Şeytanın santralı ve peygamber yolu

Şeytanın santralı ve peygamber yolu

Nefis belli yollarla tezkiye edilir ve kalb kapıları şeytan sinyallerine karşı sürgülenirse, nefs-i emmâre itminana erip saffet kesbedebilir ve bu sayede, nefis kalbin vefâdâr bir refîkı haline gelebilir.

İmam Bûsîrî meşhur kasidesinde terbiye görmemiş nefsin halini şöyle bir teşbihle dile getirir:

وَالنَّفْسُ كَالطِّفْلِ إِنْ تُهْمِلْهُ شَبَّ عَلَى * حُبِّ الرَّضَاعِ وَإِنْ تَفْطِمْهُ يَنْفَطِمِ

“Nefis tıpkı süt emen bir çocuk gibidir. Şayet (vakti geldiği hâlde onu sütten kesmez de) kendi hâline bırakırsan, süt emme arzusu gittikçe kuvvetlenir. Bir kere sütten kesme iradesini gösterebilirsen, o zaman da sütten kesiliverir.” Evet, nefis de tıpkı bir çocuk gibidir; sütten kesme mevsiminde sütten keserseniz, kesilmiş olur. Yoksa ne yaşlanır, ne başlanır; on yaşına girer, on beş yaşına girer, yine de “Anne sütü!” der, durur. Vaktinde önünü kesmek lazım; siz, onun önünü kesmezseniz, bir yerde durdurmazsanız, o, bütün hayat boyu hep sizin önünüzü keser-durur gideceğiniz “Peygamberler Yolu”nda, Allah’a ulaşma güzergâhında.

Nefis, insanın başına musallat olmuş şeytanın bir sistemi, bir mekanizmasıdır insan mahiyetinde. “Tezkiye” ile, “tasfiye” ile onu “sâfiye”ye, “zâkiye”ye yükseltebilirseniz, o zaman, “Latîfe-i Rabbâniye”nin bir refîk-i sâdıkı olur. Kendi başına kalırsa, şeytanın arkadaşlığı ile sahibini burnunun üstüne hayat boyu süründürür-durur; öyle geldi dilime, “hayat boyu”.

Evet, o iki mısra, mesnevî şeklindeki Kaside-i Bür’e (Bürde)’den. İmam Bûsîrî, Efendimiz’i medh sadedinde söylemiş fakat içinde değişik konular da ifade ediliyor. Burada da nefis terbiyesi ve tezkiyesi ile alakalı iki mısra var. Hazret, yerinde böyle nefsin korkutucu yanını ifade etmenin yanı başında, en son kendisinin Rabbimiz ile münasebeti ve Efendimiz ile alakası açısından durumunu ifade ederken, der ki:

يَا نَفْسُ لَا تَقْنَطِي مِنْ زَلَّةٍ عَظُمَتْ * إِنَّ الْكَـبَائِـرَ فِي الْغُفْرَانِ كَاللَّمَمِ

“Ey nefis! Allah’ın rahmetinden ümidini kesme! Koca koca günahlar, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet deryasında sadece işin üzerindeki birer dalga, birer köpük gibidir.” Birisi, bu mazmunu, bu mefhumu çok güzel şekilde, Türkçe, yine nazmen şöyle ifade eder: “Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gamdır ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehû şey’ün kalîl!..” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle çok az bir şeydir; deryada damla bile değil.) Son üç tane söz, Arapça. Günahlar, Kafdağı kadar bile olsa… “Ey Celîl!” diyor orada çok haklı olarak; çünkü o, Cenâb-ı Hakk’ın Celâline bakıyor; orada toparlanmak iktiza ediyor. Ama rahmetin bahrına, deryasına nispeten, o çok az sayılır; ne olacak, bir damla!..

Nefis, hepimizin başının belası; teker teker, ferden ferdâ, hepimizi saptırmak, yüz üstü yere vurmak, süründürmek için bize musallat olmuş bir şey. Nefis, mahiyetimize konmuş!.. Bununla beraber, bir şâir-i şehîrimiz, ona, “Allah’ın bir rahmeti” der; çünkü o, bizim mahiyetimizde olmasa, böyle bir düşman ile karşı karşıya olduğumuz duygusu/düşüncesi bulunmaz bizde. Öyle tehlikeli bir düşman ki, bünyemizde taşıdığımızın şuurunda olursak şayet, sürekli Cenâb-ı Hakk’a sığınma duygusu hâsıl olur. اَللَّهُمَّ نَفْسًا مُطْمَئِنَّةً، رَاضِيَةً، مَرْضِيَّةً، صَافِيَةً، زَاكِيَةً “Allah’ım! Sen’den, nefislerimizi doygunluk ve itminana erdirerek “nefs-i mutmainne” ufkuna yükseltmeni.. dahası, onun bir üst mertebesi olan, kullarının Sen’den hoşnutluğunu anlatan, Sen’den ne gelirse gelsin, her zaman şükürle karşılık verip katiyen şikâyet etmeme, bu yolda gülü de dikeni de aynı görme noktası sayılan “nefs-i râdıye” zirvesine ulaştırmanı.. hatta, rızana mazhar edilmenin, bizim küçüklüğümüze göre değil Senin azametine yakışır bir iltifata erdirilmenin unvanı olarak anılan “nefs-i mardıyye” şahikasıyla bizleri serfirâz kılmanı; bunların da ötesinde, doğrudan doğruya Hakk’ı aksettiren, Hakk’ı gösteren ve Hakk’a götüren zâkiye ve sâfiye nefis ikliminden nasiplendirmeni diliyoruz.” der durursunuz. اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقِ “Allah’ım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana hâlis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyoruz!..” der durursunuz.

Bu açıdan, nefsin var oluşunu kötümsememek lazım; fakat onun kötülüklerine meydan vermek ve kapıyı aralık bırakmaktır kötü olan. Kötülüğün anahtarları, yine bizim elimizde; şart-ı âdî planında. Liyakat izhâr edilirse, iradenin hakkı verilirse, Allah, onun burnunu kırar, onu sürüm sürüm süründürür; sizi de üstünde gezindirir onun/nefsin. Ayaklarınızın altında “Tezkiye, tezkiye, tezkiye!” nağmeleri dinlersiniz; “Tasfiye, tasfiye, tasfiye!” nağmeleri dinlersiniz. Sonra birden bire Latîfe-i Rabbâniye dile gelir: “Yahu bu arkadaşımı ne diye çiğniyorsunuz böyle; bakın, aynen benim dediğimi diyor!” der o da. Öyle olma yolu var.

Tezkiye edilmemiş nefis, insan mahiyetinde şeytanın emrine hazır bir santraldir; ondan gelen sinyalleri alıp çözerek kalbî ve ruhî latîfeleri işlemez hale getirir.

Fakat onu kendi izinde bıraktığınız zaman, bu defa o, sürekli şeytan ile haberleşir; kâh o kendi göndermeciyle onun almacına bir şeyler gönderir; kâh ondan bir şeyler alır. Fakat şifreleri kendi aralarındadır; biz, sadece üzerimizdeki tesirinden onu anlayabiliriz. Kötü bir duygu ve kötü bir düşünce içimizde belirdiğinde anlarız ki, şifre onu ifade ediyor; o şeytanın gönderdiği bir şifreydi, nefis de bir şifre subayı gibi onu çözdü. Çözdü onu; dolayısıyla bizim letâifimize pompaladı veya nöronlarımıza pompaladı. Artık beyin aktivitelerimiz, sürekli o duygu ile oturup-kalkıyor, onu mırıldanıyor.

Nefis, şeytanın santralidir insan mahiyetinde; onu Latîfe-i Rabbâniyenin santralı haline getirmek hedeftir. Hazreti Gazzâlî’nin -“Gazâlî” de diyorlar- ifade ettiği gibi, Latîfe-i Rabbâniye de diyebileceğimiz kalbde menfezler/kapılar var: Şayet o kapıları ruhânîler tutmaz ise… Yani, o sizin alakanıza göre diyeceğiniz şeyler ile… Mesela, onlar “ney” sesine geliyorsa şayet, onları çağıracağınız şey, o ney sesi olmalıdır. Öyle bir ney sesi ile inceden inceye, yumuşakça, “Lütfen!” dercesine, “Lütfen, lütfen!” dercesine ruhânîleri/melekleri çağırmış olursunuz. Onlar da Latîfe-i Rabbâniye’nin kapılarını/menfezlerini tutuverirler; bu sayede, şeytanın nüfuzuna açık olan kapılar kapanıverir. O gelir-gelir, toslar onlara; gelir-gelir toslar.

Kendinizi dinliyorsanız, bu hususları mahiyetinizde hissedersiniz. Mesela, belki sübjektif bir şey ama arz edeyim size; sübjektif bir şey: Namaz kılıyorsunuz; esasen Cenâb-ı Hakk’ı evsâf-ı âliyesi ile anıyorsunuz. Bir kere اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ diyorsunuz; “Bütün hamdler, Rabbü’l-âlemin olan Allah’a mahsustur; ezelden ebede kadar, kimden kime olursa olsun, medh, sena ve şükürlerin hepsi Allah’a mahsustur, Allah’ın hakkıdır, Allah içindir!” Lafza-i Celâlin başındaki “Lâm”ın, “ta’lîl” ve “ihtisas” için olmasına göre, manalarını söyledim. Şimdi bu, Zât-ı Ulûhiyeti tazim, tekrîm, tebcîl ve takdir manasına çok önemli bir kelime; fakat onunla yetinmiyor ve devam ediyorsunuz.

“O, öyle Allah ki!” Hani öyle derlerdi, sıfat ifade ederken. “Er-Rahman, er-Rahîm; dünya ve ahiretin Rahman’ı; âhiretin de Rahîm’i”. Cenâb-ı Hak, orada o “Rahîmiyet”i ile bizlere muamelede bulunsun inşallah; Cemâlî tecellisi ile bizi serfirâz kılsın, Celâlî tecellisi ile kahretmesin!.. اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ diyor, iki evsâf-ı âliyesini de böyle zikrediyorsunuz. İsm-i Zât’tan sonra, bir de ism-i sıfat; Rahman ve bir de isim, er-Rahîm. Yetmiyor; bir de مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ diyorsunuz. Bu evsâf-ı âliye ve mezâyâ-yı gâliye ile de tavsif ettikten sonra, artık öylesi karşısında kulluk itirafına gidilir: إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyorsunuz.

Bu arada, إِيَّاكَ hitabıyla, “Sen!” deme lütfunda bulunuyor bize. Buna da “Et-tenezzülâtü’l-ilâhiyyetü ilâ ukûli’l-beşer” (اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلإِلَهِيَّةُ إِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ) denir; “Zât-ı Ulûhiyetin beyân-ı Sübhânîsinin beşer idraki seviyesine aksi” demek oluyor. Tenezzülât-ı İlâhiye, güneşin, senin dar aynana, aynan çerçevesinde aksetmesi demek gibi bir şey. Sana diyor ki, “Bana ‘Sen!’ de; Bana. ‘Sen’ de!” O kadar evsâf-ı âliye ile zikrettikten sonra, sana, Kendisine (celle celâluhu) “Sen!” deme kapılarını açıyor. Kurban olayım, canım kurban olsun!.. إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “(Allah’ım!) Ancak Sana ibadet eder, ancak Sen’den yardım bekler ve dileniriz.” (Fatiha, 1/5)

Bunu söylerken de, çoğul sigası kullanıyorsun. إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Sana -hepimiz- ibadet ederiz.” O’nu, Kendi azametiyle, kibriyâsıyla, celâliyle görünce, duyunca, hissedince, vicdan O’nun ile ürperince, kendi kulluğunu cılız, deryada bir damla gibi görüyorsun. Hazreti Pîr’in ifadelerine/mülahazalarına bağlayacağım: Sağında-solunda kemerbeste-i ubudiyet içinde el-pençe durmuş bütün insanları mülahazaya alıyorsun. Önce, ilk saftakileri düşünüyorsun, sonra diğer halkadakileri, ilk mekândakileri düşünüyorsun, sonra bütün küre-i arzdakileri düşünüyorsun. Daha sonra fezâ-i ıtlaktaki ruhânîleri düşünüyorsun, sonra melekleri düşünüyorsun, sonra “Hamele-i Arş”ı düşünüyorsun, sonra Sidretü’l-Müntehâ’ya girip çıkanları düşünüyorsun… Trilyon, trilyon, trilyon, trilyon; zerrât-ı kâinat adedince mahlûkat-ı Sübhâniye adına إِيَّاكَ نَعْبُدُ diyorsun. “Allah’ım! Gücüm yetse, bunların dediği her şeyi, kendi namıma Sana takdim ederdim; çünkü bu bile Sana az gelir! Çünkü bana verdiğin şeylerin hadd ü hesabı yok! Hep meccanen vermişsin bunları. Bundan sonra benim Sana yapacağım şey, Sana karşı bu ölçüde bir ubudiyettir.” إِيَّاكَ نَعْبُدُ Hazreti Pîr’in mülahazasına dayandırıyorum. “Fakat yâ Rabbi, bu o kadar zor ki!.. Bütün o mahlukatın ibadetini birden mülahazaya alarak, zerrât-ı kâinat adedince hamd u senada bulunmak, melekler sayısınca hamd u senada bulunmak, ‘Sana kuluz!’ falan demek, çok zor bir mesele!..” Öyleyse, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Ve yalnız Sen’den yardım istiyoruz!”

Şimdi meseleyi bu mülahazalara bağlı getirince, orada mesele, tam bir konsantrasyon noktasına gelip ulaşıyor. Artık -bir yönüyle- içinizi orada döküyorsunuz. “Sen!” diyorsunuz. “Ve bizler, Sen’in boynu tasmalı bendeleriniz, ayağı prangalı bendeleriniz! Kapıkulu köleleriniz! Başları kapının eşiğinde kullarınız Sen’in! إِيَّاكَ نَعْبُدُdiyorsunuz. Tam o esnada, konsantrasyon zirvede; إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyorsunuz.

İşte, en çok, böyle bir yerde o şeytan musallat olur. Bilmem denediniz mi orada? O mübarek kelimelere gelince, sizde en azından bir nisyan vaki olur. “Acaba bu ne demek ki?” filan dersiniz; “Şu dediğim şeylerin acaba onda biri akılda kalıyor mu? Acaba bu ne demek?!.” falan… Dahası benim gibi gafillerde tam o esnaya rast getirir, esneme hissi verir. Çünkü “Tesâüb şeytandandır.” buyuruyor, Peygamber Efendimiz, “Hapşırma, Rahman’dandır; tesâüb, şeytandandır.” Tesâüb (التَّثَاؤُبُ) esneme demektir. Efendim, o -bir günahkâr var ya- zavallı, yemin ederek söylüyor, diyor ki: “Oraya geldiğimde, böyle bakıyorum, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ derken esneme geliyor, tam orada.” Yahu, esneyecek yer mi orası; tam konsantre olacağın bir yer!.. Ne yaparım o zaman? İşte o zavallı/gafil diyor: Ne yaparım o zaman? Ben de bir kere daha إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ derim. Fakat yine de kafasına takıldığını söylüyor, bir kere daha إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyor.

“İçinizden benden sonra yaşayanlar pek çok ihtilaf ve herc ü merç göreceklerdir. Siz sünnetime ve doğruya götüren Râşid Halifelerin çizgisine sarılın, yapışın. Bunlara azı dişlerinizle sımsıkı tutunun!”

Bir de اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ، اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ derken… Miraç muhaveresinde, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) başkasının yapması mümkün olmayacak şekilde tâzimât-ı Nebeviyesi ile tâzimâtını takdim ettikten sonra, Allah (celle celâluhu) اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ “Ey insanlara mesajımı ulaştıracak Nebî! Sana selam! Dünya ve ahirette esenlik, senin için olsun!” buyuruyor. İşte bir de burası tam konsantre olunacak bir yer. Allah konuşuyor; sen de bir yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın o dediği şeyi, sanki muvacehe karşısında, Efendimiz’e sunuyorsun. “Benim Rabbimin dediği gibi ben de diyorum: اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ

İşte, namazdayken, geliyor geliyor -zavallı anlatıyor- geliyor geliyor, tam orada ya bir gaflet, ya bir duyarsızlık veya bir esneme; tam orada geliyor. Şimdi orada da -biraz evvel arz ettiğim gibi- “Ha, sen orada bana o gevşekliği getirdin, konsantrasyonuma mâni oldun; öyleyse bir kere daha, اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ Muvacehede, oradaki parmaklıklar gözünün önünde tebellür edercesine.. Merkad-i Nebevî’yi, ruhunun ufkuna yürüdüğü yeri âdetâ müşahede edercesine.. اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ diyorsun. Sen, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle yürekten içini dökünce, Allah’tan (celle celâluhu) aldığın şeyi, Allah’ın O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) dediği şeyi, “Allah’ın dediği o şeyi emanet olarak ben de aynıyla Sana sunuyorum!” mülahazasıyla, çok ciddî bir konsantrasyon içinde O’na ifade edince, sanki O’ndan da şunu duyuyorsun: اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللَّهِ الصَّالِحِينَ “O esenlik ve güven, dünya ve ahirette emniyet, senin de, Benim de, bütün inanan insanların da üzerine olsun!” آمِينَ، أَلْفَ أَلْفِ آمِينَ، أَلْفَ أَلْفِ آمِينَ Âmin, binlerce, milyon kere âmîn; kabul buyur Rabbimiz!..

Bize sunduğu şeyler, nâmütenâhî… O’nun o nâmütenâhî vefakârlığına karşı, nâmütenâhî bir samimiyet ile iltizam etmek, yolunu takip etmek, o yoldan ayrılmamak; gayret, cehd ve azim içinde O’nun yolunda bulunmak!.. “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna sefâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..” demek… Bütün dünya Yezîd kesilse, Haccâc kesilse, Hitler kesilse ve siz de bütününüzle mazlumiyetin en acısını çeken, mağduriyetin en acısına maruz kalan insanlar olsanız, yine de رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً نَبِيًّا diyerek, Allah’ın o türlü takdirâtına karşı rızâdâde olarak, rıza duygunuzu ifade etmelisiniz. Sürekli اَللَّهُمَّ اَلْإِخْلاَصَ، وَرِضَاكَ، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ “Allah’ım, her amelimizde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana hâlis aşk u iştiyakla teveccühte bulunmayı istiyoruz!..” demelisiniz. Allah’ım, dedirt bunu bize.. söylettir kalbimizi bununla.. Sana teveccühte sâbit-kadem eyle.. Habib’inin yolundan bizi zerre kadar ayırma!..

O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir yerde dediğim gibi âcizâne, on üç sene Mekke’de, beş sene de Medine-i Münevvere’de çekti, on sekiz sene. Yirmi üç senelik Peygamberlik döneminde, on sekiz sene hep çekti, şeytanın avenesinden. Ee şeytanın avenesi, her zaman var olmuştur. Bugün de şeytanın avenesinden çekenler, çektiklerine katlanmalı; biraz evvel dediğim şeyi demeli: رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً نَبِيًّا Böyle demeli ve bir yönüyle kafalarına gelip takılan şikâyet duygusunu, bunun ile ayaklarının altına almalı, ezmeli, üzerinde raks etmeli. “Sen, tam ezilecek, böyle preslenecek bir şeysin!” demeli ve o şikâyet duygusunu ezmeliyiz ki, Allah ile münasebetimizi pekiştirmiş olalım. وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا  “Ve topluca Allah’ın ipine yapışın!..” (Âl-i Imrân, 3/103) hakikatini tam göstermiş olalım.

Siz, o yolun yolcularısınız. Bir konferans, “Peygamber Yolu” şeklinde icrâ edilmişti Türkiye’de, senelerce evvel, zannediyorum. İsim de isabetli idi esasen; o konferansa mevzu teşkil eden bildiriler de ona göre idi, zannediyorum. “Ona göre idi.” derken, herhalde yine kâmet-i kıymetimize göre bizim; yoksa O’nu tam idrak etmek, O’nu tam aksettirmek, bizim işimiz, bizim kârımız değil. O’nu tam takdir edemeyiz, Cenâb-ı Hak, takdire muvaffak kılsın; takdir etmeden de insan, öyle bir Muktedâ-bih’in arkasında olduğunun şuurunda olamaz. Amanın! O’nun izlerine basmadan geri durmayalım!.. “Basma” mı, “yüz sürme” mi, diyelim? Fakat takip etme manasına daha ziyade, adım adım O’nu takip etme!..

Hele o Râşid Halifeler, hele o Râşid Halifeler… عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي، وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ “Siz, Benim ve doğru yolda olan Râşid Halifeler’in yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” “Benim yolum, yöntemim, yaptığım şeyler, ortaya koyduğum sistem. Bir de Benden sonraki Râşid Halifelerim.” Bû Bekr u Ömer u Hazreti Osman u Ali. Bir şairimizin bir manzumesinin dördüncü mısraı: “Bû Bekr u Ömer u Hazreti Osman u Ali.” Radıyallahu anhüm ecmaîn.

Bu mir’ât-ı mücellâlar, Allah’tan gelen şeyleri tek harfini, tek sinyalini kaybetmeden O’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) almışlar Allah’ın izni-inayetiyle ve hayatlarını hep o çizgide sürdürmüşler, Allah’ın izniyle. İnşaallah yanılmıyorumdur, Efendimiz’in gördüğünü görmüşler, duyduğunu duymuşlar, işittiğini işitmişler. Öyle ki Müslim-i Şerif’te okuyoruz; sened açısından çok farklı kanallarla gelen rivayetlerde: “Eğer birinin dostum olması mümkün olsaydı, Ebu Bekir’i dost ittihaz ederdim; onunla hıllet/hullet/hallet tesis ederdim. Ama Allah, benim Halil’imdir!”

Peygamber yolunun yolcuları tevazu, mahviyet, hacâlet, acz ü fakr mülahazalarına sâdık kalarak sürekli kendilerini nefyetmeli ve “Nefy-i nefiy isbattır” disiplinine bağlı kalmalıdırlar.

Bu, bir hakikatin ifadesidir ama bir yerde kendisini tebcil/takdir manasına: “Halîl!” denince, “O, İbrahim idi!” buyurur. O, benim Efendim’in kemâlidir; kimi O’nun yanında takdirkâr ifade etseniz, hemen onu öne çıkarır. Bir gün deseniz ki, “Hazreti Musa (Musa İbn Imrân) benim Efendimden sonra geliyordur!” Hemen buyurur (sahih hadiste geçtiği üzere): “Beni, Musa İbn İmran’a tercih etmeyin! Zira öbür tarafta haşr u neşr olduğumuz zaman, onu Arş’ın kaidelerine veya örtüsüne tutunmuş olarak göreceğim. Bilemiyorum, O’nun o sâika ile Tûr’daki bayılıp gitmesine mukabil (mükafat) gelmiş de ondan dolayı mı, yoksa Benden evvel dirildi de ondan dolayı mı?!.” Sana kurban olayım; bu ne tevazu, bu ne mahviyet, bu ne hacâlettir?!.

Hiç kimsede kıskançlık duygusu, tepki hissi uyarmayacak şekilde, bir üslup, bir ifade ile öyle gönüllere giriyor ki, katiyen aslı-usûlü, üsluba feda etmiyor; en mütemerrid insanlar bile, “Vallahi buna bir şey denmez!” diyorlar.

Kur’an-ı Kerim, فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلاَ تَكُنْ كَصَاحِبِ الْحُوتِ إِذْ نَادَى وَهُوَ مَكْظُومٌ “Rabbinin hükmüne sabret ve balığın yoldaşı zât (Hazreti Yunus) gibi olma!” (Kalem, 68/48) buyuruyor. Sâhib-i Hût, Hazreti Yunus İbn Mettâ. O, bir içtihad ile, kavmine bela geleceği zaman kavminden ayrılıyor, gemiye biniyor, denize atılıyor, balık yutuyor; لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87) diyor. İhtimal ki, bunu Kur’an-ı Kerim’de duyan insanların bazılarının aklından geçebilir: “Acaba Yunus İbn Mettâ ne yaptı ki, Cenâb-ı Hak, böyle yaptı, O’nu -min vechin- tecziye buyurdu? O da kalktı o tecziyeye karşı öyle niyaz etti.” Büyüklerin kendileri ile yüzleşmesi mevzuunda -Çağlayan Dergisi’nde neşredilen “Kendiyle Yüzleşmede Peygamber Ufku” başlıklı seri makalelerde- o meseleye de temas ediliyor; merak edenler bakabilirler. لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ Seni tesbih u takdis ederim; Sen’den başka Ma’bud-u bi’l-hak, Maksûd-u bi’l-istihkak yoktur. Sen, noksan sıfatlardan müberrâsın!.. “Sübhân” kelimesi, bunu ifade ediyor. إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “İnnî” diyor, “Şüphesiz ben, katiyen ben, zâlimlerin tâ kendisinden oldum!” diyor. O, kendi ile yüzleşirken, bunu diyor. Şimdi, zannediyorum, siz de bunu duyduğunuz zaman, “Acaba ne yaptı?” dersiniz. O “Ne yaptı?” mülahazasına, yanlış mülahazasına meydan vermemek için, tevazu âbidesi o Büyük İnsan (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Beni, Yunus İbn Mettâ’ya tercih etmeyin!” diyor.

Anlıyor musunuz büyüklüğü?!. Büyüklük; tevazudan, mahviyetten, hacâletten, kendini nefyetmekten geçiyor. Hazreti Pîr’in ifade buyurduğu gibi, “Nefy-i nefiy, isbattır!”; “yok”, yok olsa, “var” olur! Sen, bir “yok”sun, zâtın itibarıyla. Sen nesin? O’ndan gelen -peşi peşine gelen karelerin birbirini sinema şeridinde takip ettiği gibi- bir şeysin! Bu mülahazayı ifade eden bazıları, “vücûd” demiş; her şeyi -bir yönüyle- O’ndan ibaret bilmiş; bazıları “şuhûd” demiş; duyulan ve hissedilen her şeyi O’ndan ibaret görmüş; Batılı düşünürler, Panteizme, Monizme vararak -biraz farkla da olsa- belki aynı mülahazaları seslendirmişler, Mistisizm mülahazası içinde. Evet, sen, osun sadece; peşi peşine gelen, birbirini takip eden, eksiksiz birbirini takip eden karelerden ibaret; hepsi o kadar. Dolayısıyla sen, “yok”sun; “yok” -bence- “var”lık iddiasında bulunmamalı. “Yokluğunda var olan, varlıkta bilmez yokluğu / Sohbet-i yâr lezzetini bilmez beyim, ağyâr olan.” diyor şâir.

Biz zahire göre hükmetmeli ve kimse hakkında nifak, irtidat, küfür isnatlı kesin hükümler vermemeliyiz; ayrıca, bugün milyonlarca insanı ağlatan zalimler hakkında bile Cehennem azabı istememeliyiz.

Böyle yok iken bir insan, kendini bir şey zannediyor, “Varım!” zannediyor. Bir de varlığa erince, günümüzde varlığa eren birileri gibi birden bire kendini villalar içinde bulunca, başı dönüyor: “Bu, yetmedi; bana filolar da lazım! Sadece karalar benim değil ya; ben, denizlerde de arz-ı endam etmeliyim! Herkes beni orada da görmeli!..” Kim bilir belki kendini bir şey zannediyorsa… “Melekler de seyretmeli; ruhânîler de benim orada nasıl balıkların yüzdüğü gibi yüzdüğümü görmeli, o yaptığım/yaptırdığım filolarım ile!” filan… “Üç tane yaptık!.. Yahu, üç bu; kesretin en azı!.. Beş olsa? Neden olmasın? Beş olsun; çünkü اَللهُ وِتْرٌ، يُحِبُّ الْوِتْرَ ‘Allah, birdir; teki sever!’ Beş olsun.” Sonra beş oldu. “Yedi niye olmasın ki.. dokuz niye olmasın ki.. on bir -mübarek bir rakam- niye olmasın ki?!.” Bir tûl-i emel; tevehhüm-ü ebediyet menhus toprağında neşv ü nema bulmuş bir tûl-i emel; sanki dünyada ebedi kalacakmış gibi.

Yahu, yarın olmazsa öbür gün, öbür gün olmazsa daha sonraki gün öbür tarafa gideceksin ve ettiklerinin cezasını göreceksin. Ettiklerine nâdim olup ağlayacaksın. Ağlayıp, sana karşı bile olsa, şefkat duyanların içini dağlayacaksın. Yanacaklar, yakılacaklar. Bugün bile onlar, senin için diyorlar ki: “Allah’ım! Bu zâlimlere, hâinlere ille de bir ceza vermek istiyorsan, bahtına düştüm, Cehennem ile cezalandırma! Ne yapacaksan yap, dünyada yap; öbür tarafta -bahtına düştüm- benim yüreğimi yakma! Ben, dayanamam. Çünkü onları bazen camide gördüm. Abdestli miydi, değil miydi? ‘Müslümanım!’ diyorlardı. Gerçekten o, kalblerinin sesi miydi? ‘Tasdîkun bi’l-kalb’ miydi, yoksa sadece ‘ikrârun bi’l-lisan’ mıydı? Ne bilelim biz!..” İkrârun bi’l-lisan’da bulununca, onu Usûlüddin uleması, “mü’min” sayıyor. Çünkü içini bilemeyiz biz onun. Öyle birisini, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikaz ediyor. Kim o “öyle birisi”? Çok sevdiği, canından aziz bildiği, Üsâme İbn Zeyd. Allah Rasûlü, onun babası Zeyd İbn Hârise’yi evlatlık edindi ama evladı değil, mevâlîsinden.

İşte o Zeyd İbn Hârise’nin oğlu Hazreti Üsâme, bir yerde savaşta düşmanı sıkıştırıyor. Düşman, bir ağacın altına sığınıyor. Orada sıkışınca, “Lâ ilahe illallah, Muhammedun Rasûlullah!” diyor. O da “Korkudan bunu söyledi!” diye onu öldürüyor. Bu haber, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşınca, o “Korkusundan söyledi yâ Rasûlallah!” diyor. Allah Rasûlü’nün, canından artık sevdiği ve ruhunun ufkuna yürürken Bizans’a karşı gönderdiği ordunun başına kumandan yaptığı insan. Zannediyorum Üsâme İbn Zeyd, yirmi küsur yaşında ya var ya yok; fakat kabiliyetli, babası gibi donanımlı. Hatta Hazreti Ömer, o ordunun içinde bir er olarak sefere iştirak ediyor. Sonra Hazreti Ebu Bekir efendimiz halife olmasına rağmen, başkumandan Hazreti Üsâme’ye diyor ki: “Ömer’i bana versen de bazı meselelerin meşveretine iştirak etse!” Bu ne terbiyedir bunlarda?!. Bu nasıl olgunluk?!. Biraz evvelki o “parlak ayna olma” mülahazasına ircâ edin ki mesele anlaşılsın. “Ömer’i bana ver ki bazı meseleleri istişare edeyim!” Evet, Allah Rasûlü’nün o sevdiği insan, “O adam kelime-i şehadeti zorundan, korkudan, ikrah ile söyledi!” diyor. Buyuruyor ki, Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam): “Yarıp kalbine mi baktın?!.”

Demek ki esas mesele, imanın “tasdîkun bi’l-kalb” olmasıdır; fakat onu da biz bilemeyiz. “İkrârun bi’l-lisan” (dil ile söylemek) bir yönüyle, onun (kalb ile tasdikin) tercümanıdır. Ve öyle deyince bir insan, siz de onu öyle kabul etme mecburiyetindesiniz. Hele bir de camiye geliyorsa, hele bir de ön safta yerini alıyorsa… Neden? Çünkü ön safta, hususiyle imamın arkasında durma, diğer fertlere göre sevabı kat kat onun. Bir de orada duruyorsa… Fakat bütün bu mülahazalarında camide görünme, bir de ön safta imamın arkasını kollama, bir de herkesten evvel ayağa kalkma, “Bak nerede duruyorum ben, bilin ha!” filan der gibi bir hal sergileme.. ve böylece dince en mukaddes bir şey olan namazı kullanma gibi şeyler de olabilir. Ne var ki biz zahire göre hüküm vermek zorundayız. “Sefine-i din”i yürüten bir şeydir namaz, Alvar İmamı’nın ifadesiyle: “Namaz, dinin direğidir, nurudur / Sefine-i dini, namaz yürütür // Cümle ibadetin namaz piridir / Namazsız, niyazsız İslam olur mu?!.” Bu şekilde gördüğünüz zaman, ee artık siz bir şey deseniz onun hakkında, size -zannediyorum- çok uzaktan, bin dört yüz küsur sene evvelki bir âlemden, öteki âlemden gelen bir ses, “Yarıp kalbine mi baktınız? Ne biliyorsunuz!” falan diyecektir. “Ne biliyorsunuz da, ‘Dönme!’ diyorsunuz, ‘Münafık!’ diyorsunuz?!.” filan… Gelir o ses, tın tın vicdan kulağına çarpar; tın tın vicdan kulağına çarpar.

Cezaları, Cehennem’de yanmaları ise şayet, onu istemeyiz; çünkü orada bizim yüreğimiz yanar. Bakın, zulüm tabloları birbirini takip ediyor; tabloya, tablo ekleniyor. Ve hepsi, o zalimlerin hesabına kaydoluyor. Zulüm gören her bir fert ile irtibatlı belki yüz insan, belki bin insan var. Yüz bin insan, bugün ızdırap ile inliyorsa.. kadını ile, erkeği ile, çocuğu ile, yaşlısı ile, genci ile, ihtiyarı ile yüz bin insan inliyorsa.. yurdundan yuvasından edilmiş ise… Bunu yirmi ile, otuz ile, kırk ile, elli ile -alakadarlık cihetiyle- çarptığınız zaman, milyonlar yapar. Milyonlara ızdırap çektiriyorsunuz, kan kusturuyorsunuz, ağlatıyorsunuz. Namazda başlarını yere koyuyorlar; سُبْحَانَ رَبِّيَ اْلأَعْلَى diyeceklerine, akıllarından geçen şey, “Allah’ım, bunların haklarından gel!” oluyor. Ben de diyorum: اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ، اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمْ آمَالَهُمْ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ، وَعَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ، وَعَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ، وَعَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ “Allah’ım o zalimleri sana havale ediyoruz. Allah’ım o zalimleri sana havale ediyoruz. Onları kötü emellerine ulaştırma. Onlara karşı bize yardımcı ol. Onlara karşı bize yardımcı ol. Bizim için kurdukları tuzaklar başlarına dolansın ve kötü âkıbet hep onların tepelerinde olsun! Evet, kurdukları tuzaklar başlarına dolansın ve kötü âkıbet hep onların tepelerinde dolaşsın! Allah’ım, bizim için kurdukları tuzaklar başlarına dolansın ve kötü âkıbet hep onların tepelerinde olsun!”

Evet, işin encâmı, bu. Öbür tarafta Cenâb-ı Hak, çektirmesin! Çekecekleri şeyleri bu dar dünyada, dar alanda çeksinler. Cehennem’e koymakla, Mahşer’de terazinin günahlarından dolayı kırılması karşısında bizi ağlatmakla, Allah (celle celâluhu) onları öyle cezalandırmasın!.. Cezanın en hafif faslıyla, yani dünyada cezalandırsın. Onları dünyada ebedî ölüme mahkûm etse bile, yine o hafif kalır; çünkü ebedî âleme nispeten ne kıymeti var ki bunun?!. İşte, O mülahaza ile dedim.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Pin It

Bamteli

  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.