinin, müntesiplerinin ahlâkî ve sosyal tavır alışları üzerinde yaptığı kapsamlı etkiyi anlayabilmek için, onun temel manevî dinamiklerinin ve müntesipleri üzerindeki nüfûz derecesinin bilinmesi zarûrîdir. İslam'ın derûnî hayatını anlamadan, neredeyse sâde Müslümanın bile zihnî ve sosyal tavırlarını hakkıyla analiz etmek mümkün değildir. Kültürel İslam dediğimizde bu bize, herhangi bir Müslümanın İslamla —akîdevî, rûhî, ahlâkî ve sosyal— girdiği ilişkinin genel bir tezâhürünü verir. Bu yüzden temel dinamikler penceresinden baktığımızda Müslümanların bireysel, rûhî, ahlâkî ve sosyal tavır alışları hakkında genel bir perspektif elde etmiş oluruz. Tüm bu açılardan Gülen hareketinin dinî/manevî sosyal ve kültürel dinamikleri üzerinde bir nebze durmak, hareketin dinî ve sosyo-kültürel tavrını doğru okumada bize yardımcı olacaktır. Şüphesiz burada başlığa çıkardığım konu ve kavramların, İslamî kültürel algıda ifade ettikleri derin anlamlarının yanında, nasıl yorumlandıkları ve sosyal pratiğe nasıl aktarıldıkları da önemlidir. M. F. Gülen'in önemi, bu dinamikleri sosyokültürel hayatta başarılı bir biçimde aktiviteye dönüştürmesindedir. Yoksa bu kültürel ve dini dinamikler, kitaplarda ve temel kaynaklarda neredeyse bin beşyüz yıldır mevcuttur. Hatta görüleceği gibi bazıları, Türklerin İslamla buluşmasında sentez kabiliyetleriyle ürettikleri temel dinamikler arasındadır. Hoşgörü, müsâmaha ve insanlığa adanmışlık ruhu gibi pek çok temel dinamik, Müslüman Türk'ün cihan hakimiyeti mefkûresinin uzun asırlar güzel bir biçimde yorumlayıp insanlığa takdim ettiği değerlerdendir. Yesevî ve Mevlânâ çizgisi diye nitelediğimiz ve hemen tüm dünyaya armağan ettiğimiz temel insanî değerler, bu dinamikler üzerinde varlık bulmuştur.

Diğer taraftan herhangi bir hareketin iç dinamiklerine vurgu yapmanın anlamı, o hareketin tüm söylem ve sosyal tavırlarının gerisinde mutlaka bu dinamiklerin izlerinin ve tesirlerinin bulunduğuna dikkat çekmektir. Hareketin her eylem ve tavrı, farklı kültürel çevreyle girdiği/kurduğu her ilişki ve medeniyetler arası diyaloga yönelik her girişimi, şu ya da bu biçimde mutlaka bu dinamiklere bağımlı kalır. Dikkatli her yorumlayıcı ve izleyici bunu kolayca yakalayabilir. Bu temel dinamiklerle bağdaşmayan her yorumun korsan olduğunu söyleyeceğim. Özellikle Gülen hareketi hakkında maalesef Türkiye'de yapılan bazı ikinci sınıf gazetecilik yorumlarının hemen hepsini bu kategoride değerlendirmek mümkündür. "Takiyye" gibi, "radikal İslamcı" gibi, "siyasal bir toplum ve devlet peşindeler"... gibi niteleme ve atıflar bu yüzden korsan yorum ve değerlendirmelerdir. Çünkü ne hareketin sosyo-kültürel ilişkilerinden, ne de sosyo-kültürel dinamiklerinden çıkarılabilecek bir meşruiyete sahiptirler. Yani her iki açıdan da gayr-ı meşru yorumlardır. Hareketin iç dinamiklerinin bilinmesi bize, hangi sınırlar içinde yorum yapabileceğimizi belirler. Dolayısıyla sosyal analizlerde çok sık karşlaştığımız sınır ihlalleri gibi entelektüel sapmalardan da korumuş olur. Bugün siyasal muhalefet ve eleştiri söylemlerinde sık sık müşahede olunan kör dövüşünün ve belden aşağı vurmaların temelinde de esasen bu tür sınır ihlalleri vardır. Edebî, siyasî ve sosyolojik tenkit ve eleştiri, maalesef bugün sorumsuz kalemlerin elinde evrensel insanî etik sınırlarını ciddî olarak zorlamakta ve kaygılandırmaktadır. Analizler, yapıcı olmaktan çok, yıkıcı ve kırıcı söylemlerin işgali altındadır. Eski bir Arap özdeyişinde, dil yarasının kılıç yarasından daha derin ve kalıcı izler bıraktığı vurgulanır. Bu, bugünkü kavgayı daha iyi tanımlıyor gibi... Dinamikleri okumak insanı, hareketin tabii snırları içinde dolaştırır.

Gülen hareketinin temel dinamiklerine yönelik söyleyebileceğim ve kendimce önemli gördüğüm bir husus da şudur; Hareketin dinamiklerine genel ve bütüncül bir bakışla yöneldiğimizde, hepsinin daha üst bir söylem ve idealle kuşatılmış olduğunu görürüz. Yani bu temel dinamiklerin en belirgin özelliği, İslam'ın ilâhî bir vahiy ve din olarak yöneldiği, ebediyet idealiyle özdeşleşmesidir. İslam, insanı izâfî ve geçici olan varlıklar dünyasının ötesinde, ebedî ve mutlak olan hakikate ulaştırmayı da üstlenir. Bu ebediyete yürüyüş ideali, Gülen hareketinin bütün dâhilî ve sosyal dinamiklerinin özünde mündemiçtir. Bu, herkesçe bilinen bir gerçekmiş gibi görünebilir. Çünkü hemen tüm dinlerin özünde de var olan bir idealdir. Ama bu ideal ve dinamik Gülen hareketinde, yalnızca soyut bir ideal olarak kalmaz. Neredeyse onun bütün dahilî ve sosyal ilişkilerini kuşatan aktif bir programa dönüşmüştür. Onun için Gülen'in insan modeli, ucu açık, sonsuza uzanan bir fedâkârlığı ve diğergâmlığı kucaklamayı gerektirir.[1] Sonsuzluk ideali bütün dinamiklerin anlam ve öneminin sınırlarını bir kat daha genişletir. Bu anlayış Gülen hareketinde güçlü bir metafizik gerilim üretir. Zaten Gülen'in kendisi de sık sık bu metafizik gerilimden söz eder.[2] Öyle ki, bu ilke temel bir dinamik halinde, her davranış ve girişimde yeniden ve yeniden üretilir. Bu, neredeyse her sosyal ilişki ve hizmette yeniden bir iman tazelemeyle eş anlama gelmektedir. Bu olgu hareketin gidişatında, dünyanın dört bir yanında, bin türlü çile ve sıkıntıyı o zor şartlarda göğüsleyebilen insanlarda yüksek bir gerilim hattı oluşturur. Aksi halde bu metafizik gerilim olmadan değil oralarda yıllarca kalmak, oralara geçici turistik amaçlarla gitmeyi dahi mümkün kılmaz. Genel olarak bu metafizik gerilimin ana temeli i'lâ-yı kelimetullah kaidesine oturur.

Gülen hareketinin manevî ve fikrî dinamiklerinin bir envanterini çıkarmak, kesinlikle bir kitap çalışmasına ihtiyaç duyar. Onun manevî dinamiklerinin, kolektif düşüncesinin, İslamî temel nasslarla olan ilişkisinin ve bunları sosyal bir hareket hattına vücut verecek hale dönüştürmesinin fikrî ve sosyal envanteri ancak geniş bir çalışma içinde hakkıyla ortaya konabilir. Biraz detaylı bakıldığında, onlarca manevî, ahlâkî ve sosyal dinamik onda kendisini hissettirmektedir. Bunda M. F. Gülen'in yalnız dinî düşünce ve gelenekle sınırlı kalmayan geniş kârihâsının ve aktivitesinin etkisi hiç kuşkusuz göz ardı edilemez. Söylemini, ifade vasıtalarını, düşünce ve hareket sistemini oluşturan, tahrik eden ve yönlendiren temel dinî hassasiyetlerinin yanında, fikrî, felsefî, sosyal ve beşerî pek çok hassasiyet ve tecrübe göz kırparcasına kendini hissettirmektedir. Bütün hassasiyetleri kendilerine has çizgi ve detaylarıyla buraya taşımamıza imkân yoktur. Bu yüzden burada başlığa çektiğimiz ve dikkate davet ettiğimiz konular, hareketin daha genel görünümünü ifade eden dinamikleri içermektedir. Belki bu başlıklar arasında, 30 yıllık bir tarihsel süreçte, maddî, sosyal ve konjonktürel şartlardan beslenmiş ve dolayısıyla hareketin temel karakteristiğini iyi ifade etmeyenler de seçilmiş olabilir. Bu ihtimal, belki tüm başlıklar için de geçerli sayılabilir. Ama M. F. Gülen'in fikrî ve aktif mücadelesi ve yaşamı boyunca, gerek yazı ve makalelerinde, gerekse söyleşi ve sohbetlerinde üzerinde ısrarla durduğu, sürekli tahşîdât yaptığı ve birçok faaliyeti, üzerine binâ ettiği kavram ve konuları ortaya çıkarmaya gayret ettik. Pek çok yerde o, bu kavramlarla konuşmakta, mesajını ve toplumsal öğretisini onlar üzerinden dile getirmektedir. Az dikkatle her araştırmacının da görebileceği gibi 30 yıllık sürece ve gerek toplumsal ve maddî, gerekse siyasî ve sosyo-kültürel konjonktür onlarca kez değişmesine rağmen onun söyleminin ana damarları hep aynı dinamikler üzerinde kalmıştır. Oysa 30 yıllık gazete, kitap ve fikrî/siyasî hareketlerin şöyle kuşbakışı bir gözden geçirilmesi, Türkiye'nin ve topyekün insanlığın gündeminin ne kadar sık değiştiğini de ortaya koyar. Bu hareketli gündeme ve değişken hassasiyetlere rağmen M. F. Gülen'in söylemi sâde, samimî, içten, vakûr ve kendinden emin bir şekilde 30 yıllık bir birikim, tecrübe ve genişlemeyle hâlâ karşımızda dimdik ayakta durmaktadır! Sosyal bir analiz için bunun önemi küçümsenemez. Onun için bunun ayrı bir çalışmanın konusu olması lâzım geldiğini düşünüyorum.

Diğer taraftan M. F. Gülen'in dinamikleri ele alış ve yorumlayış biçimi de dikkati câlibtir. Genel İslamî tutum ve algılayışında olduğu gibi, harekî dinamikler konusunda da muhafazakâr sayılabilen bir eğilime sahip Gülen. Ancak onun tüm fikir, düşünce ve aksiyonunu sürekli içeriden yenileyen aktif ve pratik bir algılama biçimi vardır. Muhafazakârlığı hiçbir şekilde tutucu bir katılığı barındırmaz. Hem düşünce sistemi, hem de hareket tarzı onun yorumlarındaki canlılığı hissettirir. Temel dinamiklerin ve hassasiyetlerin genel çerçevesi aynı kalmakla birlikte, insanı şaşırtacak bir genişliği, canlılığı ve hareketliliği özünde barındırır. Aynı dinamiklere farklı zaman ve mekânlarda getirdiği yorumlarla âdetâ onların muhtevasını genişleterek dâimâ kendi kendisini yenileyen ve yeniden üreten bir sistematik oluşturmaktadır. Hem sanatın, hem de edebî inceliğin ve eleştirinin, kısaca fikrî, felsefî ve edebî söylemin hemen tüm inceliklerine vurgu yapan geniş bir muhtevâ ve dil zenginliğini örgütleyen bir hitabeti ve tavrı var. Bu geniş yelpaze, onun söyleminin temel karakteristiğini etkilemeden, içeriğini sürekli yenilemekte ve geliştirmektedir. Biz burada hareketin temel dinamiklerinden bazılarına kısaca temas ederek, bunların farklı zaman ve mekânlarda aldığı içerik, muhtevâ ve üslup zenginliklerini onun bütün kitaplarına ve sosyal aktivitesinin gözlemlenmesine havale edeceğiz.

a. Vicdan Genişliği

Bu kavram, belki Gülen hareketinde doğrudan bir iç dinamik olarak yer almıyor. Ancak kavrama getirilen yorum, neredeyse ona, diğer bütün dinamiklerin açılımında belirleyici bir rol yüklüyor. Şahsen İslam geleneği içinde bu kavrama bu derece anlam zenginliği kazandıran bir söyleme rastlamadım. Öyle anlaşılıyor ki Gülen, biraz örtük biçimde ve vurgusuz da olsa, daha 70'li yıllarda yazdığı yazı ve makalelerde, verdiği vaaz ve konferanslarda bu ifadeye geniş bir anlam yüklemiştir. Bununla, kavramın onun düşünce, inanç ve aksiyon sisteminde özel bir yere sahip olduğunu vurgulamak istiyorum. Öyle ki Gülen, ahlâki, bireysel ve toplumsal hayatın bütün tezahürlerine bu kavramın penceresinden bakmaktadır. Hatta onun nasıl bir insan, toplum ve eğitim sistemi öngördüğünü anlamak için, bu kavrama yüklediği derin ve geniş muhtevayı kavramakla işe başlamak gerekir, dersek sanıyorum ileri gitmiş olmayız. Vicdan genişliği, hem inancın bütün derûni tecrübe ve marifet hiyerarşisini, hem de toplumsal ve ahlâki sistematikteki pratik var oluşu ihtiva etmektedir. Sanki o bu kavram ile, bir taraftan iyi, olgun ve samimi bir dindarlığa ve şahsiyete, diğer taraftan da bilgi ve marifette belli bir derinliğe ve niteliğe kavuşmuş ferdlerden oluşan erdemli bir topluma vurgu yapmaktadır. Yani kavram onun söyleminde, insanın rûhi/manevi kıvrım ve derinliklerinden, toplum hayatının en uç tezahürlerine kadar uzanan geniş bir açı çizmektedir.

Diğer taraftan o bu kavramı bazen iyinin, güzelin ve hakikatin neredeyse yegane mihengi saymaktadır. Bir söz ve düşüncenin, bir eylemin ya da toplum ve insanlık adına ortaya konan toplumsal bir projenin gerçekten öyle olup olmadığının, insanlığın maslahat ve menfaatine yarar getirip getirmeyeceğinin bir ölçüsü olarak görmektedir. Bu yüzden Gülen, 70'li yıllardan bu yana her vesileyle, ferd ve toplumların vicdan genişliğine uyarılmaları gerektiğini sık sık vurgulamaktadır. Bir anlamda o, ferdleri bu hakikate uyarılmamış hiçbir toplumun dirilişinden ve Rönesansından bahsedilemeyeceğini ifade etmek istemektedir.[3]

b. İ'lâ-yı Kelimetullah (İrşad, Tebliğ ve Davet)

"Allah'ın adını tüm insanlığa duyurma ve ulaştırma" şeklinde özetleyebileceğimiz bu kavram İslam tarihinde, farklı bireysel, toplumsal ve siyasal açılımlarla gündeme gelmiştir. Konjonktürel ve toplumsal şartların getirdiği yorum ve açılımları istisna edersek kavramın ifade ettiği geniş anlamı, yukarıya aldığımız şekilde belirleyebiliriz. Bu açıdan bakınca, onun üç boyutundan bahsetmek mümkündür; Davet boyutu, tebliğ boyutu ve irşad boyutudur. Gülen"in söyleminde i'lâ-yı kelimetullah, bu üç boyutu birden içermektedir. Ayrıca daha genel olarak o bunu, insanın yeryüzündeki varoluşuyla bütünleştirmektedir. İnsanın yeryüzündeki varoluş amacı, Allah'ın adını ve kelimesini yüceltmektir. İnsan bunun için yaşar ya da yaşamalıdır. İ'la-yı kelimetullahın "maddi cihad" anlamındaki açılımı, ârizi ve konjonktürel bir durumdur. Savaş, İslamda hiçbir zaman asıl ve esas bir durum olarak belirmez. Asıl olan "barış ve karşılıklı iyi ilişkiler geliştirme"dir. Savaş ilânı, açık bir saldırı ve harici bir düşmanlık durumunda söz konusudur ki bu tamamen, devletin ve resmi otoritenin yetkisindedir. İslam topraklarına yönelik bir saldırı, Müslümanlara topraklarını koruma hakkını verir ki bu durum, maddi cihad anlamında i'lâ-yı kelimetullah olarak nitelendirilir.

İ'lâ-yı kelimetullahın bu anlamı, son dönem batılı analizlerde maalesef açık olarak "savaş, saldırı ve terör"ü İslamla özdeşleştirecek biçimde tahrif ve istismar edilmiştir. Gülen'in bu kavramı derinlemesine analiz eden bir eseri de var.[4] Hem bu kavramın temel dahili dinamikler arasında yer almasının nedenini, hem de farklı açılımlarını daha yakından takip edebilmek için bu esere mutlaka müracaat edilmelidir. Burada şu kadarını ifade etmek gerekir ki, Gülen bu kavramı, kesinlikle insanın yeryüzündeki varoluş amacının temeline yerleştirmektedir.[5]

c. Yaşatma İdeali

Gülen bu esası öylesine önemsemektedir ki, onu, bir milletin uyanışını gerçekleştirebilecek temel bir dinamik olarak yorumlamaktadır. Şüphesiz her toplumun temelinde bu tür fedakârlıklar vardır. Ama bizim medeniyetimizde bunun anlamı, yalnızca düz bir fedakârlık değildir. Bilakis o bir mefkûre kahramanlığıdır. Her türlü dünyevî değerin üzerinde ve ötesindedir. Ve böylesi bir fedakârlığı ancak, Allah'ın hoşnudluğuna kilitlenmiş, dünyevi ve şahsi hiçbir menfaat beklentisi içinde ve peşinde olmayan diğerkam insanlar üstlenebilir. Gülen bu vasfı haiz kimseleri, ruh mimarları ve düşünce hekimleri olarak tavsif eder. Bu insanlardır ki, milletimizde mesuliyet ve ıztırap şuuru uyarabileceklerdir. Başkaları adına yaşayan bu ruh ve düşünce hekimleri olmadan, değil yeni bir Rönesans ve dirilişi gerçekleştirmek, medeniyetimize ve tarihsel kimliğimize ait yerleşik değerleri bile korumaya imkân ve ihtimal yoktur. Bu, o kadar önemli bir dinamiktir işte Gülen'e göre.

"Bugün bizim, şuna-buna değil; (benim milletimin maddimanevi mutluluğu için cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım) diyenlere...Şahsi menfaat ve bencillikleri bir tarafa iterek Hakk ve millet yolunda fani olanlara...Toplumun ızdıraplarıyla kıvrım kıvrım kıvranıp, hep inilti kovalayanlara... Elinde ilim meş'alesi, her yerde bir çırağ tutuşturup cehalet ve görgüsüzlüklerle mücadele edenlere.. üstün bir inanç ve azimle, dökülüp yolda kalanların imdadına koşanlara.. maruz kaldıkları karşısında isyan etmeden,  ümitsizliğe düşmeden bir küheylan gibi yoluna devam edenlere.. yaşama arzusunu unutarak yaşatma zevkiyle şahlanan babayiğitlere ihtiyacımız var."[6]

Kendi kurtuluşlarını kurtarmaya bağlayan, ikbal ve geleceklerini başkalarının mutluluğu adına toprak gibi ayaklar altına serebilen; hava gibi herkesin demine damarına karışıp, her bünyede kan gibi deveran edip duran; su gibi hasret ve hararetlerin üzerinde çağlayıp her yana hayat üfleyen; sonra da bütün hareketlerini ruhunun derinliklerinde mefkûreleştirebildiği bir mes'uliyete bağlayan; ferdî sorumluluk sınırlarını aşkın bir merhamet irâdesi ve bütün insanlığı kucaklayacak enginlikte bir şefkatle bize yitirdiğimiz ruh ve mânâyı kazandırmaya çalışan; çalışıp son bir kere daha bize insanî muhtevâmızı hatırlatan bu yüksek idealler sayesinde öyle zannediyorum ki, bütün insanlığın yüzü gülecek, şu birkaç asırlık muzdariplerin ızdırapları dinecek ve belki de dünya yeniden bir kez daha mihverine oturacaktır.. tabiî bu arada, bunca zamandır mefkûresiz yaşayan âvâre ruhlara da birer örnek teşkil edeceklerdir.[7]

Kanaatimce, toplumumuzun şimdilerde, şuna-buna değil, bu ölçüde mefkûre kahramanlarına ihtiyacı var. Önce kendi milletimize, sonra da bütün bir insanlığa merhamet duygusuyla ellerini uzatabilen ve ellerini Rabbine her kaldırışında başkalarını dileyen mefkûre kahramanlarına. Böyle büyük bir ihtiyacı başkaları karşılayamayacağına göre, konumumuzun gereği kendi içimizden başlayarak onu seslendirmek de yine bize kalıyor."[8]

Şahsımız hesabına yaşamayı bir bencillik saydık ve çok defa böyle bir telâkkîyi de tiksinti ile karşıladık. Başkalarını yaşatma ve ebedî saadete hazırlama âdeta tutkumuz oldu; hem öyle bir oldu ki, bu dünyadan göçtükten sonra eğer yeniden bir kere daha bu âleme dönme söz konusu olsaydı ve bu yeni hayatın seçeneği de bize bırakılsaydı, biz yine "yaşatma" diyecek ve gerçek insanî ufka kilitlenerek her yanda insanlığı "ba'sü ba'de'l-mevt"'e götürücek mülâhazalarla nefes alıp verecek.. horlanıp hakir görülmelere aldırmayacak.. irtica yaygaralarına pabuç bırakmayacak.. iftira, tezvîr ve çeşit çeşit isnatlarda bulunanlara küsmeyecek, gönül koymayacak.. en amansız ve imansız tecavüzleri, tasallutları dahi sinelerimizde yumuşatacak, içimiz ağlarken gülmesini bilecek.. ve kimse incinmesin, insanlar rahatsız olmasın diye hafakanlarımızı içimizde baskı altına alıp sustuğumuz aynı anda his dünyamızdaki mağmaların gürültüleriyle oturup kalkacak ve hemen her zaman insan olarak yaratılmış olma özel konumuna göre bir duruş içinde bulunmaya çalışacaktık...[9]

İdeal insan, kendine rağmen bir mum gibi yanar ve başkalarını aydınlatır...[10]

Olgun insan ve gerçek dost, Cehennem'den çıkışta ve Cennet'e girişte bile "Buyurun" demesini bilendir. [11]

Bizim, her zaman ısrarla üzerinde durduğumuz; yaşatmak için kendilerini ihmal edecek kadar ömürlerini samimiyet, vefa ve diğergâmlık içinde geçirenler, ruhumuzu kendilerine emanet edeceğimiz tarihî hakikatlerin hakiki mirasçılarıdırlar. Onlar, kat'iyen, kitlelerin kendilerini takip etmelerini istemezler.. istemezler ama, onların mevcudiyeti, önü alınamayan öyle güçlü bir çağrıdır ki, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, bir cazibe merkezi gibi herkes bu Rabbânîlere koşar.. ve hatta onların arkasında güle güle ölüme gidebilir.[12]

Evet, bir kere daha hatırlatmalıyım ki, toplumu kurtarma hedefine göre plânlanamamış ferdî kurtarma projeleri neticesiz ve akîm kalacağı gibi fertlerin irade, şuur ve gönüllerinde öldürdüğümüz değerleri toplumda var etmemiz de mümkün olmayacaktır.

Evet, kurtarıcılık hedeflenmeden kurtulma plân ve projeleri birer kuruntu, ferdî dirilişi baltalayarak milletçe bir yere varılabileceği zannı da bir avuntudur.

Yaşatma tutkusu, kahramanımızın davranışlarını belirleyen önemli bir faktördür. Böyle bir misyona ehliyet arayışı onun her zamanki kaygısı.. en yüksek hırslardan daha yüksek bir hırsla Hak hoşnutluğunun arkasında olması ise onun en bâriz vasfıdır. O ölüp ölüp dirilirken bile, diriltme şuurunun hazzı ile ne bir acı duyar ne de herhangi bir sarsıntı yaşar. Elde ettiği başarılarını Hak inayetinin bir tezahürü kabul eder ve her gün birkaç defa kendini sıfırlar.. dahası, vesile olduğu işlere arzuları, hisleri karışmış olabileceği mülâhazasıyla tir tir titrer ve "Bana Seni gerek Seni" der inler.[13]

Hasbîlik bizim ilin gülüdür. Diğergâmlık bizim bahçelerin lotus'udur. Bizde bulunur, vâsıl olup tatmamak. Bizdedir, yaşatma arzusuyla yanıp tutuşmak ve yaşamayı unutmak. Bizim insanımız bilir, hizmette önde, ücrette arka sıralarda bulunmayı. Dünya, bizde gördü, bizde tanıdı sevilmeden sevmeyi...[14]

Mükemmel bir mü'min, sadece kendi donanım ve şahsî kıvamına da bağlı kalmaz; o, peygamberâne bir azimle herkese açılır, herkesi kucaklar ve kendini ihmal edecek ölçüde hayatını başkalarının dünyevî-uhrevî mutluluğuna bağlar ve hep bir sahabi gibi yaşar; yaşar da, tıpkı mumlar gibi özündeki aydınlatma usâresiyle sürekli çevresini nura gark eder ve kendine rağmen bir yol izler.. evet o hep, gece gibi karanlık iklimleri kollar.. zulmetlerle yaka-paça olur.. her zaman par par yanar.. yandıkça içi "cız" eder boynu bükülür ama, ne sürekli yanması, ne de yanıp tükenmesi, onu başkalarını aydınlatmadan alıkoyamaz.[15]

Bizim, içten ve dıştan gelecek ihsanlara, düşünce sistemlerine değil; bizim, topyekûn milletimizde mes'uliyet ve ızdırap şuuru uyarabilecek ruh ve düşünce hekimlerine ihtiyacımız var. Gelip-geçici saadet va'di yerine ruhlarımızda derûnîlik meydana getirecek ve bizi bir hamlede, mebde' ile müntehayı birden görebileceğimiz seviyeye ulaştıracak ruh ve düşünce hekimlerine.

Evet, şu anda biz, icabında cennete girmekten dahi vazgeçip ve şayet girmişse, dışarıya çıkma yollarını araştıracak kadar mes'uliyet ve dava âşıkı insanlar bekliyoruz. "Güneş'i bir omuzuma, Ay'ı bir omuzuma koysalar, ben bu işten vazgeçmem!" diyen insanlar.. bu bir Peygamber ufkudur. Bu ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun bir dimağ, yerinde: "Gözümde ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu var; milletimin îmanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanma! razıyım" der iki büklüm olur.. veya ellerini açar, "Vücudumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın" çığlıklarıyla semavâtı lerzeye getirir.

Evet, bugün insanımızın, her şeyden daha çok, milletinin günahları için ağlayan, insanlığın affedilip bağışlanmasını, kendi bağışlanmasının önünde bekleyen.. ve A'raf'ta durup cennetliklerin hazlarıyla yaşayan, cennete girse dahi şahsî hazlarını duymaya vakit bulamayan derûnîlere ihtiyacı var...[16]

d. Hakk'a ve Halka Adanmışlık Ruhu

Bu esas, bir önceki manevi dinamiğin bir başka ifadesi ya da devamı olarak da alınabilirdi. Zira başkaları adına yaşayabilmek için, kişinin öncelikle kendisini Hakk'a ve halka adayabilmesi gerekmektedir. Bunu biraz açalım: Bilindiği gibi slam'da her türlü sevginin kaynağında yüce yaratıcı vardır. Tüm sevgi ve muhabbetler, bedii zevk ve güzellikler, O'nun esmasının bir yansıması ve tecellisinden ibarettir. Batıda İslam hümanizmi olarak iştihar eden ve bizde de Mevlana ve Yunus geleneği içinde tezahür eden "Yaratandan ötürü yaradılan her varlığı sevme" anlayışının temelinde de yine bu tecelli vardır. Bu öylesine geniş bir tecellidir ki, insanın varlık alanlarının ve ilişkilerinin tümünü kuşatır. İslam'ın, insan ve sosyal çevresine ilişkin en bariz insanî yorumlarından birisidir bu. Denebilir ki, Gülen'de bu düstur âdeta adanmışlık ruhu içinde yaşatılmakta ve yeniden üretilmektedir. Buradaki "Yaratan ve yaratılan" esprisini iyi kavradığımızda, İslam'daki sevgi esasınn, batı hümanizminden ayrılan temel karakteristiğini de yakalamış olacağız. Orada sevgi tamamıyla beşerî ve felsefî olduğu için neredeyse hiçbir kutsiyeti yoktur. Oysaki İslam'da tüm sevgilerin kaynağında yaratıcı gerçek vardır.[17]

Her sevgi, hamd, övgü ve medihte O'nun güzel esma ve sıfatlarından yansıyan bir tezahür ve tecelli olmasaydı, insanlık sevgiden, merhametten ve şefkatten mahrum olacaktı. Dolayısıyla İslam'da kişiler her türlü sevgiyi, aşkı ve muhabbeti öncelikle yaratana adamalıdırlar. Bu adama gerçekleşmeden, hiç kimse kendi his ve yaşama zevkleri rağmına kendisini bir başkasına adayamaz. Hakk'a adanmışlık ruhu ve hissi bu yüzden, halka ve insanlığa hizmetin en temel motivasyonunu verir insana. Adanmışlık ruhu öylesine manevî bir dinamik üretir ki, neredeyse her sevgi, her ilişki, her fedakârlık ve hizmet yorumunu dahilden elektirikler.

"Hayatlarını Allah rızasını kazanma yolunda, O'nu sevip O'nun tarafından sevilme idealine bağlamış adanmışların en çarpıcı yanları, en önemli güç kaynakları, maddî-manevî herhangi bir beklentilerinin olmamasında aranmalıdır. Onların hesap ve plânlarında, ehl-i dünyanın çok önem verdiği maliyet-kâr-emek-kazançservet-refah.. gibi hususların hiçbir kıymeti yoktur; asla değer ifade etmezler ve ölçü de kabul edilemezler.

Adanmışın mefkûre kıymeti, dünyevî değerlerin o kadar üstündedir ki, hedefe -o, garazsız-ivazsız Allah'ın hoşnutluğudur- kilitlenmiş böyle birine yörünge değiştirtmek çok zor, başka bir bedele bağlamak ise âdeta imkânsızdır. Aslında o, kalben, fâni ve zâil şeylerden tamamen sıyrılarak bütün bütün bâkiye müteveccih olma.... O, kendini tamamen, insanlara Hakk'ı sevdirme ve Hak tarafından da sevilme gâyesini gerçekleştirmeye adadığı ve hayatını da başkalarını yaşatmaya bağladığı, gelip geçici beklentilerden sıyrılıp bir mânâda hedefini daraltarak kıymetlendirdiği ve dağınıklıktan kurtulup tevhid-i kıbleye muvaffak olduğundan ötürü, toplum içinde "onlar" ve "biz", "ötekiler" ve "bizimkiler".. gibi bölücü, parçalayıcı ve kavgaya sürükleyici mülâhazaların tamamen dışındadır ve kimseyle açık-kapalı herhangi bir problemi yoktur. Problemi olması bir yana o, hep çevresine yararlı olma mülâhazalarıyla oturup-kalkmakta, içinde bulunduğu toplumla sürtüşmemeye fevkalâde ihtimam göstermekte, toplum içinde görüp sezdiği arızalar karşısında da bir savaşçı gibi değil de, bir mürşid gibi davranarak, fertleri fazilete, yüce ahlâka yönlendirme istikametinde aktiviteler ortaya koymakta ve elden geldiğince, siyasî nüfuzdan ve ne sûretle olursa olsun hâkim olma, idare etme düşüncesinden uzak durmaktadır.

Bilgi, bilginin değerlendirilmesi, sağlam bir ahlâkî telakkî ve bunun, hayatın her alanına hâkim kılınması, imanlı fazilet ve onun vazgeçilmezliği.. gibi hususlar adanmış ruhların en önemli derinliklerini teşkil eder. Onlar, yarınları ve hususiyle de ahiretleri adına bir şey vadetmeyen nam u nişan, çıkar eksenli soğuk propaganda ve şov türü tavır ve davranışlardan sürekli uzak durur; ufuklarının enginliği ölçüsünde her zaman bilgi ve düşüncelerini temsille mânâlandırarak, kendilerini merakla takip ve taklit edenleri yüksek insanî değerlere yönlendirme hesabına ölesiye bir gayret sergilerler. Bunu yaparken de, kendilerine herhangi bir pay çıkarmayı hiç mi hiç düşünmez ve yılandan-çıyandan kaçtıkları gibi şahsî menfaat ve çıkarlardan uzak durmaya çalışırlar. Zaten onların iç zenginlikleri de, bu türden reklama, ağız kalabalığına, vitrinciliğe ihtiyaç bırakmayacak ölçüde "ilel-merkez" bir güce sahiptir. Ayrıca onların ruhlarından sızıp dışa vuran o şeker-şerbet davranışları da, ağızlarının tadını bilen herkesi büyüleyip arkalarından koşturacak mahiyettedir.

Bu itibarla da onlar, hiçbir zaman kendilerini anlatmayı düşünmez; kredilerini yükseltme adına reklama, propagandaya başvurmaz ve tanınıp bilinme hususunda asla hırs göstermezler.

Hak rızasına adanmış ruhlar, aklî ve mantıkî hayatları adına herhangi bir boşluk yaşamazlar. Aksine onlar, her zaman mantık, muhakeme ve ilimlere karşı açık durur ve bunu da gerçek imanın gereği bilirler. Ne var ki, bunların dünyevî tutkuları ve cismanî arzuları -herkesin istidadına göre- Hakk'a yakın durmalarının enginliğinde ve bir okyanus mahiyetindeki tevhidî mülâhazalarının derinliğinde tamamen eriyip gittiğinden, onların bu isteklerinin yerini, farklı bir desen ve şiveyle Hak hoşnutluğundan kaynaklanan bir zevk-i rûhânî almıştır. Bu itibarla da, Hak rızasına adanmış ruhlar, kalbî ve rûhî hayatın zirvelerinde meleklerle fizik ötesi bir havayı solukladıkları aynı anda, dünyalılarla da örfâneler teşkil ederek hasbıhalde bulunabilir ve dünyevîliğin meşrû bütün gereklerini yerine getirebilirler. Bu açıdan da onlar, hem dünyevî hem de uhrevî sayılırlar. Dünyevîlikleri, sebepler dairesinde bulunmalarından ve sebeplere riayet etme sorumluluğundan, uhrevîlikleri de her meseleyi kalbî ve rûhî hayatlarına göre değerlendirmelerindendir. Kalbî ve rûhî hayatın belli ölçüde dünyevîliği tahdîdi, tamamen bir terk mânâsına gelmediği için, onların dünyadan bütün bütün kopmaları da söz konusu olmasa gerek. Dünyadan kopmaları bir yana, onlar, her zaman dünyanın tam göbeğinde durur ve ona hükmederler; ama bu duruş hiçbir zaman dünya için ve dünya adına bir duruş değildir. Aksine bu duruş, Allah adına esbaba riayet ve her şeyi ötelere bağlama hesabına bir duruştur.

Esasen, bedeni kendi çerçevesinde, rûhu da kendi ufkunda tutmanın; ya da hayatı, kalb ve ruh hakimiyetine bağlı götürmenin yolu da bu olsa gerek. Sınırlı beden hayatının çerçevesi cismaniyetin darlığı ölçüsünde, aksine her zaman sonsuza açık bulunan rûhî hayatın ufku da nâmütenâhiliklere müteveccih olmalıdır. İşte insan, bu seviyedeki hayat ufku itibarıyla eğer, hep müteâl düşüncelerle otururkalkar; hayatını onu bahşedene bağlı götürür, yaşatmayı yaşamanın en önemli derinliği sayar ve hep zirveleri kollarsa, ister istemez müteâl bir programın uygulayıcısı hâline gelir; dolayısıyla da, belli çerçevede şahsî hazlarını ve zevklerini sınırlandırmış olur.

Şüphesiz hayatı bu ölçüde bir derinliğe bağlı götürmek oldukça zordur; ama bu zor iş, kendini Allah'a adamış, O'nu tanıtıp sevdirmeyi hayatının gâyesi hâline getirmiş; sabah-akşam bir eli insanların kalb kapılarında, diğer eli de Hakk'ın kapısının tokmağında hiç bitmeyen bir mekik hareketiyle gelip-gidip herkesi Hak'la buluşturmaya çalışan ruhlar için gayet kolaydır..

Adanmışlığın yürekten ve samimî olmasına göre her zaman, böylelerine Cenâb-ı Hak tarafından özel bir teveccüh söz konusudur. Evet bir insan, gönülden Allah'a bağlanması ve O'nu hoşnut etmeyi hayatının gâyesi hâline getirmesi ölç3ünde iltifat görür, takdir alır ve gökler ötesi âlemlerin muhavere mevzuu olur. Böyleleriyle alâkalı Kur'ân'ın ortaya koyduğu resim temâşâya değer bir resimdir: "Onlar öyle bahtiyar yiğitlerdir ki, ne ticaret, ne alışveriş alıkoymaz onları Hakk'ı anmaktan, namaz kılıp zekat vermekten.. (Nasıl alıkor ki) onlar, kalb ve gözlerinin dehşetle hâlden hâle gireceği bir (müthiş) günün endişesiyle hep korkar dururlar. Allah da onlara, bu hâllerine karşılık mükâfatların en güzelini verir ve dilediğine (fazlından) daha da fazlasını lütfeder." (Nur sûresi, 24/37-38)[18]

e. Fedakârlık, Sadakat ve Vefa

Gülen hareketinde tebarüz etmiş önemli dinamiklerden birisi de fedakârlık ve sadakattir. Burada yine bu kavramlar, İslami gelenekteki ortak vurguyu hatıra getirebilir. Yani niçin Gülen ya da herhangi bir hareketin kendine has dinamikleri arasında yer alsın ki? Bu soru başka çağrışımlar da yapabilir. Daha önce birkaç kez vurgulamaya çalıştığımız gibi, Gülen diğer dinamiklere kazandırdığı açılımı ve anlam zenginliğini bu kavramlara da kazandırmıştır. Milletin hamiyetperver duygularını öyle harekete geçirmiştir ki, ondan yepyeni bir fedakârlık sistemi ve seferberliği üretmiştir. Gülen hareketinde fedakârlık veya sadakatten bahsettiğimizde artık, normal bir cömertlikten ya da salt bir dayanışma ve yardımlaşma faaliyetinden söz etmiyoruz demektir. Çünkü Gülen diğer dindarlık ölçütlerinde olduğu gibi, burada da bu insanî ve ahlâkî duygunun son sınırlarına ulaşan açık uçlu bir fedakârlık öngörmektedir. O, dindarlık ya da insanlık adına hizmet söz konusu olduğunda, hiçbir zaman azla ve normal sınırlarla yetinmez. Sanki, insandaki hayır, sadakat ve vefa duygularının şahlandırılmasını istemektedir âdeta. Bu yüzden Gülen yazı ve hitabelerinde sık sık "küheylan, çatlarcasına koşan at, kanatlanmış üveyk vb." metaforuna atıfta bulunur. At ve küheylan onun sisteminde, gece gündüz hizmet için koşturan muhabbet kahramanlarını, üveyk de yüksek ve yüce idealleri simgelemektedir. Buradan onun kahramanlarının her birisinin birer mefküre insanı olduğunu keşfediyoruz.

"Fedakârlık da tebliğ adamının en mühim hususiyetlerinden birisidir. Baştan fedakârlığı göze almayan, alamayan insanlar, asla dâvâ insanı olamazlar. Dâvâ insanı olmayan kimselerin başarılı olmaları da söz konusu değildir. Evet, gerektiği yerde mal, gerektiği yerde can, hatta evlad ü iyal, makam, mansıp, şöhret.. vs. gibi çoklarının dilbeste olduğu, gayei hayâl bildiği şeyleri, bir çırpıda terk etmeye hazır olanlar ve bunların sahip çıktıkları dâvâ neticede varıp zirvelere oturması muhakkak ve mukadderdir.

İşte Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de Mekke'de dâvâsının temellerini atarken başta kendisi ve sonra da yakın çevresinden başlayarak, dâvâsına gönül veren bütün insanlara bu fedakârlık ruhunu aşılamış, anlatmış ve yaşayarak da göstermiştir. Mesela, Hz. Hatice (r.anha), Nebiler Serveri'nin ilk eşi, dünya ve âhiretin sultanı Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e daha isteme sıkıntısını bile yaşatmadan, varını-yoğunu inandığı o kudsî dâvâ uğruna harcamıştır. Mekke müşriklerine İslâm'ı anlatmaya yönelik verilen ziyafetlerin tüm masraflarını O karşılamıştır.. ve İslâm öncesi Mekke'nin en zenginlerinden biri olan bu şanlı kadın, vefat ettiğinde herhâlde kefen bezi alacak kadar bile olsa imkânı kalmamıştı.

Her dâvâ insanı, mâlik olduğu maddî imkânları sarf etmesinin yanında, doğup büyüdüğü çevreyi yine sadece dinini, düşüncesini, hürriyetini, insanlığını daha iyi duyup yaşayabilmesi için icabında terk etmesi de, yani onun hicreti de fedakârlığın ayrı bir buududur. Bakın, başta Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.anhüm) olmak üzere zengin-fakir, genç-yaşlı, kadın-erkek.. hemen hepsi hicret etmişlerdir. Ve hicret edip ata yurtlarını, ana yurtlarını terk ederken, bütün mal varlıklarını da, Mekke'nin zalim ve cebbar insanlarına bırakmışlar ve ancak yol azığı olabilecek miktarda çok az bir şeyi beraberlerinde götürebilmişlerdir. Evet, Muhacirler inandığı, gönül verdiği dâvâlarını tebliğ ve temsil etme için böylesi fedakârlığa katlanırken, Medine'de onlara kucak açan, onları bağırlarına basan Ensar da fedakârlığın ayrı bir derinliğiyle onlara karşılık vermiştir. Evet, Ensar aynı dine inandıkları Mekkeli kardeşlerini, fakir olmalarına, çiftçilikle geçinmelerine rağmen bağırlarına basmış ve onlara fevkalade civanmertçe davranmışlardır.

Günümüzün irşâd ve tebliğ erleri de, hemen her sahada hep bir zirve toplumu sayılan Ashab-ı Kiram tarafından temsil edilmiş bu fedakârlık anlayışını hayatlarına tatbikle aynı performansı göstermek zorundadırlar. Aksi hâlde başta da ifade ettiğimiz gibi, bu kişilerin tebliğ çalışmalarında başarılı olmaları düşünülemez.[19]

Vefa, dost ikliminde yetişen güllerdendir. Onu düşmanlık atmosferinde görmek nâdiratdan ve hatta mümkün değildir. Vefa, duyguda, düşüncede, tasavvurda aynı şeyleri paylaşanların etrafında üfül üfül eser durur. Kinler, nefretler, kıskançlıklar ise onu bir lâhza iflah etmez öldürür. Evet o, sevginin, mürüvvetin bağrında boy atar, gelişir, düşmanlık ikliminde ise bir anda söner gider.

Vefayı; insanın, gönlüyle bütünleşmesi şeklinde tarif edenler de olmuştur. Eksik olsa bile yerindedir. Doğrusu, kalbî ve ruhî hayatı olmayanlarda vefadan bahsetmek bir hayli zordur. Konuşurken doğru beyanda bulunma, verdiği sözlerde, ettiği yeminlerde vefalı olma gönül hayatına bağlıdır. Kendini yalan ve aldatmadan kurtaramayan; her an verdiği söz ve yeminlere muhalif hareket eden ve bir türlü yüklendiği mesûliyetlerin ağırlığını hissetmeyen iki yüzlü ve müraî tiplerin gönül hayatları olabileceğine ihtimâl vermek, sadece bir aldanmışlıktır. Böylelerinden vefa beklemek ise bütün bütün gaflet ve safderûnluk ifâdesidir.

Evet, vefasıza güvenen er geç iki büklüm olur. Onunla uzun yollara çıkan yolda kalır. Onu rehber ve rehnümâ (yol gösterici) tanıyanların gözü, daima hicranla dolar.

Vefa umarken ondan
Doldu gözüm hicrandan
Kaldım yaya dermandan..

Ferd, vefa duygusuyla itimada şâyân olur, yükselir. Yuva, vefa duygusu üzerine kurulmuş ise devam eder ve canlı kalır. Millet bu yüce duygu ile faziletlere erer. Devlet, kendi teb'asına karşı ancak bu duygu ile itibarını korur. Vefa düşüncesini yitirmiş bir ülkede, ne olgun fertden ne emniyet vadeden yuvadan, ne de istikrarlı ve güvenilir devletten bahsetmek mümkündür. Böyle bir ülkede fertler birbirlerine karşı kuşkulu; yuva kendi içinde huzursuz, devlet teb'aya karşı uğursuzlardan uğursuz ve her şey birbirine karşı yabancıdır, tıpkı câmidler gibi. Üst üste ve iç içe olsalar bile...[20]

f. Temsil ve Tebliğ

Bugün yeryüzünde, her biri geçmişten devr aldıkları büyük dava ve iddiaları seslendiren bir sürü siyasî, felsefî ve ideolojik hareket ve düşünce ekolü mevcuttur. İçlerinde öyleleri vardır ki, söylemleri insanlık adına faydalı şeyler içeriyor olsa da, sanki bunlar yalnızca dile getirilmek ve sloganlaştırılmak için var olmuşlardır. Onları topluma indirmek, neredeyse caiz görülmemiştir. Uygulanabilirlik imkânı nedir, temsil edebilecek kimseler tarafından mı seslendirilmektedir gibi kriterlere ve toplumsal realitelere meydan okumaktadırlar âdeta. Buna rağmen aslında her fikir, düşünce ve hareketin bir teorik, bir de pratik yönünden bahsedilebilir. Burada fikir ve teori ne kadar önemli ise, bunların pratikte uygulanabilir olması da o kadar önemlidir. İşte bu noktada fikirleri pratize edecek kimselerin ehemmiyeti ortaya çıkmaktadır. Onların liyakatları, temsil ve ifade kabiliyetleri bu husustaki başarıda belirleyici olacaktır. Temsil, fikir ve ideallerin uygulanabilirliğini ihtiva ettiği gibi, sahiplerinin inandırıcılığını ve samimiyetlerini de kuşatır. Hiçbir hareket, yeterli temsil kabiliyetini haiz kimseler olmadan herhangi bir muvaffakiyet elde edemez. Muvaffakiyetin ölçüsü şu ya da bu kritere göre değişebilir olması bu hakikatin geçerliliğini zedelemez.

Gülen, diğer dinamiklerde olduğu gibi, ilk yıllardan itibaren bu temsil hakikati üzerinde de ısrarla durur. O, Peygamberlerin, sahabenin ve hatta havarilerin samimiyet, heyecan ve hareket dolu hayat serencâmelerinden pasajlar takdim ederken, esasında sürekli bu yöne dikkat çekmiştir. Bu örneklemeler üzerinden, temsil esasını açımlamayı ve temellendirmeyi düşünmüştür. Burada onların davalarının tebliğe dönük içeriği önemli olduğu kadar, bu tebliğ sahiplerinin şahsiyetli duruşları, sabır, tahammül ve samimiyetleri de önemle dikkatlere sunulmaktadır. Gülen bu esası hareketin kendisi kadar önemsemektedir. Yani herhangi bir tebliğde, bir fikri dile getirmede, örgütleme ve uygulamada, o fikir ve dava sahiplerinin temsil kabiliyetleri, liyakat ve samimiyetleri her şeyden önde gelmektedir. Bu onun için vazgeçilmez bir esastır. O kadar ki, çağdaş hareketlerin hiç birisi bu esası bu denli ciddiye almamış, onu hareketin dahili dinamikleri arasında saymamıştır. Hatta ona göre, temsil keyfiyetiniz yoksa, sizin ciddiye alınacak herhangi bir fikriniz, topluma söyleyebilecek bir şeyiniz de yok demektir. Gülen bu ilkeyi (temsil) iç-dış bütünlüğü olarak da yorumluyor;

"İç-Dış Bütünlüğü, Dünyayı düzeltmeye kalkanlar, önce kendilerini düzeltmelidirler. Evet, önce içlerini kinden, nefretten, kıskançlıktan, dışlarını da her türlü uygunsuz davranışlardan temiz tutmalıdırlar ki, çevrelerine misal teşkil edebilsinler. Kendi içini kontrol edememiş, nefsiyle savaşamamış, duygu âlemini fethedememiş kimselerin etrafa sunacakları mesajlar, ne kadar parlak olursa olsun, ruhlarda heyecan uyaramayacak, uyarsa da sürekli tesir bırakamayacaktır." [21]

"Gönüller İslâm'a kulak vermeyince o da sesini duyurmaz; davranış ve temsil sözü derinleştirmeyince, onun da sesi kısılır ve kat'iyen ruhlarda teveccüh uyaramaz. Söz, temsil kanatlarıyla uçurulabildiği ölçüde gönüllerde heyecan uyarır ve bütün enginlikleri aşarak gider her istidâda ulaşır." [22]

"Müminler, çok samimi ve yürekten inanmalı, Cenâbı Hakk'ı her an görüyor gibi bir tavır ortaya koymalı ve O'nun tarafından görülüyor olmanın mehâbetini üzerlerinde taşımalı. Hakiki bir müminin, birilerine uzun boylu akıl hileleri yapmaya, mantık oyunları oynamaya ihtiyacı olmamalı; hal ve tavrı yetmeli bir şeyler anlatmaya, muhatabını ikna etmeye. Yatıp kalkması, konuşması, bakışı, duruşu yetmeli.. O'nu görenler 'Bu ciddi adamda ciddiyetsizlik olamaz, bu temiz yüzde yalan bulunamaz.' demeli. İşte, bizim en büyük problemlerimizden bir tanesi, hem toplum ve hem de fert planında bu tavrı sergileyememe ve içteki olgunluğun dışa yansıması olan bu görüntüyü yakalayamamadır...[23]

Evet, onbir havarinin bütün dünyayı sarsmalarındaki büyü, samimiyetleridir, hallerindeki inandırıcılıktır. Sahabe efendilerimizin kısa zamanda bütün dünyaya iman nuru götürebilmelerinin ve gittikleri her yerde hüsnü kabul görmelerinin en önemli sebebi mümince tavırlarıdır. Asırlar sonra, Üstad'ın talebeleri de ihsan duygusuyla yaşama, ihlas ve samimiyetle dopdolu olma örneği sergilemişlerdir. Fakat günümüze doğru gelindikçe Müslümanlarda kemmiyet planında bir genişleme olmuş; ama içteki mânâ ve ruh korunamamış, aynı seviyede götürülememiştir.Bugün bizde de akıl var, mantık var; ilim, fen ve teknoloji açısından eskilerden çok daha ileriyiz. Fakat eskilerin taşıdığı yürek yok. "Kalbin her atışında Allah'ın duyulması ve o duyuşun bizim çehremize aksetmesi." nimetinden mahrumuz. Oysa kalb atışlarımız; tıpkı bir saatın iç hareketi ve çalışmasının dışarıya aksetmesi; akrep ve yelkovanın sâlise, sâniye ve dakikayı "Burada bir takvim işliyor." diyerek göstermesi gibi dışa aksetmeliydi. Canlılığın asıl merkezi, insanın içidir, gönlüdür. [24]

Gülen, İslam dünyasındaki müzmin toplumsal duruşun nedenini de, temsil yönünün eksikliğine bağlar; "İşte, İslâm dünyasının eksiği, ilim değil, teknoloji değil, zenginlik değildir. İtiraf etmeliyim ki, bunların hepsinin kendilerine göre birer tesiri vardır; fakat, müessir diyebileceğim ölçüde, diyebileceğim ölçüde diyorum çünkü hakiki müessir Allah'tır tesirli bir şey varsa, o da haldir, keyfiyet derinliğidir, engin bir gönül dünyasının oturuşa kalkışa, yürüyüşe duruşa yön vermesidir.Bizim eksiğimiz mümince görüntüdür.Bu yüzden günümüzde bir Sadreddin Konevî yok, bir Mevlana yok, Nakşibendi Hazretleri, Hasan Şâzelî, Ahmed Bedevî, İmamı Rabbâni, Mevlanâ Halid ve bir Bediüzzaman yok.. yok.. yok.Dolayısıyla manevî heybet ve ağırlığı olan büyüklerin insibağından mahrum yaşıyoruz. İslâm'ın yorumlanması biraz bizim tavırlarımızla alakalıdır. Biz Kur'ânı Kerim'e muhtaç olduğumuz kadar Kur'ân da kendisini ifade etme adına samimi ve gönlü Kur'ânlaşmış insanlara muhtaçtır." Bütün ihtişamıyla yüksek raflarda, kadife bohçalar içerisinde muhafaza edilen Kelamı İlâhî, öpülüp başlara konan bir Kitap olsa da, eğer onu temsil eden insanlar yoksa, o kendini anlatamıyor demektir. Kur'ân her zaman vardı ve indiği andan itibaren de mücessem bir ruh halinde insanlara rehber oldu. Fakat gördüğünüz gibi, O'nun sesi bazen gürül gürül çıktı, kevn ü mekânı inletti, çınlattı; bazen de ağzına fermuar vurulmuş gibi sustu, harem odalarına kilitlendi, kadife mahfazalar içinde hep bağlı kaldı." [25]

Hâsılı temsil güçlü oldukça tebliğ de güçlü oldu, zayıf kaldıkça da tebliğ güdük kaldı.

"Ve işte Kur'ân, bu canlı, şuurlu ve iradeli temsilcilerini bulamadığı her devirde hazin bir gurbet yaşamıştır/yaşamaktadır. O mükemmel Kitap, ancak mükemmel bir temsilci kadrosuyla sesini soluğunu duyurabilir. Eğer, O'nun sesini gerçekten aksettirecek insanlar olsaydı, ilk nefeste onu duyar, ikinci nefeste de seslerini tâ göklerin ötesine duyururlardı..

Maalesef, günümüzde İslâm'ı araştıran, dinimize sıcak bakan insanlar bize takılıyor. Kendimizi, Cenâbı Hakk'ın adını yüceltmeye tamamen adasak, dinin bir aksesuarı haline gelsek ve insanlar bize takılmasa, onların hakikatle buluşmaları daha kolay olacaktır. Ve esas olan da; aradan çekilmek, aradaki engelleri bertaraf ederek insan gönlüyle Allah'ı (celle celâluhû) buluşturmaktır. Ama biz arada olunca, düşüncelerimiz, tavırlarımız, hallerimiz araya bir engel gibi girince insanlar bize takılıyor; haylulet oluyor, hüsuf-küsuf yaşıyorlar.. Şu teessür, üzüntü ve gözyaşlarımız kendimizi sorgulamaya bizi sevk ederse, ben de abes konuşmadığıma inanacağım. Okuduğum, dinlediğim ve konuştuğum şeyler bana hayat vermiyorsa onların size tesir etmesini bekleyemem..

Hasılı, her birimiz Rabb'imiz, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), din ve milletimiz hatrına bize bakanlara "Yalan yok çehresinde." dedirtmeli; ve muhataplarımızı "Eğer bu insanları böyle yüksek bir karakter ve ahlâka ulaştıran sâik dinleri ise, onların dini de yalan olamaz." hakikatine ulaştırmalıyız."[26]

"Tebliğ vazifesini iş edinenlerin, Allah Rasûlü'nün tavır ve hareketlerinden alacakları çok dersler vardır. Evet, gönüllere girmenin, başkalarına müessir olmanın ve kalplere taht kurmanın tek şartı, Allah Rasûlü'nün yaptığı gibi, söylenen her şeyi evvela, söyleyenin kendisinin yaşamış olmasıdır. Birisine, Allah korkusundan gözyaşı dökmenin lüzumunu mu anlatmak istiyorsunuz; evvela, gece kalkıp kendi seccadenizi ıslatıncaya kadar ağlamalısınız. İşte o zaman o gecenin gündüzünde ettiğiniz sözler sizi de hayrete sevk edecek şekilde müessir olacaktır. Yoksa "Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?" (Saf sûresi, 61/2) âyetinin tokadını yer ve hiçbir zaman tesirli olamazsınız." [27]

"...Evet, tebliğ adamı bu hususa çok dikkat etmelidir. Halkın arasında iken nasıl bir davranış sergiliyorsa, bunu yalnız kaldığı zamanlarda da devam ettirmeli ve gizli-açık bütün davranışlarında samimî olmaya gayret göstermelidir. Hem öyle göstermelidir ki, içtimaî ve ferdî davranışlarında kat'iyen herhangi bir tenâkuza düşmemelidir. Evet, onun gecesi de gündüzleri kadar aydın, gündüzleri ise güneşe fer verecek kadar pırıl pırıl, berrak olmalıdır. Dikkatsizlik neticesi işlediği küçük bir hata, samimî bir mübelliği iki büklüm edip inletmelidir. O, teheccüt ile nurlandırmadığı gecenin sabahında, namazdan bahsetmekten hayâ etmeli. Gözüne takılan bir haramın kirini, gözyaşlarıyla yıkayıncaya kadar da durmadan ağlamalıdır. Ağzına girecek bir haram veya şüpheli lokma, ona günlerce karın ağrısı olmalı ve bir inhiraf ruhunda cehennem alevleri gibi kendini hissettirmelidir.

Ferdin kendisinde tatbik görmeyen düşünce ve fikirler, ne kadar cazip ve hayat için ne kadar lüzumlu da olsalar, yine de istenen seviyede hüsn-ü kabul görmezler. Çünkü söylenen sözler, bizzat söyleyenin vicdanında mâkes bulmuş değildir. Ferdin vicdanına oturmayan bir düşüncenin, umumun vicdanında makes bulmasını arzu etmek, imkânsız bir şeyi arzu etmek gibidir." [28]

Gülen hareketinin dahili dinamiklerini ortaya çıkarmak ve bunları sistematik bir biçimde yorumlamak elbette burada zikrettiğimiz hususlarla sınırlı değildir. Gülen'in söylemine daha yakından baktığımızda, bu saydıklarımızın yanında daha pek çok kavram göze takılmaktadır. Meselâ "Tevazu ve mahviyet, kardeşlik ve tefani, maddi-manevi himmet ve hayırhahlık, Allah'la irtibat, evrâd ve ezkâr ile bütünleşme, gönül insanı olma, füyüzât hislerinden feragat ve müspet hareketi esas alma" gibi daha birçok kavramı okumak ve yorumlamak şüphesiz gerekmektedir.[29] Biz bir örnek oluşturması amacıyla bunlardan yalnızca birkaç tanesini ele aldık. Aldıklarımızı da geniş bir analize tâbi tutmadık. Ama sanıyorum bu kadarı bile bize, Gülen hareketine ve temel söylemine yönelik bazı ipuçları vermektedir. Hareketin sosyal realiteler dünyasındaki seyrini izlemek ve yorumlayabilmek için, bu temel dinamikler her zaman göz önünde tutulmalıdır. İster İslamî hassasiyetler noktasından, isterse de beşerî ve toplumsal telakki ve metodlar perspektifinden bakılsın, bu husus, diğer tüm İslamî hareketler için de geçerli bir esastır. Çünkü bu tür dahilî ve manevî dinamikler, her hareketin ideal ve sosyal varlığına vücut verirler. Hem tek tek birey ve müntesiplerin, hem de hareket ve cemaatin sosyal varlığının ve şahsiyetinin kılcal damarlarına ve insiyaklarına kadar her söz ve eylemine sirayet eder, şekil verir. İdealler ile sosyal pratik bazen zahirde ve sathi bir bakışta çelişikli bir durum arz edebilir. Bu durum genellikle, düşünce ve aksiyon dengesindeki nisbi değişimlerden kaynaklanır. Bazen aksiyon, düşünce ve idealin önünde olur, bazen de tersi olur. Veya ideal ilkeler ile sosyal pratikteki konjonktürel söylem arasında bir mesafe oluşabilir. Bu dengeler gözetilmeden yapılacak yorumlar, hareket hakkında insafsız birtakım eleştiri, hatta itham ve nitelemelere yol açabilir. Bu husus, İslam dünyasındaki hareketlerin birbirlerini yorumlar ve değerlendirirken sıkça düştükleri bir husustur. Konjonktürel gelişmeler, hareketlerin zahiri söylemlerini bazen şeklen ve mazmunen değişken değerler üzerinden biçimlendirebilmektedir. Bu da bazı yorumcularda, hareketin dahili /ideal ilkelerden uzaklaştığı kanaat ve vehmini uyarmaktadır. Oysa şurası bir gerçektir ki değişken değerler, sabitelere yer yer esneklik ve yeni açılımlar kazandırabilmek için gereklidir. Evet, değişken değerler konjonktürel ve sosyal süreçlerde ideal ilkeleri belirleyici olamazlar. Ama yeni açılım gerektiği anlarda etkileyici birer faktördürler. Değişim, her hareketin her an lüzum hissettiği bir şey değildir elbette. Hareket kendi kuytusunda ve dar muhitinde kaldığı sürece kendini, ideal ilkelerini ve söylemini yenileme ve onlara açılım kazandırma ihtiyacı duymayabilir. Bazı hareketlerin söylemlerindeki durağanlığın sebebi budur. Bu bile sorgulanabilir. Esasında değişken değerlerin varlığı, hem bir hareketin toplumsal adaptasyon kabiliyetini, hem de yeni ilişki ve değer üretebilme kapasitesini ortaya koyar. Buna sahip olamayan her hareket, ölmeye ve yok olmaya mahkumdur. Umarım burada "sabite ve değişken" değerler etrafında yürüttüğümüz mülahazalar doğru okunur. Bu kaygıyı dile getirişimizin sebebi, bu mevzuun oldukça kaygan bir zemine işaret etmesinden dolayıdır. Ayrıca "değişim" kavramına yönelik bugün bazı çağdaş fikir, hareket ve siyasal düşünce çevrelerinde müşahede ettiğimiz lakayd ve alabildiğine gevşek mülahaza ve yorumları hatırlatmasındandır. Çağdaş insanın her türlü bencil zevk ve tutkusunu ilahlaştıran, her değişim ve gelişmeyi kaçınılmaz bir durum ve sosyolojik bir veri gibi gören, çerçevesini her yaklaşımın kendine göre belirlediği sözüm ona özgürlükçü okumalar maalesef giderek yaygınlaşmaktadır. Burada elbette kastımız, bu ibahiyeci özgürlük anlayışlarının toplumlara dayatmaya çalıştığı değişim değildir. Akl-ı selim sahibi hiç kimse, böyle temelsiz bir değişimin sosyolojik imkânından söz edemez. Yine aynı nedenden dolayı her yorum ve analizin, hareketlerin sabit ve değişken değerlerine daha yakından bakması gerektiğini ifade ediyoruz. Bu hususun hareket analizlerinde yeterince değerlendirildiği kanaatinde değiliz. Hissi ve ideolojik okumalar her şeyi sığlaştırdığı gibi, hiçbir insanî ve ahlâkî kaygı da taşımıyor.

Sonuç ve Değerlendirme

Bir hareketi sosyo-kültürel değişim ve dönüşümleri içinde izleyen bir analizin karşılaşabileceği temel zorluklardan birisi, hareketin sabite ve değişkenlerini belirleyebilmektir. Bu, zor olmakla beraber ilkeli yorumun bir ön şartıdır. Bu yüzden hareketin temel dinamikleri, âdeta yorum ve analizciyi kendine bağımlı kılar. Değişken ve sabit bu kadar önemli olunca, herhangi bir hareketi ele alırken, işe öncelikle bu dinamiklerden başlamak neredeyse kaçınılmaz olmaktadır.

Bir hareket söylemi genelde iki unsur üzerinde şekillenir; Sabit ve değişken. Sabiteler o hareketin temel dinamiklerini, değişken de konjonktürel yorumunu ve açılımını ifade eder. Hareketler analiz edilirken genelde bu unsurlar ya bütünüyle göz ardı edilir veya birbirine karıştırılarak ele alınır. Bu da, hareketin değişim sürecini doğru bir şekilde izlemeyi zorlaştırır. Burada değişimden kastım, konjonktürel süreçlere göre sürekli renk ve şekil değiştirerek amacına ve varlık nedenine yabancılaşma değildir elbette. Sosyolojik anlamda, hareketin takip ettiği seyri kastediyorum. Bu açıdan kitapta yer yer temel dinamiklerin ehemmiyetinden bahsettim. Sonuçta harekete yönelik eleştiriler de, takdir ve tasvipler de, bu iki unsurdan birisinin öne çıkarılmasına göre şekillenmektedir. Yalnızca sabitelere takılan bir yorum, hareketin sosyal değişim ve gelişimler karşısındaki tavrını sağlıklı okuyamaz. Hareketi yalnızca toplumsal ve konjonktürel dönüşümler içinde okuyan yorumlar da, onu temel dinamiklerden taviz vermekle suçlamaktadır. Oysaki sağlıklı bir okuma ve yorum için, her iki unsura da birden bakılmalıdır. Çalışmada özellikle "sabit ve değişken" nitelemesi ve tespiti yapmadım. Ama hareketin söz ve eylemlerine yönelik yaptığım yorumlarda bu iki unsuru göz ardı etmemeye gayret ettim.

Burada Gülen hareketine yönelik net olarak bir şey söylemek gerekirse, onun gerçekten üzerinde analiz çalışması yapılmayı hak ettiğini ifade etmeliyim. Bir analiz için oldukça fazla malzeme olmakla birlikte, bu malzemeyi sistematik bir yoruma kavuşturmak, bazen bütün beşeri fikir ve hareketler tarihine dalıp çıkmayı gerektirmektedir. Yorucu bir maraton gibi âdeta. Az bir dikkatsizlik, yorgun ve hantal bir zihin bir anda her şeyi altüst edebilmekte, kurduğunuz fikrî çatıyı yıkabilmektedir. Bu yüzden sosyal hareket analizleri daha kolay yol olan serbest yorum usûlünü tercih eden çabalarla doludur. Tabi eğer böyle bir usul ve yöntem varsa. Batıda üretilmiş hazır kavram ve fikri çatıların açtığı patikalardan yürüyerek ortaya konan çabaları istisna edersek, İslam dünyasındaki hareketlere yönelik oluşmuş bir analiz geleneği bulunmadığını söyleyebiliriz. Bunu çalışmamda birkaç kez ifade ettim. Şüphesiz İslam dünyasındaki Gülen ve benzeri herhangi bir hareketi analiz edecek bir çalışma, her şeyden önce olaya dahilden bakabilmelidir. Yerleşik batılı kavram ve metotlarla hareket etmek, bizi hiçbir zaman sağlıklı bir neticeye götürmez. Şimdiye kadar ne oryantalist okumalar, ne de onların yerli versiyonları sağlıklı bir analiz ortaya koyamadılar. Oryantalist okuma, ince hatlarla belirlenmiş ideolojik bir okumaydı. Ürettiği metodoloji ve kavramsal çerçeve de bu ideolojiye uygun bir anlam dünyası inşa etmişti. Batılı kavramların ideolojik tasallutu, batılı bazı sosyal bilimcileri dahi rahatsız etmişti. Bu yüzden İslam dünyasıyla ilgili her yorum, hareketlere içeriden bakmalıdır diye tekrarla vurguluyoruz Yerleşmiş bir yorum geleneğinden yoksun olmanın verdiği zorluğu çalışmam boyunca hissettim. Onun için tam ve eksiksiz bir sistematik çatı geliştiremedim. Gülen hareketine yönelik ortaya koyduğum çaba bir taraftan bir anlama denemesi, diğer taraftan da sistematik bir yorum denemesi mahiyetindedir. Hareketle ilgili elbette söylenebilecek daha pek çok şey vardır. Çabamız yanlızca, onun dini, sosyal, fikri ve kültürel söylemini oluşturan ana parametrelerini ortaya çıkarmaya yöneliktir. Daha hassas ve daha uzun soluklu bir çalışma kuşkusuz gerekmektedir. Bu çaba, umarım böyle çalışmalara bir başlangıç ve ilk basamak teşkil eder.

Burada bir hususa daha değinmek istiyorum; Gülen'in toplumsal söylemini daha kapsamlı bir şekilde ortaya koymak için, Türkiye sosyal pratiğinde son yarım yüzyıl boyunca yaşanan olaylara biraz daha yakından bakılmalıdır. Biz bu detaylara fazla giremedik. F. Gülen'in diyalogla ilgili projesi Türkiye gündemine, siyasi kamplaşmaların zihinlerde kalın ideolojik duvarlar ördüğü bir dönemde girmiştir. 1980 öncesi yaşanan kamplaşmalar, hâlâ pek çok insanın düşünce ve siyaset dünyasına hükmetmekteydi. Bu farklılaşmış zihni yapıda taraflar, zaman zaman gündeme gelen bireysel diyalog çağrılarına katılmada fazla istekli davranmadılar. Tüm dünyada yaşanan kültürel ve ideolojik köklü değişime rağmen, Türk entelektüeli bu değişime kısmen direnen bir temayül sergiliyordu. Türkiye pratiğinde değişim ve dönüşüm taleplerini donduran farklı konjonktürel gelişmeler yaşanmadı değil. Ama değişim isteği de hiçbir zaman süreklilik arz etmedi. Esasında tek tek konuşulduğunda hiç kimse 80 öncesi yaşanan acı tecrübeyi yeniden yaşamak istemiyordu. Fakat blok halindeki söylemler bu tecrübeyi çağrıştıracak îmalara yer vermekten kaçınmadığı gibi, sanki bundan gizli bir hoşnutluk da duyuyordu. Kavganın böyle îmalı tutumlarla sürdürülmesi belki bazılarına zevk de veriyordu. Bu tutum sonuçta bir şekilde değişim taleplerine direnen bir isteksizlik üretiyordu. İşte Gülen'in çağrısı tam da bu ilişki krizine denk geliyordu. Bu uzun kriz ortamının detaylarına girilebilirse, daha pek çok şey vüzûha kavuşabilir. Ancak kitabın, Türkiye konjonktürüne ait detaylarla doldurulması, bugün dünyanın dört bir yanına dağılmış muhtemel okuyucu kitleyi fazlaca yorardı. Bu yüzden Gülen'in sosyal projesini vüzûha kavuşturmada önemli olmasına rağmen, bu tür detaylı analizlere girilemedi.

Diğer taraftan, ön sözde de ifade ettiğim gibi, hareketin iç dinamikleriyle ilgili alan hakkında fazla yorum yapma imkânım olmadı. Böyle bir gayret, kitabı çok daha hacimli kılardı. Ama şuna inanıyorum ki, hareketin dahili ve temel dinamiklerini merkeze alan bir çalışma, Gülen hareketini çok daha sistematik bir şekilde yorumlayabilir. Bu dinamiklerin sistematik yorumu bize, İslam dünyasındaki tüm benzeri hareketleri analiz etmede genel bir metodolojik çerçeve de verebilir. İslam dünyasında, referansı İslam olan hiçbir hareket bu dinamiklerden vâreste kalamaz. Öyleyse dahili dinamiklerin sistematik yorumu her açıdan güçlü bir çabayı hak etmekte ve gerektirmektedir.

Gülen hareketi temelinde ele aldığım dinamiklerin, bu hareketin en merkezi değerlerini ifade edip etmediğinden fazla emin değilim. Fakat bireysel olarak ortaya koyduğum çabada bunlar bana, hareketin dini ve sosyal tutumunu izlemede ciddi kolaylıklar sağladığını belirtmeliyim. Hangi konuya eğildiysem, bu dinamiklerin dolaylı ya da doğrudan kültürel etkilerini müşahede ettim. Daha doğrusu bu dinamiklerin, hareketin dini, sosyal ve kültürel her eylemini kuşattığını gördüm. Bu da onların, hareket için birer anahtar kavram mesabesinde olduğunu göstermektedir.

Hareketle ilgili belki çok daha net bir çerçeve ortaya konabilirdi. Şahsen yorumlarda her şeyi açık uçlu bırakmayı tercih ettim. Zira hareket hakkında nihaî bir yorum ve çerçeve ortaya koymak için, bir iki zayıf çabanın yeterli olmayacağı kanaatindeyim. Bu tüm hareketler için de geçerlidir. Böyle bir metodolojik çatı, bu çalışma için henüz oldukça erken bir karar olurdu. Umarım her şey, bu anlama çabasından ve denemesinden beklenmez. Her şeye rağmen efkâr-ı âmmeyi ve hâssayı, hareket üzerinde biraz olsun derinlemesine düşünmeye sevk eder ve dikkatleri ona yönlendirirse bu bizi mutlu kılacaktır.

Bir diğer husus da şudur: Gülen hareketinin dini vechesini yeterli ölçüde tahlil ettiğimiz söylenemez. Bu, iki açıdan bilinçli olarak yaptığımız bir tercihten kaynaklandı. İlki, kitabın genel muhtevasıyla ilgili. Biz öncelikle hareketin, kültürel ve sosyal kimliğini ve misyonunu ön plana çıkarmayı hedefledik. Bu yüzden de dini açıdan daha fazla detaya girmeyi lüzumlu görmedik. İkincisi de, çalışmanın dili ve üslûbuyla ilgiliydi. Yani çalışmayı, sosyal bilim söyleminin dil ve metodolojisi temelinde sürdürdüğümüz için, dini söylemin dil ve üslûbunu kullanmadık. Kuşkusuz Gülen, her şeyden önce dini bir şahsiyettir. Bir âlim, bir vaiz ve dini gelenekten gelen bir mütefekkirdir. Onun bu kimliğinin bütün söz ve eylemlerini kuşattığında şüphe yoktur. Dini söylemi takip ederek yapılacak bir çalışma, Gülen hareketinin farklı dini hassasiyetlerini de daha yakından gözleme imkânını verecektir. Biz bu kitapta, bu iki farklı söylemin detaylarına fazla nüfuz etmek istemedik. Söylem farklılığının dile ve üslûba tanıdığı imkân nispetinde ortak bir üslûp geliştirmeye çalıştık. Bu da bizi, hareketi dinî açıdan yeterli bir tahlile tâbi tutmaktan alıkoydu. Onun için kitabın üslûp ve muhtevası, belki bazı çevrelerin beklentilerine cevap vermeyebilir. Buna rağmen, hareketi tahlil ederken, ele aldığım her mevzuyu, tarih karşısında belli bir mes'uliyet hissi ve şuuru taşıyarak yorumlamaya gayret ettiğimi söyleyebilirim. İctihat ve yorum hatası ile bilgi ve deneyim eksikliğinden kaynaklanabilecek olumsuzlukları umarım okurlar sağduyu ile karşılar. Çaba bizden muvaffakiyet ise Allah'tandır.

Son olarak, Gülen hareketi hakkında şunları söylemek mümkündür.

Gülen hareketi;

  • Siyasal ve ideolojik bir hareket değildir.
  • Bütünüyle sivil inisiyatiflerin ürettiği bir harekettir.
  • İslâm'ın, zengin toplumsal ve kültürel ilişki üretebilme kapasite ve dinamizmini gösteren önemli bir deneyimdir.
  • İnsanî ve toplumsal yeni bir fedakârlık sistemi geliştirmiştir.
  • Toplumu bütün kesimleriyle kucaklayan paylaşımcı bir yapıya sahiptir.
  • Dini değerler ile toplumsal idealleri birleştiren ve bütünleştiren uzlaşmacı ve kaynaştırıcı bir harekettir.
  • Bireysel kabiliyetlere fazla vurgu yapmasa da, müntesiplerine geniş bir sosyal kimlik ve şahsiyet kazandırmaktadır.
  • Klasik anlamda bir tarikat yapılanması olmadığı gibi, çağdaş anlamda seküler bir hareket de değildir.
  • Dini ve kültürel açıdan hoşgörü ve sevgiyi; sosyal açıdan uzlaşma ve diyaloğu; davranış ve aksiyon açısından da müspet hareketi esas alan pozitif bir harekettir.
  • Ne maddi ve dünyevi herhangi bir beklenti, ne de siyasal erki ele geçirme gibi gizli bir faaliyet içinde bulunmayan bir harekettir.
  • Toplumdan almayı değil, daima ona vermeyi ilke edinmiş fedakâr ve diğerkâm bir harekettir.

Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı, Yeniakademi Yayınları

[1] Bkz.: M. F. Gülen, Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 112, 120; Günler Baharı Soluklarken, 86.
[3] Bkz.: M. F. Gülen, Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 189-190; Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 101.
[4] M. F. Gülen, İ'lâ-yı Kelimetullah veya Cihad.
[5] Bkz.: M. F. Gülen, Fasıldan Fasıla, 4/87; İrşad Ekseni, s. 17, 200; Prizma, 1/206, 226, 4/49, 57, 261.
[6] M. F. Gülen, Yitirilmiş Cennete Doğru, s. 128
[7] M. F. Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk, s. 138
[8] M. F. Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk, s. 142
[9] M. F. Gülen, Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 218-219
[10] M. F. Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 108
[11] M. F. Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 121
[12] M. F. Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 85-86
[13] M. F. Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk, s. 191, 194
[14] M. F. Gülen, Çağ ve Nesil, s. 143
[15] M. F. Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk, s. 261
[16] M. F. Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 87.
[17] Bkz.: M. F. Gülen, Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 185, 187, 189; Beyan, s. 48, 55, 113, 142.
[18] M. F. Gülen, Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 37.
[19] M. F. Gülen, İrşad Ekseni, s. 188-189.
[20] M. F. Gülen, Buhranlar Anaforunda İnsan, s. 38-39.
[21] M. F. Gülen, Ölçü ve Yoldaki Işıklar, s. 208.
[22] M. F. Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk, s. 4.
[23] M. F. Gülen, Sohbet-i Canan, s. 96.
[24] a.g.e., s. 98-99.
[25] a.g.e., s. 99-100.
[26] a.g.e., s. 103-104.
[27] M. F. Gülen, Sonsuz Nur, 1/244-248.
[28] M. F. Gülen, İrşad Ekseni, s. 134-136.
[29] M. F. Gülen, Prizma, 1/12-15, 3/50-52, 143-146; Çağ ve Nesil, s. 21, 57-60; Yeşeren Düşünceler, s. 19-22.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.