Bakara Sûre-i Celîlesi (6-7. âyetler)

Bakara Sûre-i Celîlesi (6-7. âyetler)

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ۝خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰۤى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

“İnkâra saplananları ister uyar, ister uyarma onlar için birdir, imana gelmezler. Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir perde inmiştir. Ve bunların hakkı büyük bir azaptır.”

Bakara Sûresi’nin başından 21. âyete kadar genişçe dört sınıf, –vâkıa bazı müfessirler buna üç sınıf demektedirler– anahatlarıyla da iki sınıf anlatılmaktadır. İki sınıf takdirine göre bu âyetlerde esasen bir mü’min, bir de kâfir zümresinden bahsedilmektedir. İmanları, اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ile icmalen, وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ ifadeleriyle ise tafsilen anlatılan mü’minler de iki grup hâlinde zikredilmişlerdir:

1. Hiçbir geçmiş malumatları olmayan, gayba iman etmiş kimseler.

2. Daha evvel kendilerine inen bir kısım ilâhî kitap ve suhuflar vasıtasıyla taklidî dahi olsa inanan kimseler.

Bu âyetlerde aynen mü’minler gibi kâfirler dahi iki gürûh hâlinde ele alınmıştır. Esasen burada zikredilen zümreleri dört sınıfa ayırmada da, kanaat-i âcizanemce, bununla bir tetâbuk (uyum) var. Şöyle ki, اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ile إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا arasında mukâbele (tezat) sanatı vardır. Yani gayba inanıp Allah’a iman edenlerle, O’nu inkâr edenler arasında; diğer taraftan kendilerine kitap inen ve daha sonra Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inananlar, ayrıca hem Efendimiz’e inen Kitab’a hem de daha evvel inen kitaplara inanan mü’minlerle münafıklar arasında da bir mukâbele vardır. İnanmayanlar gürûhu da kendi arasında “kâfir” ve “münafık” olmak üzere ikiye ayrılır.

İşte böyle bir mukabeleye binaen, إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ “Şüphesiz onlar ki, küfürde ısrar ettiler, kasdî ve inadî küfre girip inkâra saptılar. Senin onları uyarman da uyarmaman da onlar için birdir, inanmazlar.” (Bakara sûresi, 2/6) ve خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰۤى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ “Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır.” (Bakara sûresi, 2/7) âyetlerinde dört sınıfın ele alındığı ve üçüncü sınıf olan münafıkların da bu sınıflar içinde anlatıldığı sezilmektedir.

Ayrıca إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ âyetinin başı ile sonu arasında da farklı bir tetâbuk vardır. Zira âyetin başındaki كَفَرُوا “küfrederler” ile لَا يُؤْمِنُونَ “iman etmezler” aynı mânâya gelmektedir.

Müfredat Mânâsı (6-7. âyetler)

Malum olduğu üzere إِنَّ Arapçada, ismini nasb, haberini ref eden ve fiile benzeyen harflerden biri olup, kullanıldığı yere göre “elbette, muhakkak, şüphesiz...” gibi tahkik ve te’kid mânâlarını ifade etmektedir.

الَّذِينَ, ism-i mevsûldür. كَفَرُوا ise cem-i müzekker gâib sigasında fiil-i mâzidir. Bu kelimenin masdarı, كَفْر/كُفْر’dür ve mutlak mânâda “örtmek” anlamına gelir. Tohumu tarlaya gömüp üstünü örten kimseye Arapçada sözlük mânâsı itibarıyla “kâfir” dendiği gibi, كَفَرَ اللَّيْلُ ضَوْءَ النَّهَارِ “Gece, gündüzün ziyasını örttü.” misalinde olduğu gibi gündüzün aydınlığını örten geceye de, kara bulutlara da, denize de, insanın vücudunu örten zırha da... sözlük anlamı açısından “kâfir” denir. Yine aynı kökten gelen “kâfûr” kelimesi ise, meyvenin tomurcuğu, henüz yaprakları açmamış gonca, buhurdanlıklarda yakılan ve örtülü olduğu hâlde yanmakla etrafa hoş bir koku saçan bitki gibi birkaç anlamda kullanılagelmiştir. Ayrıca kalça etlerine “kâfire” dendiğini daha önce zikretmiştik.

Lügat mânâsı itibarıyla “küfür” ve “küfrân”, nimeti örtüp görmezlikten gelmek ve nankörlük yapmak demektir. Bunun için bir kısım ehl-i tahkik ve ehl-i tefsir, إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا cümlesine, “Onlar ki kalblerindeki muhabbet kabiliyetlerini örttüler.” şeklinde mânâ vermişlerdir. Nitekim Duhâ Sûresi’ndeki, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitap eden وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ “Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an!” (Duhâ sûresi, 93/11) âyet-i kerimesinde geçen “tahdis-i nimet”, küfür ve küfrânın zıddıdır. Evet, O’nun mamur bulunması gereken ahlâk-ı âliye adına kendisine lütfedilen nimetleri örtmemesi telkin edilmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri bir yerde, “Bazen tevazu, küfrân-ı nimeti istilzam eder, belki küfran-ı nimet olur. Bazen de tahdis-i nimet, iftihar.. ikisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki; ne küfran-ı nimet olsun ne de iftihar. Meziyet ve kemalâtı ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün’im-i Hakiki’nin eser-i in’amı olarak göstermektir. Mesela: Nasıl ki, biri murassa ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana: ‘Maşaallah çok güzelsin, çok güzelleştin.’ dese; sen de tevazukârane ‘Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?’ desen, o vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren o mahir sanatkâra karşı hürmetsizlik sayılır. Eğer müftehirane desen: ‘Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, haydi gösterin!’ O vakit de, mağrurane bir fahrdir. İşte fahrden, küfrandan kurtulmak için; ‘Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır; dolayısıyla da o libası bana giydirenindir, benim değildir.’ demelisin.”[1] ifadeleriyle bu hakikate işaret etmektedir.

Küfür de tıpkı iman gibi kavlî, fiilî ve kalbî olur. İnsan, küfrü gerektiren bir sözle dahi küfre girer. Ancak hayatî bir tehdit söz konusu ise o kimse kâfir olmaz. Mesela bir insan, ikrah (tehdit, zorlama, cebir) karşısında sırf lisanıyla Kur’ân’ın ilâhî bir kelâm olmadığını söylese kâfir olmaz. Ama ortada herhangi bir zorlama yokken, şakadan veya ciddi olarak, mukaddes bildiğimiz şeylerden herhangi birini inkâr, tezyif veya istihza edip alaya alsa kâfir olur. Yine Kur’ân’ın bütününü veya bir emrini hafife alır mahiyette bir yüz işareti, bir kaş-göz hareketi veya bir söz, böyle birini kâfir yapacağı gibi; Kur’ân’ın bütününü veya bir parçasını inkâr da küfür sebebi sayılmıştır. İmanla alâkalı meselelerin herhangi birine dair kalbde şöyle-böyle bir tekzibin meydana gelmesi de esbab-ı küfürdendir. Aslında her şekliyle küfür, Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Bir fenalıktır, bir tahriptir ve bir adem-i tasdiktir.”[2]

Evet küfür, kavlî, fiilî ve kalbî bir tekziptir ve şer’î mânâda “inanmamak” demektir. İnanmayana, inkârcı olana “kâfir” denir. Haramı helâl, helâli haram sayan, dinin herhangi bir esasını inkâr eden kâfir olacağı gibi kalbinde bir tekzip/yalanlama ve inkâr hissi taşıyan kimse de kâfir olur. Bunun gibi, İslâm’ın ister usûl, ister fürûuna dair herhangi bir rüknünü kaldırmaya çalışan, ona karşı çıkma azminde bulunan kimse fiiliyle, bu konuda söz söyleyen, düşünce üreten de söz ve düşüncesiyle kâfir olur. Mesela dinin rükünlerinden olan bir hükmü kaldırmaya yeltenmek, bunu kaldırıp yerine başka şeyler koymaya çalışmak, Allah’ın (celle celâluhu) ahkamını gelip geçici saymak, şeâirden olan Ezân-ı Muhammedî’yi kaldırmak küfür olduğu gibi, hiçbir mücbir sebep olmadan haç, zünnâr takmak.. gibi başkalarına has kılık ve kıyafeti keyfi tercih etmek de o kişinin Müslümanlar tarafından kâfir sayılmasına sebep olabilir. Ancak burada, istisnâî bir durum vardır ki, o da şayet şeâirden herhangi birini îfâ ediyorsa o kişi hakkında ihtiyaten küfür hükmünü vermemenin daha uygun olduğudur. Mesela namaz, oruç, hac... gibi ibadetlerini îfâ eden bir kişi hakkında “kâfir” hükmüne varmamak gerekir.

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki iman, dinin vaz’ etmiş olduğu rükünlerin mevcudiyetiyle vardır ve onu ayakta tutan ne kadar rükün varsa iman onlarla kâimdir. Küfür ise imanın rükün ve esaslarından herhangi birinin ortadan kalkmasıyla meydana gelir. Çünkü imanla küfür, birbirinin nakîzidir. Mantık tabiriyle, “Mûcibe-i külliyenin nakîzi, sâlibe-i cüz’iyedir.” Bunların bütününün var olmasıyla iman, bir tanesinin yok olmasıyla da küfür meydana gelir. Mesela imanın erkânına inanıldığı ama İslâm’ın usûl ve fürûuyla alay edilip hafife alındığı, hafife alanlara kavlen, fiilen ve en azından kalben karşı çıkılmadığı ve emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker ihmal edildiği zaman da küfür hesabına tehlikeli bir duruma girilmiş olur.

Evet imanla küfür, birbirinin nakîzidir; zıt şeylerin bir araya gelmeleri mümkün olmadığı gibi imanla küfrün de bir araya gelmesi mümkün değildir. Zira birbirinin nakîzi olan iki şeyden birisinin bulunduğu yerde diğeri bulunmaz. Öyle ise bir alan, mütenakız olan şeylerin ikisinden birden hâlî olmadığı gibi, ikisinin aynı anda bir sahada bulunmaları da mümkün değildir. Mantık tabiriyle bunlardan birincisine “mâniatü’l-hulüv”, ikincisine de “mâniatü’l-cem” denir. Bu sebeple bir insana, aynı anda “hem kâfir hem de mü’min” denilemeyeceği gibi, aynı zamanda “ne kâfir ne de mü’min” denilemez. Bu noktada Mutezile, büyük günah işleyenleri imanla küfür arasında bir yere (el-Menziletü beyne’l-menzileteyn) koymakla Ehl-i Sünnet’ten ayrılmış ve ciddi bir yanlışa düşmüştür. Zira bir insan ya kâfir ya da mü’mindir. Fâsık dahi fıskının derecesine göre ya kâfir ya da mü’min sayılır.

Evet, öyle fısk ve zulüm vardır ki, bunlar ayn-ı küfür kabul edilirler. Mesela Allah’ın koyduğu esaslara karşı gelmek ve Allah’a şirk koşmak, küfür içinde mütalâa edilebilecek bir fısk u fücûrdur. Öte yandan kişinin yapmakla mükellef olduğu namaz kılmak, oruç tutmak... gibi ibadetleri yerine getirmemesi de –şayet alışkanlık hâline gelmemişse– bir fısktır; ama bu fıskı işleyen kişi, yine mü’min olarak mütalâa edilegelmiştir.

Ancak ben burada, suistimal edilebilecek bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum; şöyle ki ameli terk etmek, mutlak olarak küfrü gerektirmez. Zira Ehl-i Sünnet’e göre bir kişi, üzerine farz olan ibadetlerini yapmayı terk etse de kâfir olmaz. Ne var ki terkten başka bir de terkte ısrar vardır. Küçük günahlarda ısrarın zamanla onları büyük günah hâline getirmesi gibi, büyük günahlarda ısrar da küfre sebebiyet verebilir. Mesela bir tembellik eseri olarak namazını ara sıra kaçıran bir insan, kâfir olmaz. Ama namazını hiç kılmayıp bunu da itiyat hâline getiren; dahası bu konuda laubali davranan bir insan, sahabe-i kiram’ın “Biz hemen hemen hakkında küfür hükmüne varırdık.” dediği sınıfa dâhil olur. Bu iki durum birbirine karıştırılmamalıdır. Onun için ibâdet u taatını terk eden kimseler hakkında herhangi bir hüküm verirken mutlaka dikkatli olunmalıdır.

Ayrıca burada bir kere daha amelin önemini vurgulamakta fayda var. اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ âyetinin tefsirinde de ifade edildiği gibi, Ehl-i Sünnet’e göre bir insanın hakiki mü’min olabilmesi için iman etmesi gereken şeyleri kalbiyle tasdik, lisanıyla da ikrar etmesi gerekmektedir. Kalbin tasdik etmesi aslî rükündür, lisanın ikrarı ise tâlî bir rükün sayılagelmiştir. Onun için insan bazen meşru bir mazeret durumunda –daha evvel geçmişti– imanını lisanen ikrar etmeyebilir. Bazen de fiil, ikrar yerine geçebilir. Mesela bir insan, diliyle ikrar etmediği hâlde ezan okumak, namaz kılmak, oruç tutmak... gibi İslâmî esaslardan birisini yerine getirdiği takdirde, bu fiiller birer ikrar sayılır.

Bundan anlaşılan şudur: İnsanın iman mevzuunda bir iç mükellefiyeti, bir de dış mükellefiyeti vardır. Bu iç mükellefiyette mü’min, tavır ve davranışlarını Allah’ın Müheymin ve Rakîb olduğu inancına ve kendisinin tamamen O’nun gözetimi altında bulunduğu hesap ve anlayışına göre tanzim eder ve ona göre vaziyet alır ki, bu bir kalb tasdiki ve iz’an demektir.

Dış âleme gelince, mü’minin açıktan açığa mükellefiyetlerini yerine getirmesi, her şeyden önce mü’minleri suizandan kurtarması ve onlara günah işletmemesi; sâniyen kendisine ahkâm-ı şer’iyenin uygulanması ve mensup olduğu heyetin bir parçası olduğunu ortaya koyması adına önemli bir esastır. Binaenaleyh mü’min, bir taraftan Cenab-ı Hakk’ın görüş ve bilmesine karşı içini tanzim edip ona göre vaziyet almak, diğer taraftan da mü’minlerin hüsn-ü zan beslemeleri ve kendisinin ahkâm-ı ilâhiyenin tatbikine mahal hâline gelebilmesi adına, sarih veya zımni bir mukavele ile mensup olduğu topluma karşı tavır ve davranışlarına çeki düzen vermek mecburiyetindedir.

سَوَۤاءٌ kelimesi aslen تَسَاوٍ/اِسْتِوَاء (eşitlik) mânâsına masdardır ama مُتَسَاوٍ/مُسْتَوٍ (eşit) mânâsına isim olarak kullanılması daha yaygındır ki burada da o anlamdadır. Daha sonra gelen أَأَنْذَرْتَهُمْ’ün başındaki أَ bir işin yapılıp yapılmamasının eşit olduğunu belirtmek için kullanılan tesviye (eşitlik) hemzesidir. أَنْذَرْتَهُمْ’ün masdarı olan إِنْذَار kelimesi ise, if’âl bâbından gelip, “dünya ve ahirette kötülüğe terettüp eden bir şeyin encamından korkutmak veya neticesinde mukadder ve muhakkak olan kötü bir akıbetten sakındırmak için ikaz ve ihtar etmek” demektir. Mesela geçim sıkıntısı endişesiyle önceden yatırım yapmayı tavsiye etme ya da makam ve mevkiini muhafaza etme adına “aman, sakın” deme dünyevî bir inzardır.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, inzar mevzuuyla alâkalı olarak İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle bir işarette bulunur: “Cenab-ı Hakk’ın sıfât-ı ezeliye âleminde biri celâlî, diğeri cemâlî iki türlü tecellisi vardır. Celâl ile Cemâl’in, sıfât-ı ef’âl âleminde tecellisinden; lütuf ve kahır, hüsün ve heybet tezahür eder. Ef’al âlemine tecelli edince; تَخْلِيَة (tahliye, arınma, arındırma) ile تَحْلِيَة (tahliye, tezyin) doğar.”[3]

Bunların birisi, yasaklanan hususlardan temizlenmeye, ikincisi ise emredilenlerle mamur hâle gelmeye bakar. Bu husus, evâmir âleminde emir ve nehiy şeklinde zuhur eder. Sonra bu, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker konusunda teşvik, tergib, terhib, inzar şeklini alır. İnzar umumiyetle terhibin yanında, tergib ise tebşirle beraberdir. Öyleyse şöyle denebilir: Tergib-tebşir, inzar-terhib, bunlar bir hakikatin pozitif ve negatif yanlarını ifade etmektedirler ve bir vâhidin farklı yüzleri mesabesindedirler. Cenab-ı Hakk’ın bize olan emirlerinde her zaman bir tergib ve terhib, bir inzar ve tebşir söz konusudur. Tergibin karşısında terhib, tebşirin karşısında inzar fevkalâde latiftir. Burada nahvî bir kaide ile cümleyi tevil-i müfrede sokacak olursak mânâ, إِنْذَارُكَ وَعَدَمُ إِنْذَارِكَ مُسْتَوٍ لَهُمْ şeklinde olur.

Daha sonra, bu mazmunun müfessir ve mübeyyini olarak لَا يُؤْمِنُونَ “Onlar iman etmezler.” kaydı gelmektedir ki, bu bir bakıma isti’naf-i beyanî cümlesi gibidir. Yani “Onlar niçin iman etmezler?” şeklinde tevcih edilen mukadder bir soruya da Kur’ân, خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰۤى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ “Allah (celle celâluhu) onların (kesp ve meyelanları sebebiyle) kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir...” (Bakara sûresi, 2/7) şeklinde cevap vermektedir.

* * *

خَتْم kelimesi, “bir şeyi tevsik eder mahiyette mühürlemek, mühürleyip muhafaza etmek” mânâlarına gelir. Burada da, isti’la için gelen عَلَى ile sılalanmıştır ve mânâsı, “mühürlemek ve girişi, çıkışı önlemek” olur.

خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ “Allah onların kalblerini mühürlemiştir.” قُلُوب; قَلْب’in çoğuludur. Esasen kalb, “yürek” ve “gönül” olmak üzere iki mânâda kullanılagelmiştir. Bunlardan biri, göğsün sol tarafında bulunan, atar ve toplar damarların merkezi olup kendi kendine hareket eden, ayrıca karıncık ve kulakçıkları bulunan, vücuda kan pompalayan, çam kozalağı şeklinde –eskilerin tabiri ile “sanavberiyyüşşekl”– cismanî kalbdir ki daha ziyade tıp ilminin meşguliyet alanı sayılan kalb işte bu kalbdir. Diğeri ise, başta Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha ve tasavvufta kastedilen, aynı zamanda latîfe-i Rabbâniye denilen kalbdir ki, “kalbsiz, yüreksiz, temiz kalbli veya kalbi çürük...” vb. sözlerle ifade edilen ve mahall-i mârifet olan esas kalb de budur. Keza, insan mahiyetinden hedeflenen, vicdanın duyuş ve sezişleri, kuvve-i akliye ve idrâkiyenin madeni, merkezi de işte bu latîfe-i Rabbâniyedir. Bu yönüyle kalb, insanın engin bir derinliğinin unvanıdır ve ruhun da santralidir.

Cismanî kalb, insan vücudu için hayatî bir uzuvdur; bunun yanında o, insanın maddî yapısını mânevî yapısıyla irtibatlandıran, onu uyaran ve yerinde düğmesine dokunuyor gibi beden-ruh münasebeti çerçevesinde onunla münasebettar olan çok fonksiyonel bir mübarek organdır. Evet, yapısı itibarıyla bir çam kozalağı şeklinde olan bu cismanî kalb, latîfe-i Rabbâniye denilen mânevî kalbimiz için âdeta bir anahtar ve bir düğme mahiyetindedir.

Bu iki kalbin birbiriyle çok sıkı alâkası vardır ama, insanların çoğu bu alâkayı tam olarak anlayamamaktadır. Şu kadar var ki, insanın bedenine nispeten cismanî kalbi ne ise, ruhuna nispeten latîfe-i Rabbâniyesi de odur. Binaenaleyh nasıl ki, cismanî kalbin çalışması, vücuttaki bütün mekanizmaların fonksiyonlarını eda etmesine vesile olmakta, öyle de latîfe-i Rabbâniye de çalıştığı nispette insanın ruhanî hayatının yükselmesine, ruh plânında seyr-i ruhanisine, kemalâtın zirvesine tırmanmasına vesile olmaktadır.

Bu iki kalbi birbirine karıştırmamak gerektiği gibi, أُذُن (kulak) ile سَمْع (işitme)’yi ve عَيْن (göz) ile بَصَر (görme)’yi de birbirine karıştırmamak çok önemlidir. Vâkıa, bunları biz Türkçede kullanırken bazen müşterek bir unvanla bazen de farklı kelimelerle ifade ederiz. Mesela latîfe-i Rabbâniye olarak değerlendirilen şeye de; insan vücudundaki o cismanî organa da “kalb” deriz. Ancak, dilimizde bu cismanî kalbe, “yürek” dendiği hâlde latîfe-i Rabbâniye olan kalbe “yürek” denilmez. Bazen “iradeli” ve “cesaretli” mânâsına “yürekli insan” gibi tabirler kullanıldığı da olur ama, burada görüldüğü gibi, mutlak olarak değil, terkibe girdiğinde olur.

Latîfe-i Rabbâniye olan kalbin kendine has birtakım rükünleri de vardır. İnsanın içindeki bütün letâif, âdeta onun ordusu gibidir. Mesela insanın basarı, bir başka ifadeyle mânevî bakışı, onun nazarıdır; kalb onunla bakar. Akıl, kalbin ruhu, şuur ise aklı gibidir; aklı gibidir zira kalb, bilinecekleri, şuurla bilmektedir.

سَمْع kelimesi, Türkçeye tercüme edilirken, أُذُن kelimesinin ifade ettiği mânâyı da içine alarak işitmek, kulak ve dinlemek şeklinde mânâlandırılmasına rağmen Arapçada, سَمْع ile أُذُن mânâ itibarıyla birbirinden farklıdırlar. Zira Arapçadaki أُذُن kulağa, سَمْع ise daha ziyade kulakla harekete geçen işitme mekanizmasına denilmektedir.

عَلٰۤى أَبْصَارِهِمْ : Türkçeye çevrilirken عَيْن ile بَصَر birbirinden ayrılmadan, her ikisine de “göz” denilmektedir. Hâlbuki Arapçada عَيْن maddî göz, بَصَر ise görme duyusu ve kalb gözü için kullanılmaktadır.

Kalb ve sem’e vurulan mühürlerin her birisi, ayrı ayrı delillere ait olduğundan, خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰۤى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ ifadelerinde عَلٰۤى tekrar edilmiştir. Ayrıca kalb ve sem’ için “Allah onların kalblerini ve sem’lerini mühürlemiştir.” ifadesi kullanılmış olmasına mukabil, basar için “Basarlarının üzerinde perde vardır.” ifadesinin seçilmesi, bu mevzuda doğrudan doğruya insanın kesbinin ehemmiyetini göstermektedir.

Aynı zamanda buraya kadar fiil cümlesi kullanılmasına rağmen, وَعَلٰۤى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ’de üslubun değişip, fiil cümlesi yerine isim cümlesine iltifat edilmesi (dönülmesi) basar ile görülen delillerin sabit olduğuna, kalb veya sem’ ile ulaşılan delillerin ise yenilendiklerine ve sabit olmadıklarına işarettir. Yani âfâkî ve enfüsî birçok delil, bu âyet-i kerimedeki ifadelerin muhatabı olan insanın nazarına arz edilmiş, Cenab-ı Hak, onun gözünü açıp o delilleri göstermiş; ancak insanın basarında hak ve hakikatleri müşâhede etmesine engel bir perde bulunduğu için bu da öyle bir üslup ve ifade tarzıyla vurgulanmıştır.

Burada şöyle bir nükte de söz konusudur: Sadüddin Teftâzânî, imanı, “(İnsanın, iradesini sarf edip âfâkî ve enfüsî tetkik, tefekkür ve tedebbürü neticesinde) Cenab-ı Hakk’ın insanın içinde yarattığı bir nurdur.” şeklinde tarif etmektedir.[4] Bu tariften anlaşılan şudur; kalbde iman nurunun parıldaması Allah’ın aydınlatması ile olmaktadır. Şu hâlde bu ilâhî nurun sönmesi de Cenab-ı Hakk’ın mühürlemesi ile meydana gelmektedir.

Ayrıca buradan şu mânâyı da çıkarmak mümkündür: Kalbe mühür basıldığında açık yer kalmamakta ve kalb, “feyz-i akdes”ten gelen nur ve sırlarla beslenemediği ve hava alamadığı için ondaki iman ateşi de sönmektedir. Ama dikkat edilecek olursa kalb ve kulaklarının mühürlenmesi, Allah tarafından onların kesblerine bir ceza olmasına karşılık, gözlerindeki perde, şart-ı âdi plânında onların bakıp görmezliğine karşılık bir mekr-i ilâhidir. Bu itibarla insan, her zaman gözünü açmalı, âfâkî ve enfüsî delilleri değerlendirerek sürekli kalbine mârifet nurları göndermelidir. Zira bakmak ve kalbe mârifet göndermek onun kesbine bırakılmıştır. Rahmet-i ilâhiyeden ümit edilir ki, kalbe gelen bu mârifet nurları insan gönlünde iman meşalesini tutuşturur. Demek ki, insan ne kadar delillerle içli dışlı olursa olsun imanın kalbde hâsıl olması, tamamen bir lütf-u Rabbânî ve ihsan-ı ilâhidir. Zaten hikmet ve rahmet-i ilâhiye umumiyetle böyle bir araştırmayı mukabelesiz bırakmamakta ve sarf edilen cehd ü gayretleri de boşa çıkarmamaktadır.

Netice itibarıyla, غِشَاوَةٌ “perde, gözü kapayan ve göz varken görememe hâline sebebiyet veren şey” gibi mânâlara gelmektedir. Kanaat-i âcizânemce kelimeye, “göz merceğini kapayan mânevî bir katarakt” mânâsı vermek de mümkündür. Zira katarakt olmuş bir göz, iyi bir ameliyat olmazsa göremez. Nitekim sinir sistemi bulunup, görme melekeleri tam olmakla beraber bu fonksiyonlarla bütün cisimlerin resmedileceği nokta arasında perde bulunan bir göz, o cisimleri tefrik edemez. İşte bu da Bediüzzaman ifadesiyle “aklın göze inmesi”[5] demektir ki, böyle bir göz, mânâya karşı kör olduğundan, hiçbir zaman eşyayı asıl mahiyetiyle değerlendiremeyecektir. Dolayısıyla وَعَلٰۤى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ “Onların gözlerine de bir perde inmiştir.” ifadesi, gözün bütün meleke ve fakülteleri faal olmasına rağmen fonksiyonunu tam edâ edememesi, eşyayı görememesi ve varlığın arka plânını değerlendirememesi demektir.

وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ “İşte bunların hakkı büyük bir azaptır.” ع-ذ-ب kökünden gelen عَذَابٌ kelimesi, نَكَال ve عِقَاب’a göre “ceza” mânâsını ifadede daha hafiftir. Esasen aynı kökten gelen عَذْب kelimesi, “tatlı” mânâsındadır. Nitekim Arapçada مَاءٌ عَذْبٌ denir ki, “tatlı, içimi kolay su” demektir. عَذَابٌ kelimesine gelince, yukarıda da ifade edildiği gibi نَكَال ve عِقَاب’dan daha hafif bir bela, musibet ve nikmet mânâsına gelmektedir.

عَذَابٌ kelimesinin sonunda tenvin vardır. Tenkîr ifade eden bu tenvin, tehvîl ve tazime delâlet ederek o azabın, mahiyeti meçhul ve korkunç olduğunu işaretler. عَظِيمٌ kelimesi, tâzimi ifade eden عَذَابٌ’daki tenvine bir te’kid olarak gelmiştir ve o ürperten azabı fevkalâde büyük göstermek içindir.

* * *

Bu iki âyetin sebeb-i nüzulüne gelince: İbn Abbas’tan (radıyallâhu anh) gelen rivâyetlerde bildirildiğine göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’deki müşriklerin Müslüman olmaları için olağanüstü bir hassasiyet gösteriyordu. Nitekim: لَقَدْ جَۤاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ “Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız O’na ağır gelir. Kalbi sizin için tir tir titrer, O, mü’minlere karşı da pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe sûresi, 9/128) âyet-i kerimesinde de bu hakikat açıkça görülmektedir. Bu âyet-i kerimede Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mü’minlere karşı olabildiğine re’fet ve şefkat, sair insanların da Müslüman olabilmeleri için ciddi bir arzu ve istek içinde olduğu müşâhede edilmektedir. Aslında, Allah Resûlü, Medine-i Münevvere’yi teşrif buyurduklarında, iman dairesine girmeleri adına orada yaşayan Yahudilerle Evs ve Hazreç münafıklarına da aynı hırs, aynı re’fet ve şefkati göstermiştir. Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu meselede o kadar şiddetli bir arzu izhar etmişti ki, Cenab-ı Hak, فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلٰى اٰثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهٰذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا “Şimdi bu söze (Kur’ân) inanmazlarsa, Sen onların arkasına düşüp nerdeyse kendi kendini yiyip bitireceksin!” (Kehf sûresi, 18/6); keza, لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “Onlar iman etmiyorlar diye üzüntüden nerdeyse kendini yiyip tüketeceksin!” (Şuarâ sûresi, 26/3) diyerek Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yönüyle bu ölçüde bir arzu göstermekten vazgeçirmek murad buyurmuş, bir yönüyle de hem O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) takdir etmiş hem de onların iman etmeyeceklerine dair tembihte bulunmuştur.

Medine’de ilk nâzil olan ve en son tamamlanan Bakara Sûre-i Celîlesinin bu âyetlerinde Allah (celle celâluhu), Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Gerçek şu ki, küfreden ve küfre düşen herkes değil, küfürde ısrar eden kimseleri Sen azap ile korkutsan da korkutmasan da onlar için müsavidir; onlar asla iman etmezler.” buyurarak, ilâhî âdetini ihtar etmektedir. Nitekim Firavun, Nemrut, Kârun ve bütün dinsiz, cebbâr, zalim ve kendini beğenmiş benciller gibi, hayatlarını küfür ve dalâlet içinde geçirip, bütün bir ömür boyu hiç mi hiç hak ve hakikate dönmeyi düşünmeyen tali’sizler, neticede küfür ve dalâletleri içinde boğulup gitmişlerdir. Bir sözde de ifade edildiği gibi: “Nasıl yaşarsanız öyle ölür, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” Binaenaleyh küfre düşenleri bu gayyâya iten herhangi bir cebir mevzubahis değildir. Zira onlar küfre meyletmiş, dolayısıyla kalbleri kaymış; Cenab-ı Hak da onları kaydırmıştır. فَلَمَّا زَاغُۤوا أَزَاغَ اللهُ قُلُوبَهُمْ وَاللهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ “Evet, onlar bâtıla meyledince, Allah da onların kalblerini hakkı kabul etmekten bütün bütün uzaklaştırmıştır. Öyle ya, Allah, yoldan çıkmakta ısrar eden bir gürûhu kat’iyen hidayet etmez, onları doğru yola çıkarmaz.” (Saf sûresi, 61/5) âyet-i kerimesi de işte bu hakikati ifade etmektedir. Onun için mü’minler daima kaymadan korkmalı ve رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim Kerim Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve nezdinden de bize bir rahmet gönder. Şüphesiz bağışı bol olan Vehhâb Sensin, Sen!” (Âl-i İmrân sûresi, 3/8) diyerek Cenab-ı Hakk’a sığınmalıdırlar.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, bu âyet-i kerimelerde Cenab-ı Hak, kâfirlerin iman etmeleri için yanıp tutuşan, hatta yer yer heyecanlar yaşayan Habibi’ni (sallallâhu aleyhi ve sellem) âdeta “Senden evvelki peygamberler de aynı ızdırabı çekmiş ve insanların kurtuluşa ermelerini istemişlerdi. Ancak öncekiler gibi bunlar da, Sen inzar etsen de, etmesen de iman etmeyecekler.” diyerek hakikat-i hâli ve onların âkıbetini haber vermektedir.

Burada akla, “Madem iman etmeyecekler, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) niçin ümmet-i davet olarak bu insanları kendine muhatap alıyor ve hepsini dine davet ediyordu?” şeklinde bir soru gelebilir.

Evet, Cenab-ı Hak onların iman etmeyeceğini bildiği ve Resûlü’ne de bildirdiği hâlde “Artık onları davet etme!” demiyor; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de onları İslâm’ın aydınlık iklimiyle tanıştırabilmek için ızdırap soluklanıyor ve var gücüyle çalışıyordu. Çünkü nebinin gönderilmesindeki hikmetlerden birisi de, Kur’ân-ı Kerim’in değişik âyetlerinde ifade edildiği gibi, O’nun yaptığı davete icabet etmeyenler aleyhinde bir hüccet olmasıydı.[6] Nitekim Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), vazifesini yaptığına dair hayatının çeşitli dönemlerinde kendi ümmetinin şehadetini istemiş, onlar da “Nasihat ettin ve Allah’ın emrettiği şeyleri tebliğ buyurdun.”[7] diyerek şehadette bulunmuşlardı.

Burada izaha muhtaç olan hususlardan biri de şudur: Âyet-i kerimede iman etmeyecekleri belli olmuş, kalbleri, kulakları mühürlenmiş ve gözlerine perde inmiş kimseler için yine de teklifte bulunulması teklif-i mâlâ yutâk gibi zannedilebilir.

Bu, onların fıtrat-ı selimelerine yapılan bir hitaptır. Zira her insan, yaratılırken hanif fıtrat üzerine yaratılmıştır. Dolayısıyla küfre, dalâlete düşmemiş olan o selim fıtratlarıyla âfâkî ve enfüsî delilleri tetkik ederek Allah’a inanabilecekleri nazar-ı itibara alınarak onlara teklifte bulunulmuştur ki, bu zaviyeden bakınca “teklif-i mâlâ yutâk”ın söz konusu olmadığı açıktır.

Bütün bunlardan başka, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ve يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ile إِنَّ اَلَّذِينَ كَفَرُوا سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ arasında bir de tezat sanatı vardır. Şöyle ki, هُدًى لِلْمُتَّقِينَ’de Kur’ân-ı Kerim’in müttakiler için bir hidayet kaynağı olduğu ifade edilirken إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ’de, bu ifadelere konu olanlar müttaki olmadıklarından, Kur’ân’ın onlar için hidayet kaynağı olamayacağı, dolayısıyla neticenin kötü olacağı bildirilerek, fenalıktan sakındırma, azap ve ceza vaat etmenin onlara tesir etmeyeceği ve onlar için inzarın olmasıyla olmamasının müsavi olduğu bildirilmektedir. Bir tarafta هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ile ifade edilen, Kur’ân’dan azami derecede istifade etmiş müttakiler grubunun, diğer tarafta da إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ile ifade edilen, inzar edilip-edilmeme kendileri için müsavi olan nankörler gürûhunun mevcudiyeti söz konusu. Ayrıca bir yanda يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ile ifade edilen sineleri imanla coşmuş mü’minler topluluğu, diğer yanda da لَا يُؤْمِنُونَ ile ifade edilen tali’siz körler, sağırlar yığını. Bunlardan başka, bir tarafta وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ۝وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَۤا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ifadeleriyle anlatılan namaz kılmak, zekât vermek gibi sâlih amellerle ve kendilerinden daha önceki ümmetlere inen ilâhî kelâmlara inanmakla serfiraz gayba iman kahramanı kutlu bir cemaat; öbür yanda, خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰۤى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ ifadeleriyle anlatılan, suistimalleri yüzünden kalb ve kulakları mühürlenmiş, gözlerine perde inmiş zavallı bahtsızlar...

Genellikle tefsirler, kalbin mühürlenmesi mevzuunu daha ziyade kader açısından ele almış, Mutezile ile Cebriye’nin bu konudaki tartışmaları yanında Ehl-i Sünnet’in ifrat ve tefritten uzak, sağlam ve müstakim düsturlarını ortaya koymaya çalışmışlardır. İsterseniz şimdi konuyu biraz daha müşahhaslaştırmaya çalışalım:

Şöyle ki; ülkemizde, bazı şehirlerde bazı bölgeler itibarıyla zaman zaman insan sağlığını tehdit edecek derecede hava kirlenmeleri olmaktadır. Bu şehirlerden biri de başkent Ankara’dır. Ankara kurulurken bu şehrin herhâlde 50-60 sene sonra nüfus, sanayi ve daha değişik yanlarıyla nasıl bir hâl alacağı hesap edilmemişti. Oysaki şu kâinat, milyonlar ve trilyonlar sene öteleri gören, bilen, kuracağı cihanları ona göre kuran ve bütün zaman ve mekânı ihata eden o muhit ilmin sahibi Cenab-ı Hak tarafından yaratılmıştır ve hâlâ ahenk içinde varlığını devam ettirmektedir. Allah (celle celâluhu), kâinatta tecelli eden Kuddûs ismiyle; havadaki alışverişi, denizlerin araya girmesiyle meydana gelen tasfiye/temizleme kanunu gibi ilâhî kanunları öyle ayarlamıştır ki, kâinatta en küçük bir kirlenmeye ve düzensizliğe meydan vermemiştir. Ayrıca Allah (celle celâluhu), rahmaniyet ve rahimiyeti ile insanoğluna bahşettiği irade vasıtasıyla, ona kâinatta câri kanunlarına müdahale hakkını vermiş ve onu Kendine halife yapmıştır. Ne var ki insan, kâinata Hakk’ın vaz’ ettiği prensiplere göre değil de kendine göre, sorumsuzca müdahalede bulunmuş, tabiî düzeni bozmuş ve her yönüyle yerküreyi çöplüğe çevirmiştir.

Bugün bütün dünyada ürpererek müşâhede ettiğimiz topyekün olumsuzluklar, varlık ve eşyaya sorumsuzca müdahele eden insanların eseridir. Şimdilerde her ne kadar çözüm adına birtakım tedbirler alınmış olsa da bunlar yetersiz kalmıştır ve neticede insanlık, değişik alanlarda o kadar ilerlemiş olmasına rağmen binlerce hastalık ve rahatsızlıkla kıvrım kıvrım kıvranmaktadır. Bugünün insanları akıllarını başlarına alıp Cenab-ı Hakk’ın koyduğu prensipler dairesinde varlığı doğru okuyup doğru değerlendirecekleri güne kadar bu problemin önüne geçilmesi mümkün değildir. Aslında burada, dikkat edilmesi gereken bir husus daha var ki o da, bu kirlenmenin birden bire meydana gelmemiş olmasıdır. Aksine bu ibretlik durum şu âna kadar birikmiş ihmal ve hesap edilmeyen bir kısım işlerin neticesinde kronik bir hâl almıştır ki, toparlanıp kendimize geleceğimiz güne kadar da bu kapkara tablo devam edeceğe benzer.

Bunun gibi, bazı kimseler gençliklerinde hayatlarını suistimal ederler. Bu tür suistimaller, tıpkı rutubetli yerlerde oturma, soğuğa maruz kalma veya sigara, içki vb. sağlığa zararlı maddeleri kullanmadan hâsıl olan rahatsızlıklara benzerler. Bütün bunlar, gençlik, güç, kuvvet ve sağlık gibi ilâhî nimetleri suistimal etmenin cezası gibidir. Mesela, aşırı alkol kullanmaktan dolayı siroz hastalığına yakalanan bir insan, hastalığı belli bir safhaya gelince farkına varsa da iş işten geçtikten sonra yapacak bir şey kalmamıştır ve o insan kendi intihar ve idamına mühür basmış demektir.

Bunun gibi, tevekkülsüzlük ve teslimiyetsizlik, stresler ve anguazlarla kıvranan birisine “Boş yere mânâsız düşünmeyi bırak! Allah’a tevekkül kıl ve O’na teslim ol; ol da sıkılma!” denildiği hâlde gereksiz yere düşünmekten ve iç sıkıntılara girmekten dolayı belli rahatsızlıklara maruz kalan bir insana, bazen hiçbir müdahalenin faydası olmayabilir ve o insan kendi ölüm fermanına mühür basmış olur. Bu noktadan sonra o kimse, akıbetinden ne kadar endişe duyarsa duysun, ne kadar hâlinden şikayet ederse etsin, artık onun acı akıbeti mühürlenmiş olur ve bundan öte hiçbir müdahalenin de faydası olmaz. Onun bu durumunu, o âna kadar olan kalbî ve ruhî boşlukları hazırlamıştır, dolayısıyla da kimseden şikâyet etmeye hakkı yoktur.

Yukarıda zikredilen misallerde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hakk’ın kâinatta câri âdetullah dediğimiz bir kısım kanunları vardır ve hepsinin simasında da şartlı bir cebrin mevcudiyeti söz konusudur. İnsanlar, bu cebrî kanunlara karşı takınmaları gereken tavrı takınmadıklarından ve esbabı görmezlikten geldiklerinden dolayı bu kanunlar tarafından mahkûm edilmekte ve yanlışlarının, suistimallerinin muhteva ve derecesine göre de kendilerine değişik mühürlerin vurulmasına sebebiyet vermektedirler. Mesela, yüksek bir yerden düşen birinin sakatlanması, yüzme bilmeyen birinin denizde boğulması, atmosferin üst tabakalarına çıkan kimsenin havasızlıktan ölmesi gibi cârî olan cebrî kanunlar izzet ve azametin perdeleridirler ve mutlaka onlara riayet edilmesi gerekmektedir. Her insanın mutlaka bu kanunlara riayet etmesi, riayet etmediği takdirde de hiç olmazsa meydana gelecek neticelere itiraz etmemesi gerekir. Zira bu duruma kendisi sebep olmuştur.

Aslında insanın gözle görülen maddî yapısı, gözle görülemeyen hakiki yapısının anahtarı mesabesindedir. Ruh ve beden arasındaki bu ince ve dakik münasebet, insanın iç ve dış yapısında da aynen söz konusudur. Şayet onun mânevî yapısını teşkil eden kalb, sem’ ve basar hayatı mühürlenip perdeleniyorsa, buna sebep olan da yine onun bizzat kendisidir. Gençliğin suistimal edilmesi, belli bir dönemde günahlara alışmak ve ferâizi terk etmeyi alışkanlık hâline getirmek.. gibi mânevî hastalıklar da tıpkı hava kirliliği gibi kalbin yaralanıp kararmasına, kararıp ölmesine sebep olmaktadır. “İnsan bir hata yaptığı zaman kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer o kimse, hatasından döner ve Hakk’a yönelerek af talep eder, tevbede bulunursa kalbi yeniden cilalanarak leke silinir. Bilakis aynı günahı işlemeye devam ederse, kalbdeki leke genişler, hatta bir zaman gelir ki, kalbi bütün bütün kaplar. İşte bu, Cenab-ı Hakk’ın, كَلَّا بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ ‘Hayır! Gerçek öyle değil! Asıl onlardır ki yapmaya alıştıkları o kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı da, onun için ahireti inkâr etmeye durdular.’ (Mutaffifîn sûresi, 83/14) âyetinde zikrettiği pastır.”[8] hadis-i şerifi de bu hakikati ifade etmektedir.

Mânevî hayat adına az bir atmosfer kirlenmesi, kalbî hayatta bir kararmaya ve çok defa “feyz-i akdes”ten gelen nurların ve sırların ulaşmasına mâni engellerin meydana gelmesine sebep olabilir. Böyle bir durum da ancak tevbe ile izale edilebilir. Aslında kalbinde bir nebzecik berrak bir yer bulunan kimse, yaptığı hatalar neticesinde oluşan o siyahlığı hissedebilir. Bunun içindir ki, günah işleyen ve işlediği her günaha tevbe ile mukabele eden kimse, işlediği günahlardan hep rahatsızdır. Çünkü onun kalbinde hâlâ bir beyaz âlem, bir siyah âlemi takip etmektedir ve bu kişi, hâl-i hazırda günahı sevaptan ayırabilecek durumdadır. Fakat kalb tamamen kararıp da bir nokta kadar olsun beyazlık kalmayınca, o kalbi taşıyan insan artık zıtları ayırabilme kabiliyetini de kaybetmiş sayılır.

Onun içindir ki, sürekli günah işleyen ve farzları terk eden birinin kalbinde, işlediği günahlardan dolayı en ufak bir burkuntu, teessür ve mahzun olma hâli müşâhede edilmez. Günah, –yukarıdaki hadis-i şerifte de zikredildiği gibi– işleyenin kalbinde evvela bir nokta gibi belirir. Şayet o kimse, tevbe ile onu izale ederse o leke yok olup gider; hatta yine günah işleyip tekrar tevbe ederse, Allah (celle celâluhu) onu da izale eder. Böyle bir kalb, her ne kadar aslî ilk mahiyetini tekrar kazanamasa da –Allah lütfederse o da mümkündür– o artık günahların neticesinde bütün bütün küfre girip ruhunu öldürmez. Farzları terkte ısrar etmek küfür vesilesi olduğu gibi, günahta ısrar da küfre götürücü mühim bir âmildir.

Bu hususu Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.”[9] şeklinde çok veciz olarak ifade eder. Esasen günah, küfür değildir ama, insanı küfre götüren bir sebeptir. Evet, kalb tamamen karardıktan sonra كَلَّا بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ sırrı tecelli ederek o kişinin Rabbisiyle arasındaki alışveriş kesiliverir. Kalemden dökülen mürekkebin beyaz kağıt üzerinde düzenli veya düzensiz izler bırakması gibi insanın kalbine gelip uğrayan günahlar da birer leke bırakıp öyle giderler.

İşte خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ de bu cümledendir ve burada herhangi bir cebir söz konusu değildir. Zaten إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا da bunu göstermektedir. Şöyle ki كَفَرُوا, mâzi bir fiildir. Bu ifadede “Onlar küfre girdiler.” denilmek suretiyle küfür, fâilin fiili olarak inkâr edenlere nispet edilmektedir. Her ne kadar Allah’ın küfre rızası olmasa da, onların kesblerinden ötürü haklarında o küfrü, kalblerini mühürleme şeklinde yaratan O’dur. Burada خَتَمَ fiili Allah’a isnat edilmekte ve خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ “Allah onların kalblerini mühürledi.” denilmektedir. Zira Cenab-ı Hak, herkesin okuyabileceği şekilde bütün âfâk ve enfüste Kendisini gösterdiği hâlde, hiçbir şey anlamayan veya anlamak istemeyen bu kimselerin kalblerini mühürlemiş, onlar da gidip küfre yuvarlanmışlardır.

Burada dolayısıyla bir hususu daha arz etmekte yarar var: خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ ifadesi, “Allah, her küfre girenin kalbini mühürlemiştir.” şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira kalblerinin mühürlendiği haber verilen kimseler, küfürde ısrar eden kişilerdir. Dolayısıyla bu ifade, “Allah, küfürde ısrar eden kimselerin kalblerini mühürlemiştir.” şeklinde anlaşılmalıdır.

Üç çeşit küfür vardır:

1. İnadî küfür: İmana ait meseleleri bildiği hâlde, inadından iman etmeyenlerin küfrüdür. Asr-ı Saadet’te de bu çeşit küfre giren kimseler mevcut idi. Onlar Kur’ân-ı Kerim’in, اَلَّذِينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَۤاءَهُمْ وَإِنَّ فَرِيقًا مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ “Kendilerine kitap verdiklerimiz O’nu (o kitaptaki Peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizliyorlar.” (Bakara sûresi, 2/146) ve فَإِنَّهُمْ لَا يُكَذِّبُونَكَ وَلٰكِنَّ الظَّالِمِينَ بِاٰيَاتِ اللهِ يَجْحَدُونَ “Doğrusu onlar Seni yalancı saymıyorlar; fakat o zalimler, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (En’âm sûresi, 6/33) gibi âyetlerle nitelendirdiği bir kısım Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerden oluşan kimselerdi. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) fazileti, insanî üstünlüğü, sıdkı ve emaneti herkesçe müsellemdi. Nebiler Serveri’nin böyle bir dava ile ortaya çıkmasını müteakip O’nu inkâr edip yalanlamaya hiç mi hiç imkân olmamasına rağmen onlar, sadece inatlarından dolayı, O’na iman etmediler. Bu tür inadî küfre saplananlar, o gün olduğu gibi –her ne kadar bazıları “o güne mahsus idi” dese de– bugün de mevcuttur. Nice kimseler lüzumsuz bir onur, mağrurane bir izzet-i nefis ve sonu gelmez kuru bir inatla kendilerini küfür içine salmışlardı ve vazgeçme niyetinde de değillerdi. İşte, kalbi mühürlenenlerden birinci zümre bunlardı ve kanaat-i âcizanemce “İnzar etmen veya etmemen müsavidir.” beyan-ı sübhanisi gereğince bu tür küfre sahip olan insanlarla irşad ve aydınlatma dışında uğraşmanın, beklentiye girmenin de çok fazla yararı yoktu.

2. İnkârî küfür: Bu, Hakk’ı bilmemekle beraber, bilmek de istemeyen, zevk ve sefahat içinde bohemce ve laubali bir hayat yaşayanların küfrüdür ki, bu tür insanlara da hak ve hakikati anlatmak oldukça zordur. Bunlardan bazıları inanan kitlenin ağırlığına, çapına ve meydana getirdiği ilelmerkez çekime göre zaman zaman mü’minlerin safına geçseler de ekseriyetle kendi cephelerinde hep kendi azgınlıklarını yaşamışlardır. Cenab-ı Hak, böyle kimseler için فَذَرْهُمْ فِي غَمْرَتِهِمْ حَتّٰى حِينٍ “Sen onları, bir süreye kadar daldıkları gaflet içinde kendi hâllerine bırak!” (Mü’minûn sûresi, 23/54) buyurmaktadır ki, إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذِينَ لَا يَعْقِلُونَ ۝ وَلَوْ عَلِمَ اللهُ فِيهِمْ خَيْرًا لَأَسْمَعَهُمْ وَلَوْ أَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ “Allah katında yerde gezinen canlıların en kötüsü, o düşünmeyen sağır ve dilsizlerdir. Şayet Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, onlara da (hakkı, hakikati) işittirirdi. Ne var ki onlara Hak sözü işittirilseydi dahi onlar yine yüz çevirir ve döner giderlerdi.” (Enfâl sûresi, 8/22-23) âyet-i kerimeleri de bunların içler acısı durumlarını resmetmektedir.

3. Cehlî küfür: Bu çeşit küfür ise Hakk’ı bilmeyen –dar bir çerçevede biliyor da olabilirler– ve şeytanın, heva ve heveslerine musallat olup zina, hırsızlık, fuhşiyat, kumar gibi ahlâksızlığın her çeşidini irtikâp ettirdiği muhakemesizlerin küfrüdür. Böylesi sarhoş ve kendinde olmayan kimselere bir nur göstererek onları içinde bulundukları bataklıktan kurtarmak mümkündür.

Tekrar başa dönecek olursak, “Madem iman etmeyecekler, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) niçin onları ümmet-i davet olarak muhatap alıyor ve dine davet ediyordu?” sorusuna ilk olarak verilen “Bu, O’nun yaptığı davete icabet etmeyenlerin bahanelerini ellerinden almak içindi.” cevabı daha evvel geçmişti.

İkinci olarak, yukarıda küfür çeşitleri için yapılan izahattan, kâfirlerin hepsinin kalbinin mühürlenmediği de anlaşılmaktadır. Böyle bir durum, laubali hayat tarzlarından dolayı küfre düşenlerde az; diğer inatçılarda, yani şeytanın, hevâ ve heveslerine yapışıp onları sefahet ve dalâlet vadilerinde dolaştırdığı kâfir gürûhunda ise daha çoktur. Hem Asr-ı Saadet’te hem de daha sonraki devirlerde, sefahatin fenalığına ikna edildikleri gün Müslümanlığa girenlerin sayısı hiç de az değildir. Binaenaleyh işte bu çok farklı kâfir çeşitleri içinden bir kesimin dahi Kur’ân’ın getirdiği nurdan istifade etmesi bahis mevzuu ise, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları inzar etmesi ne teklif-i mâlâ yutâk ne de abesle iştigaldir. Çünkü ortada çok küçük bir gürûh dahi olsa iman edebilecek kimseler var demektir.

* * *

Baştan beri خَتْم kelimesine, insanın iradesini kullanması ve Cenab-ı Hakk’ın da yaratması perspektifinden yaklaşarak mevzuyu izah etmeye çalıştık. Havanın kirlenmesi, hayatın suistimal edilmesi, fırsatların kaçırılması gibi misallerle de insanın sebep olduğu hususların (mühürlerin), daha sonra cebren zuhur eden meseleleri aşmasına bir engel teşkil ettiği hususu üzerinde durduk.

Şimdi de isterseniz Bediüzzaman Hazretleri’nin İşârâtü’l-İ’câz isimli eserinde bu âyetin tefsiri sadedinde zikrettiği bir kısım açıklamalar üzerinde durmaya çalışalım. Üstad Bediüzzaman, bu âyeti açıklama sadedinde şöyle der:

“Bu âyetin üzerinde durmak îcab eder. Ehl-i İtizâl, Ehl-i Cebr, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat gibi Ehl-i Kelâm’ın bu âyet-i azîmenin altında yaptıkları muharebe-i ilmiyelerini dinleyelim. Zira bu gibi fikrî harpler, ehl-i nazarı dikkate davet eder. Binaenaleyh onların bu âyette takip ettikleri cihetleri kontrol etmek lazımdır. Evet, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın sırat-ı müstakim üzerine olduğunu, ötekilerin ya ifrata veya tefrite maruz kaldıklarını ispat için bazı münasebetlerin zikredilmesi lazımdır:

Birincisi: Tahakkuk etmiş hakâiktendir ki; tesir-i hakiki, yalnız ve yalnız Allah’ın elindedir. Öyle ise Ehl-i İtizâl’in abde verdiği tesir-i hakiki hilaf-ı hakikattir.

İkincisi: Allah hakîmdir, öyle ise sevap ve ikab abes değil; istihkaka göredir. Öyle ise ızdırar ve cebir yoktur.

Üçüncüsü: Her şeyin biri mülk, diğeri melekût; yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde ise çirkin görünür; aynanın arka yüzü gibi. Melekût ciheti ise her şeyde güzeldir ve şeffaftır. Aynanın dış yüzü gibi. Öyleyse çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, mehâsini ikmal içindir. Öyle ise çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh bu hususta Ehl-i İtizâl’in “Çirkin şeylerin halkı (yaratılması) Allah’a ait değildir.” dedikleri safsataya mahal yoktur.

Dördüncüsü: Mesela darb ve katle terettüp eden elem ve ölüm gibi hâsıl-ı bil’masdar ile tabir edilen şey, mahlûk ve sabit olmakla beraber, câmiddir. İlm-i sarfta malumdur ki, câmidlerden ism-i fâil gibi sıfatlar yapılamaz. Bunlar ancak kesbî, nisbî, itibarî olan mânâ-yı masdarîden yapılabilir. Öyle ise, ölümün “halk”ı katl değildir. Öyle ise Ehl-i İtizâl’in hatalarına hata nazarıyla bakılmalıdır.

Beşincisi: İnsanın katl gibi zâhirî ve ihtiyarî olan fiilleri, nefsin meyelanına intiha eder. Cüz-i ihtiyarî denilen şu nefs meyelanı üzerinde ise münazaalar deveran etmektedir...

Altıncısı: Âdetullah üzerine, irade-i külliye-i ilâhiye, abdin irade-i cüz’iyesine bakar. Yani bunun bir fiile taallukundan sonra, o taalluk eder. Öyle ise cebr yoktur.

Yedincisi: İlim, maluma tâbidir. Bu kaziyeye göre, malum, ilme tâbi değildir; çünki devir lazım gelir. Öyle ise bir insan, amelen yaptığı bir fiilin esbabını kadere havale etmekle, taallül ve bahaneler gösteremez.

Sekizincisi: Ölüm gibi hâsıl-ı bilmasdar denilen şey, kesb gibi bir masdara mütevakkıftır. Yani âdetullah üzerine o, hâsıl-ı bilmasdarın vücuduna şart kılınmıştır. Kesb denilen masdarda, çekirdek ve ukde-i hayatiye meyelandır. Bu düğümün açılmasıyla, meseledeki düğüm de açılır.

Dokuzuncusu: Cenab-ı Hakk’ın ef’âlinde, tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. O hususta tercih edici, Cenab-ı Hakk’ın ihtiyarıdır.

Onuncusu: Bir emrin, behemehâl bir müessirin tesiriyle vücuda gelmesi lazımdır ki, tereccüh bilâ-müreccih lazım gelmesin. Amma itibarî emirlerde tahsis edici bir şey bulunmasa bile muhal lazım gelmez.

On Birincisi: Bir şey, vücudu vâcib olmadıkça vücuda gelmez. Evet irade-i cüz’iyenin taallukuyla irade-i külliyenin taalluku bir şeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vâcib olur ve derhâl meydana gelir.

On İkincisi: Bir şeyi bilmekle, mahiyetini bilmek lazım gelmez. Ve bir şeyi bilmemekle, o şeyin adem-i vücudu lazım gelmez. Binaenaleyh cüz-i ihtiyarînin mahiyetinin tabir edilememesi, vücudunun kat’iyyetine münafî değildir.

Nazar-ı dikkatinize arz ettiğim şu esasları tam mânâsıyla anladıktan sonra, şu maruzatımı da dinleyiniz:

Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Ehl-i İtizâl’e karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neş’et etmiş hâsıl-ı bilmasdar olan esere hâlık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başka müessir-i hakiki yoktur. Zaten tevhid de öyle olmasını ister.

Sonra Ehl-i Cebr’e dönerek deriz ki: Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ızdırar ve cebr altında değildir. Elinde küçük de olsa bir ihtiyar vardır. Çünki Cenab-ı Hak hakîmdir; cebr gibi zulümleri intâc eden şeylerden münezzehtir.”[10]

[1] Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.416 (Yirmi Sekizinci Mektup, Yedinci Mesele, Dördüncü Sebep).
[2] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.341 (Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas).
[3] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.64.
[4] et-Teftâzânî, Şerhu’t-Teftâzânî s.69.
[5] Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.222 (Şûle)
[6] Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/45; Fetih sûresi, 48/8; Müzzemmil sûresi, 73/15.
[7] Müslim, hac 147; Ebû Dâvûd, menâsik 56; İbn Mâce, menâsik 84.
[8] Tirmizî, tefsîru sûre (83) 1; İbn Mâce, zühd 29.
[9] Bediüzzaman, Lem’alar s.9 (İkinci Lem’a, Birinci Nükte).
[10] Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.72-73 (Bakara sûresi 7. Âyet, Mukaddime).

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.