• Anasayfa
  • Herkül Nağme - Fethullah Gülen Web Sitesi

Başarının vesilesi: Birlik ve ortak akıl

Fethullah Gülen: Kutsala saygı ve tepkide denge

Defalarca tecrübe ettiğimiz ve daha evvel de dile getirdiğimiz gibi, maalesef bazı çevreler Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hemen her beyanını çarpıtmak, anlattığı her hayatî konuyu hiç olmayacak yönlere çekip bilgi kirliliğine boğarak tesirini kırmak ve ne yapıp edip zihinlerde soru işareti oluşturmak için her fırsatı kullanıyor, hatta bahaneler üretiyorlar.

Maalesef, böyle gayr-i ahlakîliğin yaygın olduğu günümüzde doğruların tercümanı olmak zorlardan zor bir iş. Zira, dostlarımızın da istifadesi için İnternet sayfamızda neşrettiğimiz en masum ders notları bile bazı medya organlarınca farklı başlıklar ve şekillerde servis edilip özünden uzaklaştırılıyor. Neticede, olan, hakikatin kendisine ve önyargılara mahkum edilen kimselere oluyor.

Aslında çarpıtmalara ve yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için dikkatli davranıyoruz. Kimi zaman Hocaefendi adını ve sözlerini gündemin polemiklerinden uzak tutmak düşüncesiyle bazı dosyalarımızı bir süre bekletiyor; hakikatleri sakin ve salim kafalara emanet etmeye çalışıyoruz. Mesela bugün bir kısmını paylaşacağımız sohbet yaklaşık bir ay önce yapılmıştı. Fakat, o günlerde sohbetin konusu çok konuşuluyordu ve Hocaefendi sözlerinin menfi ya da müsbet bazı zanlara mesned yapılması ihtimali vardı. Dolayısıyla bir müddet beklemenin uygun olacağını düşünmüştük.

Heyhat ki bu hafta hiç beklemediğimiz bir yerden yaralandık. Malumunuz, Hocaefendi'nin her sabah tefsir dersi oluyor ve ders notlarını da sizlerle paylaşıyoruz. Geçtiğimiz günlerde Sebe’ Sûresi’ni müzakere etmiş, Hocaefendi pek nefis yorumlarını dinlemiş; fakat derste sadece ses kaydı yapabilmiştik. Bir de görüntü almak ve Bamteli olarak neşretmek için ikindi sohbetinde Sebe’ Sûresi’nin mihverini oluşturan iki kıssayı sormuş ve Hocaefendi'den çok güzel bir cevap almıştık. Biz o sohbeti “Hazreti Davud Hanedânı, Sebe’, Sel ve Ağaç Kurdu” başlığıyla yayınladıktan bir gün sonra medyaya “gizli görüşme” havasında bazı gazetecilerin Fethullah Gülen Hocaefendi'yi ziyaret ettiği haberi yansıdı. Maalesef bu haber de bir sürü “yalan” ile beraber verilmiş; özellikle Hocaefendi’nin “iktidar”la alakalı tenkitlerinin olduğu dillendirilmişti. Bazı kesimlerin, o yalan haberde bahsedilen tenkit ve itirazlar ile bizim 47 dakikalık Bamteli’nden cımbızladıkları birkaç cümleyi irtibatlandırmaları da uzun sürmedi.

Halbuki Kur’an’ı biraz bilen, tefsirden azıcık anlayan ya da zahmet edip bir eserden ilgili ayetlere bakan insanlar Hocaefendi sözlerinin “tefsir”lerde geçen hususları hatırlatmaktan ibaret olduğunu göreceklerdir. Kur’an-ı Kerim o ayetlerde bir şâkir bir de nankör insan fotoğrafı ortaya koyuyor ve Bamteli’nde de o fotoğraflar tarif ediliyor. Şayet birileri onları bazı devlet büyüklerimize yakıştırıyorlarsa, asıl onlar hakaret etmiş oluyorlar. Ya da birileri “Bununla ben kastedildim!” diyorlarsa, onların da Kur’anî fotoğrafa bakıp kendi durumlarını düzeltmeleri lazım.

Evet, mezkur sohbeti ilk neşreden site olarak ifade etmeliyiz ki yayınladığımız Bamteli’nin gündemle ya da falan filan şahısla hiç alakası yoktur. Bu hafta neşredilmiş olmasının da takip ettiğimiz tefsir dersine mutabakat haricinde bir sebebi bulunmamaktadır.

Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere; üç dört hafta önce Fethullah Gülen Hocaefendi, bir ve beraber olmamızı gerektiren ortak noktalarımızı hatırlatıp her zaman sulhun yanında bulunmamız lazım geldiğini, farklı yol ve yöntemlerin gerekliliğine inansak bile işin özünü desteklememiz, akan kan ve gözyaşının durması için gayret etmemiz icap ettiğini anlattı. Fakat bu sürecin çok kolay olmayacağını, güzel ülkemizi dört bir yandan kuşatmış gulyabanilerin elli türlü fitne ateşi yakmak için fırsat beklediklerini, dolayısıyla onları da hesaba katıp çok farklı ve alternatifli stratejiler üretmemizin lüzumunu vurguladı. Sürecin başarıya ulaşabilmesi için ciddi bir firaset, fetanet ve diplomatik düşünce gerektiğini, bunun için de ortak akla ihtiyacımız bulunduğunu, bu cümleden olarak âkıl insanlar düşüncesinin faydalı olabileceğini ifade etti.

Fethullah Gülen Hocaefendi başlıca şu hususları dile getirdi:

  • İman, birleştirici çok önemli bir faktördür. Hangi seviyede ve hangi anlayışta olursa olsun.. a grubu, b grubu, c grubu.. Allah’a inanan herkes için iman çok önemli, bağlayıcı, bir araya getirici, birleştirici bir faktördür.
  • Gönülleri birbirine ısındırmak çok zordur. Kalbleri telif edecek, insanları birbirine sevimli kılacak ve dostluk köprülerinin kurulmasını sağlayacak olan sadece Allah’tır. Nitekim, İlahî Kelam’da “Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin, yine de onların kalblerini birleştiremezdin; fakat, Allah onları birleştirdi. Çünkü O Aziz’dir, Hakîm’dir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Enfal, 8/63) buyurulmuştur. Evet, kalbleri birbirine ısındırmak, insanları bir araya getirmek ve onlardan bir vahdet örgülemek için dünya dolusu altın, gümüş sarf edilse yine de yeterli olmaz. Onun vesilesi ihlasla Allah’a teveccühtür.
  • Hazreti Üstad’ın ifade ettiği gibi, bizim ittifak ve ittihadımızı gerektiren pek çok sebep var: Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, dinimiz bir; bir, bir, bir Bine kadar bir. Bütün bu birler bizim bir ve beraber olmamızı gerektiriyor. Önemli olan insan vicdanının bunu duymasıdır. Zira bu birlerin vicdan tarafından duyulması ve hissedilmesi ölçüsünde birlik ve beraberlik yakalanır. Fakat, maalesef, bu çok önemli ortak noktaları kâle almadığımızdan dolayı bir kopukluk ve dağınıklık yaşıyoruz.
  • Allah’ta, Peygamber’de, Kitap’ta, ehl-i secde olmada birleşme esas olduğu halde bazıları -ci, -cu, meşrep, mizaç, mezâk, yol, yöntem ve sistemini öne çıkardığından dolayı değişik ihtilaf ve iftiraklar meydana geliyor. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın tevfikinin kesilmesine sebebiyet veriyor.
  • Vifâk ve ittifaka engel olan hususlardan biri de bazı kimselerin pragmatist ve makyevalist hareket etmeleridir ki bu düşünceler bizim ruh ve mana köklerimiz açısından merduttur.
  • Ülkemiz gulyabanilerle kuşatılmış gibi İçinize sürekli fitne pompalıyorlar. Belinizi doğrultmamanız için lazım gelen her şeyi yapıyorlar. Mütedahil daireler halinde fitne örgütleriyle kuşatılmış bir ülke.. analar dolu olsa ve o analar sağlam evlatlar doğursa bile!.. Çevreyi doğru okumak çok önemlidir. Buradan meydana gelebilecek tsunamilerin neye sebebiyet vereceğini hesap etmemiz lazım. Değişik ihtimallere karşı on tane stratejimizin olması lazım.
  • Bir sulh süreci yaşanıyor. Bu meseleyi böyle yürekten isteyen insanlar samimi istiyorlar, “olsun” (diyorlar). Hiç kimse kan dökülmesini istemez. Kime sorarsanız sorun bunu, hiç kimse kan dökülmesini istemez. Belki bazıları yol yöntem farklılığını, farklı stratejiler olması lazım geldiğini düşünebilir ama hiç kimse kan dökülmesini istemez. Biz de onun talibi olmalıyız: Kim öyle bir sulh-u umumiyi gerçekleştirmek istiyorsa, bence, esbabıyla, gerekli olan argümanlarıyla, onun talibi olmalıyız.
  • Bu konuda çok ciddi firasete, kiyasete, fetanete ihtiyaç var.. çok ciddi bir diplomatik düşünceye ihtiyaç var. O insanları düşünce dünyalarının arka planıyla dosdoğru okumaya ihtiyaç var. Takıyyecinin takıyyesini de hesaba katmak lazım. Elli türlü hile ve hud’aya göre planlarını yapmış insanları hesaba katmak lazım. Bunun için de ortak akla ihtiyaç var. Şu yapılan şey de, hani insanların hissiyatını ölçme, değerlendirme, tartma, ne diyorlar ne ediyorlar (ona bakma için) âkılûn grubu makul sayılabilir, mahzuru yok, onu tenkit etmeye de gerek yok.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Cihadın büyüğü, küçüğü ve ortancası

Fethullah Gülen Hocaefendi, cihadın önemini, şehadet makamının yüceliğini, şehitlerin hayat mertebelerini, şühedanın bazılarına görünmelerini, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in temessül edişini ve O’nun kokusunun hissedilişini anlattı.

Ayaklarından engelli bir sahabinin savaşmaktan men edileceği bir sırada “Ya Rasûlallah müsaade et ben de cihad edip şehadete ereyim de Cennet’te şu ayaklarım düzelmiş olarak yürüyeyim!” deyişine, Asım bin Sabit’in şehit olacağı sırada “Sen mi geldin ya Rasûlallah!” deyip temessül eden Efendimiz’i istikbal edişine değindi.

Bu misallerle “cihad-ı asgar” denilen “küçük cihad”ın da küçümsenemeyeceğini vurgulayan Hocaefendi “cihad-ı ekber” tabir edilen “büyük cihad”ın insanın iç âlemiyle mücahedesi manasına geldiğini, onun başta nefis olmak üzere kişiyi Allah’tan uzaklaştıracak her türlü engeli bertaraf etme gayreti olduğunu belirtti.

Bu cihadın büyüklüğünün bir yanını izah sadedinde, düşmanla savaşmanın belli kimseler için ve belli zamanlara has olmasına mukabil, nefisle mücahedenin herkes için ve her zaman geçerli olduğunu ifade etti.

Diğer taraftan, bir başarıdan sonra sadece onunla yetinmemenin, her şeyi tamam olmuş gibi düşünmemenin ve hele onu kendinden bilmemenin, o muvaffakiyetin ahirette de meyve vermesi için şart olduğunu söyleyen Hocaefendi, cihadın hedefine ulaşabilmesi için debdebe ve ihtişam içinde kazanılan muzafferiyetlerin yanı sıra, inananların kendi iç dünyalarında da nefislerine karşı bir zafer kazanmaları lazım geldiğini, aksi halde o mücahedenin rıza-yı ilahiye vesile olamayacağını dile getirdi.

Son olarak, ehl-i tahkikin “cihad-ı evsat” diyerek ortanca mücahededen bahsettiklerine dikkat çeken Hocaefendi, bu cihadı “Hak ve hakikatleri şartları da gözeterek hiç fasıla vermeden herkese anlatmaya çalışmak” şeklinde tarif etti.

Çılgınlık dönemleri ve din kisveli cinayetler

Fethullah Gülen: Çılgınlık dönemleri ve din kisveli cinayetler

Fethullah Gülen Hocaefendi, yeni sohbetinde insanlık âleminin belli fâsılalarla adeta hezeyan devirleri yaşadığını anlattı; o dönemlerde yaşanan çılgınlıkların sebeplerine ve arka planlarına işaretlerde bulundu. Fâili kim ve hedefi ne olursa olsun, her intihar saldırısının çok buudlu bir cinayet olduğunu belirten Hocaefendi, bu hasbihalde özellikle şu hususları vurguladı:

  • Cenab-ı Hak, bir âyet-i kerimede şöyle ferman buyuruyor: “Allah bir beldeyi, o belde ahalisi ıslahçı oldukları müddetçe helâk edecek değildir.”(Hud Sûresi, 11/117) Bu ayet-i kerimede belaların def’ine vesile olan insanlar “muslihûn” sözcüğü ile anlatılıyor. “Muslihûn” isim cümlesidir. İsim cümlesi Arapça’da devam ve sebat ifade eder. Öyleyse “muslihûn”, aralıksız; yani yatarken-kalkarken, yerken-içerken, “İfsat içinde boğulan şu insanlığın hâli ne olacak?” diye düşünen, insanlığın insanlık zirvelerine çıkmasını planlayan, bu hususta projeler üreten, onları tatbikata koyan ve âdeta bunun haricinde hiçbir derdi, davası olmayan garipler demektir. İşte böylesi insanlar olduğu müddetçe, Allah o ülkeyi helâk etmeyecektir. O hâlde bu âyete istinaden şöyle denebilir: “Kur’ân’ı dert edinmiş, insanlığın salâhını düşünen, bunu hayatının gayesi bilip, kadın-erkek bu uğurda mücadele eden bir zümre varsa, Allah o ülkeye semavî ve arzî belâlar vermeyecektir.” Nitekim, Bediüzzaman Hazretleri’nin İzmir ve Erzincan depremleriyle alâkalı olarak şöyle dediği anlatılır: “Ya oralarda hiç hizmet eden yoktu veya onlar çok az, mağlup durumda idiler.”
  • Necmeddin-i Kübrâ hazretleri, kendi dönemindeki belaların sebepleri sorulunca diyor ki: “Onlara sebebiyet veren bizim çizgi kaybımızdır, biz çizgimizi koruyamadık. Biz birbirimize ve dünya derdine düşünce Allah da zalimleri bize musallat etti. Biz cezamızı çektikten sonra Allah zalimin de hakkından gelecektir.”
  • Ümmet-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) cezalandırılmayı hak ettiğinde Allah (celle celâluhu), onlara karşı tedip unsuru olarak zalimleri kullanır. Evet, zalim, Allah'ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır. Yani zalim de zulmünde pâyidâr olmaz; ancak evvelâ Allah (celle celâluhu) bu zalimleri Müslümanların üzerine musallat eder. Sonra da tutar onları sarsar ve yerin dibine batırır.
  • Meşrû ve hak olan bir hedefe ulaşmanın vasıtaları da yine hak ve meşrû olmalıdır. İslâmî çizgide olanlar için her işte gâye-i hayâlin meşru olması bir hak, o hakka ulaşmada başvurulacak vesilelerin meşrûiyyeti de bir vecibedir. Hakk rızası ve Hakk'a vuslat, ihlas ve samimiyet olmadan elde edilemeyeceği gibi, İslâm'a hizmet ve Müslümanları gerçek hedeflerine yönlendirmek de kat'iyen şeytânî yollarla gerçekleşemez. El âlem vahşice davranabilir; fakat mü’minler istikametten ayrılamazlar/ayrılmamalıdırlar.
  • Hele bir cinayet ‘kutsal’ sayılarak ve din adına yapılıyorsa, bu çok daha tehlikelidir ve -şayet ilaçlarla ve beyin kontrolüyle gayr-i iradî yapmamışlarsa- fâillerinin ötede iflah olmaları mümkün değildir. Canlı bombalar, o işi dini ikâme için yapsalar ve ölüme “Lâilahe illallah” diyerek gitseler bile önce kendileri “cübb” diye cehenneme düşerler. Çünkü, İslam’da gerek sulh gerekse savaş halinde yapılması icap edenler belli kanun ve disiplinlere bağlanmıştır. Sulh halinde kimse kendi kendine harp ilan edip bir insanı öldürme kararı alamayacağı gibi, sıcak savaş esnasında da karşı cephede bulunan çocuk, kadın ve yaşlıları öldürme hakkına sahip değildir. Bu itibarla, hangi açıdan ele alınırsa alınsın, intihar saldırılarını, canlı bombaları ve benzeri terör hadiselerini Müslümanlıkla telif etmek asla mümkün olamaz.
  • Bir savaşta Üsâme b. Zeyd Hazretleri, düşman saflarında bulunan birisiyle savaşırken, tam onu öldüreceği esnada o kişi, kelime-i şehâdet getirir. Ancak Hazreti Üsâme, adamın içinden gelerek değil de kılıç korkusuyla bunu söylediğini düşünerek onu öldürür. Hazreti Üsâme gibi büyük bir sahabînin hislerine kapılıp gayz ve nefretle bir insanı öldüreceğine ihtimal verilemez. Demek ki, meselenin temel esprisini bilemiyordu. Çünkü o dönemde her şey ter ü taze olarak bildiriliyor ve sahabe tarafından da hemen hayata geçiriliyordu. Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselâm) bildirmeyince onlar nereden bileceklerdi ki! İşte bu durum haber verildiğinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Yarıp kalbine mi baktın?” diyerek Hazreti Üsame’ye öyle itap etmişti ki, Allah Rasûlü’nün bu cesur komutanı ve Hazreti Zeyd b. Harise’nin mahdumu olan Hazreti Üsame, “Keşke şu ana kadar Müslüman olmasaydım.” demişti. Bunun mânâsı şuydu: “Keşke bu hâdiseden sonra Müslüman olsaydım da Efendim’in bu itabına maruz kalmasaydım.”
  • Âhirzaman da fitnelerin kol gezeceği bir çılgınlık dönemidir. Böyle bir dönemde aklı başında ve Allah’a gerçekten inanmış insanlar, tesis ettikleri dengeyle mevcut hezeyanları tadil etmeye bakmalı; “Acaba ne yapsak ki bu şiddet ve hiddeti kırabilsek ve yeniden bir denge tesis edebilsek?” demeli ve bu istikamette gayret göstermelidirler.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Değer yetimliği, üslup hatası ve dil yarası

  • Hayatın her devresi kendi hususiyetlerine göre çok iyi değerlendirilmelidir. Ne var ki, bugün yuva, sokak, mektep ve mabedin bu konuda fertlere gereken rehberliği yapabildiği söylenemez.
  • Günümüzde insanları çok kınamamak, gurbetlerine ve yalnızlıklarına bakıp onlara acımak lazım. Değer anneden, değer babadan mahrum edildikleri için yetimliklerine bakıp acımak lazım. Biz topyekün değerler mahrumu, değerler yetimi bir toplum haline getirilmişiz.. şefkat etmek lazım.
  • Bugün diller mızrak gibi kullanılıyor. Öyle ki, her yanda söz düelloları, sanki herkes herkesle kavgalı.
  • Dil yarası kılıç yarasından daha acıdır. Nitekim, bir Arap atasözünde “Cerâhâtü's-sinan lehe't-tiyam / Lâ yeltâmü mâ ceraha'l-lisan” yani “Kılıç yarası geçer ama dil yarası geçmez!” denilmiştir.
  • Gönüllere girmenin sırlı anahtarı tatlı söz ve mülayim tavırdır.
  • Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun'a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir.
  • Gâfir de denilen Mü’min Sûresi’nde Hazreti Mûsâ’nın tebliğine iman edip imanını uzun süre gizlemiş olan üst düzey devlet yetkilisi (bazı rivayetlerde genelkurmay başkanı) olan mümin anlatılmaktadır. Bu zat, “Sizler Mûsâ’nın dürüst olduğunu tesbit etmekle beraber yalancılıkla itham ediyorsunuz. Bu iki zıt vasıf bir arada bulunamaz. Şu halde insanlara bile yalan söylemeyen bir kimse, Allah’ın elçisi olmadığı halde hiç Allah adına yalan uydurur mu? ‘O, beni size elçi olarak gönderip şöyle şöyle dedi’ diyerek en müthiş, en tehlikeli yalanı söyler mi?” diyerek Hazreti Mûsâ’yı savunmuştu. Demek ki Hazreti Mûsâ o güzel üslubuyla Firavun’un en yakınındaki insanlara bile tesir etmişti.
  • Bir yerde meseleleri müzakere edecekseniz, aklınızın salim olduğu bir anda not tutmalısınız ve o meclise hazırlıklı gitmelisiniz ki orada irticalinin esnekliğine maruz kalmayasınız ve hislerinizin güdümüne takılmayasınız.
  • Bari Müslümanlar arasında böyle olmasaydı ama maalesef her şey kıran kırana gidiyor.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Durağanlık, irfan kuyularının kokuşması ve çare

  • Sözün kıymeti, kalbin yediği heyecan mızrabından meydana gelmesiyle doğru orantılıdır.
  • İçine kova salınmayan kuyu durağanlığın mahkumu demektir ve bir zaman sonra suyu da içilmez hale gelir.
  • İnsan, Hak ile meşgul olmak ve hakkın peşinden koşmak suretiyle her zaman daha bir derinleşmeye çalışmalıdır; zira o durduğu an ülfet ve ünsiyet kokuşmasına maruz kalır.
  • Durağanlığa karşı savaş ilan etmek lazım.
  • İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “İki günü eşit olan haybettedir (kaybetmiştir)!” buyuruyor. Demek ki, insan her günü daha farklı bir kazanımla selamlamalıdır.
  • Hak kapısındaki hiçbir âh ü feryad, hiçbir figan ve hiçbir heyecan karşılıksız kalmaz.
  • Zât-ı Ulûhiyete, kulluk hesabına, kalbî ve ruhî hayat adına sunacağınız tâatlerinizin mahfazası “şuur” olmalı ve onlar, kalbin sesi soluğu olarak O’na sunulmalıdır.
  • Bir, ağızdan çıkana bakarlar; bir de kalbde var olana. Bunların örtüşmesi asla cevapsız kalmaz.
  • “Yanarsam nâr-ı aşkınla yanayım yâ Rasûlallah / Ezelden bağrı yanık bir gedâyım yâ Rasûlallah / Hevâ-yi nefsime tâbî olup pek çok günah ettim / Huzûra hangi yüz ile varayım, yâ Rasulallah!” diyen Leyla Hanım, “Gidip boynumda zincir ile Ravza-ı Pâk’a, o denlü ağlayam ben ki, görenler hep beni dîvâne sansın ya Rasûlallah!” sözleriyle geri çevrilmeyecek bir dilekçe vermiş oluyordu.
  • Zaman, Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği öyle kıymetli bir sermayedir ki, iyi değerlendirdiğinde onunla ebedi hayatı peyleyebilir.. ebedi hayat ne oluyor; Cenab-ı Hakk’ın cemal-i bakemalini müşahede etmeyi, “Ben sizden razıyım” cevabını almayı onunla elde eder. Onun için kudsî hadiste, Allah Teâlâ “أَنَا الدَّهْرُ– Zaman, Benim ayine-i izâfîmdir.” buyurarak, zamanı, Kendiyle irtibatlandırmıştır.
  • Destimâl, aslında elbezi, mendil anlamına gelen Farsça bir kelimedir. Özel mânâda ise, Hırka-i Saadet ziyaretlerinde dağıtılan ince tülbentleri ifade eder. Osmanlı’da Hırka-i Saadet ziyaretinde, ziyaretçiler tarafından alınan o tülbentler/mendiller o günün bir hatırası olmak üzere saklanır, vefattan sonra da yüze ve göğse örtülürdü.
  • Ülfeti yırtmak için sürekli tefekkür, tedebbür, müzakere ve derince okumak lazımdır.
  • Derinlik peşinde olmak, canlılığın İsrafilidir; durağanlık, ise, canlı kalmanın Azraili

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.