Nassları anlamada usûl

Nassları anlamada usûl

Soru: Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerim’deki meseleleri ve hadisleri, müçtehid ve müfessirlere lüzum kalmadan doğrudan doğruya niçin anlayamıyorlar? Hâlbuki bu iki şer’î delilin muhatabı bütün Müslümanlardır. Herhangi bir âyet-i kerime veya hadis-i şerifle karşılaştığımız zaman “Acaba bundan başka bir şey kastedilmiş olmasın?” diye okuduğumuzda doğrudan istifade edemiyoruz. Bunun hikmetlerini anlatır mısınız?

Evvela şunu ifade edeyim ki, Kur’ân-ı Kerim, hadis-i şerifler ve fıkıh âlimlerinin eserlerinde, kimse Kur’ân-ı Kerim’den istifade etmesin, hadislere müracaat etmesin, herkes müçtehidin-i izamı dinlesin diye bir hüküm yoktur. Bizim için edille-i şer’iyye sabittir: Kitap, Sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha. İslâmî meselelerde bu dört delile müracaat edilir. Ancak bu dört delilden meseleleri anlama da o meseleleri anlayacak hâle gelmeye bağlıdır. Mevzuun daha iyi anlaşılması için konuyu bir misalle izah edeyim.

Bir tefsir müzakeresi ve mütalâası esnasında bir vesileyle arkadaşlarıma şu hissiyatımı ifade etmiştim: Ben fakir, Selimiye Camii gibi bir şaheserin önünden pek çok defa geçtim. Selimiye, Osmanlı devrinde mimari sanat anlayışının ve fiilen bir sanat meydana getirmenin doruk noktaya ulaştığı dönemde yapılmış bir eserdir. Ancak Mimar Sinan’ın sanattaki faikiyetini tespit etme ve sanatın onun ruh ve dimağında bir şehrah hâline gelmesini anlama benim için müyesser ve mukadder değildi. Başka bir zaman az çok sanat ve mimariden anlayan biriyle oradan geçerken, onun sütununa ait bir noktayı, minareye kondurduğu bir keyfiyeti, kubbede göstermek istediği bir harikulâdeliği, kubbenin çapında ve yüksekliğinde düşündüğü hususları anlattıkça, ancak işte o zaman benim kafamda da mimari açıdan bazı fikirler oluşmaya başladı. Ondan sonra ben, ağızdan dolma bir tüfek gibi, arkadaşımdan öğrendiğim şeylerle Mimar Sinan’ı kendi sanatında takdir etmeye başladım. Şayet bende böyle bir dış kurcalama olmasaydı, ne Sinan’ı ne de Selimiye’yi anlayacaktım. Ben Sinan’ı, bana mimari mevzuunda bir malumat verilmesiyle ve sonra mimarinin orada oynayan çizgilerinden fikren ve zihnen elimden tutulup gezdirilmemle, yani mimaride bir rehber ve tarif edici vesilesiyle anladım.

Mesela Mozart’ın piyano konçertosu, avam bir insana hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ancak musikişinas bir insan, ondan pek çok şey anlar; anlar ve hislenip onu büyük bir ruh coşkunluğuyla dinleyerek kendinden geçer. Belki bazıları bu adamın hâline gülebilir ama haddizatında o husus bir irfan meselesidir.

Şimdi bu misaller ışığında meselemize gelelim. Kur’ân-ı Kerim’de tenezzülât-ı ilâhiye vardır. Onda beşerin idrak seviyesi nazar-ı itibara alınmıştır. Yani Kur’ân insanlara, insanların anladığı dille konuşmuştur. Ancak biz, Kelâm-ı ilâhiyi Ebû Hanife’nin ufkuyla, yani onun mimarî çizgilerini göstermesiyle, İmam Şafiî’nin tarifiyle, Ahmed İbn Hanbel’in ince edasıyla, İmam Mâlik’in hassas bakışıyla takip edersek bir şeyler anlarız. Daha sonra belki biz de ondan yeni bir şeyler çıkarma durumuna gelebiliriz. Gözümüzün muhteşem bir sanat âbidesini sadece görmesi o eseri anlamamıza yetmez. O eserin anlaşılması için kafada o konuyla alâkalı bir malumatın olması da gerekir.

Onun için bir kimsenin Kur’ân’ı ve Kur’ân’ın ihtiva ettiği ilimleri işin uzmanı kimselerden dinlemeden, –en basitinden– makâsıd-i ilâhiyeyi (ilâhî maksatlar) anlaması mümkün değildir. Zira görüyoruz ki, Asr-ı Saadet’te zulmetten nura bir hamlede çıkan, cihanın iki büyük imparatorluğunu idare etmekle zekalarını pratikte gösteren o zeki cemaat, bizzat esbab-ı nüzule (âyetlerin iniş sebepleri) şahit olmalarına rağmen, devamlı Resûl-i Ekrem’e (aleyhissalâtü vesselâm), “Ya Resûlallah! Cenab-ı Hak burada ne buyurmak istedi?” diye tabiri caizse hep sorup durmuşlardır. Hiçbir âyet yoktur ki, Hazreti Âişe Validemiz onu kurcalayıp da o mevzuda Fahr-i Kâinat Efendimiz’e soru sormuş olmasın. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) kelâle âyetiyle[1] alâkalı şöyle demektedir: “Ben pek çok defa kelâle hakkında Resûl-i Ekrem’e müracaat ettim. O, elini göğsüme vurdu ve bana, ‘Sûre-i Nisâ’nın sonundaki âyet sana yeter ya Ömer.’ dedi. Ah hayatta olsaydı da bir kere daha sorsaydım!”[2]

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, her mesele, hususiyle bu mesele dinî ise mutlaka bir uzman ister. Evet, herkes elini nabzına götürdüğü zaman nabzının atışlarını duyar ama, kalbde bir taşikardi (kalb atışlarının hızlanması) var mı, yok mu onu ancak hekim, yani uzman olan anlar.

Kur’ân, Allah kelâmıdır. Beşer onu anlar. Ancak Kur’ân, madem hadislerle şerh edilmiş, öyleyse en azından Kur’ân hakkında malumat sahibi olabilmek için fiiliyle, kavliyle ve takririyle Resûl-i Ekrem’i (aleyhissalâtü vesselâm) bilmek, ashabı (radıyallâhu anhüm ecmaîn) tanımak gerekir ki bu da o konuda dirsek çürütmeye bağlıdır. Boş boş kahvehane köşelerinde oturanlar bunu anlayamaz.

Burada bir misal daha vermek istiyorum: Cahit Sıtkı Tarancı’dan iki mısra okuyalım. Pek çok insan Karacaoğlan’ın türküleriyle onun mısraları arasında bir fark göremeyebilir. Yine büyük dimağ Shakespeare’den iki satırlık bir şey mütalâa edelim. Sonra da bir çobanın şiirini getirip ikisini kıyaslayalım. Pek çok insan ikisi arasında bir fark görmeyebilir. Ancak onlardan birisi Shakespeare, diğeri ise bir çobandır. Şimdi bu iki şeyi bile ayırt edemeyen bir insan, Ebû Hanife veya İmam Şafiî gibi kelâm-ı ilâhiden nasıl hüküm istinbat etsin? Bu, mümkün değildir. Evvela, kişinin Arap dilini kendi karakteri içinde kavraması, esbab-ı nüzulü, her âyet münasebetiyle Efendimiz’den (aleyhissalâtü vesselâm) kavlen, fiilen ve takriren sâdır olan hadisleri ve sahabinin bunları nasıl anladığını bilmesi gerekir.

Hazreti Enes ve Ebû Hüreyre (radıyallâhu anhümâ) gibi bazı sahabe-i kiram, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait şeyleri naklederken niçin ve nedenini sormazlar, herhangi bir hüküm çıkarmaya kendilerini selâhiyetli görmezler, Efendimiz’den ne duydularsa onu aynıyla uygular ve naklederlerdi. Buna rağmen dev müfessir Zemahşerî bile Kur’ân’ı Ebû Hüreyre kadar anlamamıştır. Çünkü Kur’ân nâzil olduğu zaman o devrin kendine göre bir kısım tabiratı vardı. Buna idyum da denebilir. Kur’ân bunları nazara alarak nâzil olmuştu ki, o devirde bunlar çok iyi biliniyordu. Ancak zamanla dil değişime uğradı. Kur’ân’ın nâzil olduğu devirdeki tabirat ve idyumlar karma karışık oldu. Öyleyse biz Kur’ân’ı anlarken, sahabenin anlayışına müracaat etme mecburiyetindeyiz. Çünkü Kur’ân konuşurken yani Kur’ân lisanıyla Allah ve Resûlü konuşurken aradaki kelimelerin hangi mânâlara geldiğini en iyi o devrin insanı bilir. Bu yüzden Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma, sahabenin anlayışına ve onun terminolojisine yükselme ile olacaktır. Onu kavramadan bu mevzuda bir şey anlamak da, anlatmak da mümkün değildir.

Ayrıca, Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarmanın kendine göre bir kısım prensipleri vardır. Arap dili, bir nahiv dilidir. Yeryüzünde Arap dilinden başka nahvin bu denli önemli olduğu ikinci bir dil yoktur. Ayrıca her dilde muhakkak gramer, iştikak ve kelimenin kökü gibi belli prensipler de vardır. Onun için içtihat yapmaya kalkacak birinin iştikak, nahiv, meanî, beyan, bediî ve usûl-i fıkhı çok iyi bilmesi gerekir. Çünkü bunlar o devirde hüküm çıkarmak için tedevvün eden ilimlerdir. Aynı zamanda nâsih-mensuh, hâs-âmm, esbab-ı nüzul ve topyekün Saadet Asrı’nın bilinmesi lazımdır ki, bütün bunlara, bugünkü şartlar itibarıyla muhal ender muhal dediğimiz için “Bu kapıyı şimdilik pek kurcalamayalım.” diyoruz.

[1] Bkz.: Nisa sûresi, 4/176.
[2] Müslim, mesâcid 78, ferâiz 9; İbn Mâce, ferâiz 5; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/15, 26, 27.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.