• Anasayfa
  • Herkül Nağme - Fethullah Gülen Web Sitesi

Efendiler Efendisi’ne salât u selâm

إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَآمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيماً
“Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e hep salât ederler. Ey mü’minler, siz de Ona salât (ve dua) edin ve samimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56)

Bildiğiniz gibi, “salât”, tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelmektedir. Salât kelimesinin çoğulu “salavât” gelir. Zikrettiğimiz âyet-i kerimeye göre, Peygamberimize salât ve selam getirerek, en azından “Allâhümme salli alâ Muhammed - Allâhım rahmet ve bereketin Efendimiz Hazreti Muhammed’in üzerine olsun!” diyerek hürmet arz etmek her Müslüman’ın yapması gerekli olan bir görevdir.

Bir hadis-i şerifte anlatılır ki: Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir keresinde minbere çıkıyordu. Merdivenden yukarı çıkarken birinci basamakta “amin!” dedi. İkinci basamakta yine “amin!” dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha “amin!” dedi. Hutbeden sonra, sahabe efendilerimiz “Bu sefer Sen’den daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk yâ Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa “amin” dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Cebrâil aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun!’ dedi, ben de ‘amin!’ dedim. Cebrâil, ‘Yâ Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘amin’ dedim. Ve son basamakta Cebrâil, ‘Ramazana yetişmiş, Ramazanı idrak etmiş olduğu halde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o!’ dedi, ben de ‘amin’ dedim.” Bu hadiste geçen “rağime enfuhû” ifadesi bir idyumdur, dilin kendi yapısına has bir deyimdir ve Türkçe’de onu net ve tam olarak karşılayacak bir kelime yoktur. Belki, “burnu yere sürtülsün (sürtüldü), canı çıkası, kahrolası” gibi manalara gelmektedir.

Bununla beraber, Sâdık u Masdûk Efendimiz’in ismi her işitildiğinde veya anıldığında salât getirilip getirilmeyeceği hususunda; bazı âlimler, “Bir yerde, Hazreti Peygamber’in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir” derken, âlimlerin çoğunluğu, “Efendimiz’in adı her anıldığında salât u selam getirilmesi gereklidir” demiştir. Bazıları, insanın, ömründe bir kere salât u selam getirmesinin vâcib olduğunu söylerken, İmam Şâfi gibi kimseler de nâm-ı celil-i Muhammedî (aleyhissalatü vesselam) ne zaman anılırsa anılsın hemen salât u selamla O’na senâda bulunmak gerektiği kanaatindedirler. Nitekim, hadis ilmiyle uğraşanlar, Hazreti Peygamberimizin hadislerini rivayet ederken, Onun adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anılışında, “sallallahu aleyhi ve sellem” diyerek hürmet ve vefalarını ifade etmişlerdir.

Hâsılı, salavâtın mânâsı rahmettir. Allah Teala, Efendimiz’e bizzat salât etmiş, meleklerinin de Peygamberimize salât ve selâm ettiklerini bildirmiş ve bize de onu bir vazife olarak tahmil buyurmuştur. Bizim salâtımız, Üstadın ifadesiyle, “Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin.” manasına bir duadır. Bununla beraber salât u selamın ayrı bir hususiyeti daha vardır. Salât u selam makbul bir duadır; yapılan diğer duaların başında ve sonunda salât u selam okununca, iki makbul dua arasında istenilen şeyler de makbul olur. Onun için hem duanın başında, hem de sonunda salât u selam okumak lazımdır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Efendimiz, annelerimiz, dual hayat ve merhum Mehmet Uslu

Efendimiz, annelerimiz, dual hayat ve merhum Mehmet UsluMiraç’ta karşılaştıkları zaman, Hazreti Musa (aleyhisselam), Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e, “‘Ümmetimin âlimleri, İsrail oğullarına gelen peygamberler gibidir.’ buyuruyorsunuz. Onlardan birini bize gösterir misiniz?” der. Peygamber Efendimiz, ‘İşte şu!’ diyerek manen İmam Gazali’yi çağırır. Hazreti Musa, “Senin adın ne?” deyince, Hazreti İmam, “Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin Mustafa bin Adem ” der. Musa Aleyhisselam, “Ben bir şey sordum, sen on şeyle cevap verdin; oysa cevabın soruya mutabık olması gerekir.” buyurur. İmam Gazali, “Efendim, bu itiraz sizin için de geçerlidir. Allah size ‘Elindeki nedir?’ diye sorduğunda, bunun cevabı sadece ‘Bu asamdır’ şeklinde olması gerekirken, ‘O benim asamdır. Ona dayanır ve onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Ayrıca onunla daha pek çok ihtiyacımı gideririm.’ (Tâhâ, 20/18) demiştiniz. Maksadınız Allah Teâlâ ile daha fazla konuşmak değil miydi? Ben de sizin gibi ulülazm büyük bir peygamberi bulmuşken konuşmayı uzatmak için dedelerimin de isimlerini söyledim.” der. Bu cevap üzerine, Hazreti Musa, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalatü vesselam) “Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin âlimleri Beni İsrail’in peygamberleri gibiymiş.” buyurur. (bk. Busrevî, Ruhu’l-Beyan, Bakara, 2/143. ayetin tefsiri/ 1/249)

Hocaefendi daha sonra özellikle şu ilahî beyanlarla ilgili bazı nükteleri ve önemli esasları dile getiriyor:

وَجَعَلْنَا مِنْهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا لَمَّا صَبَرُوا وَكَانُوا بِآيَاتِنَا يُوقِنُونَ
Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler yetiştirmiştik. Onlar, bizim âyetlerimize kesin bir şekilde inanıyorlardı. (Secde, 32/24)

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللَّهَ وَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَالْمُنَافِقِينَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيماً حَكِيماً
Ey şanı yüce nebi, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeye devam et, (Sen yapmazsın ya ümmetin de) kâfirlere ve münafıklara itaat etme(sin)! Muhakkak ki Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. (Ahzâb, 33/1)

مَا جَعَلَ اللَّهُ لِرَجُلٍ مِن قَلْبَيْنِ فِي جَوْفِهِ
Allah, hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır. (Ahzâb, 33/4)

اَلنَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ
Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. (Ahzâb, 33/6)

Bildiğiniz üzere, geçtiğimiz günlerde Mehmet Uslu ağabeyimiz Hakk’a yürüdü. Dostları arasında “Müftü Efendi” olarak bilinen Mehmet ağabeyimiz için burada gıyabî cenaze namazı kıldıran Hocaefendi, derste de merhumu hayırla yâd etti.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

En önemli mesele ve sohbetlerin yörüngesi

Fethullah Gülen Hocaefendi, “Sözün yörüngesine oturması Sohbet-i Cânân’la olur.” diyerek, değişik vesilelerle yaptığımız hemen her toplantıda, sohbette, beraberlikte gündemimizin ilk maddesini Rabbimizle münasebetlerimizin teşkil etmesi lazım geldiğini anlatıyor. Muhterem Hocamız özellikle şu hususlar üzerinde duruyor:

Dünyanın sosyal ve ekonomik problemlerini çözme gibi bir hâdise için bile bir araya gelmiş bulunsak, öncelikli meselemiz “Sohbet-i Cânan” olmalı. Evet, böyle bir hedefe doğru yürürken bile, “Acaba Allah’la münasebetimiz olması gereken seviyede mi? O mevzuda ulaşmamız gereken derinliğe ulaşabildik mi? O’nu görüyor gibi bir hâlimiz var mı? Hiç olmazsa görülüyor olma mülâhazasıyla tir tir titriyor muyuz?” gibi mülâhazaları esas almalı, diğer vazife ve sorumluluklarımızı ise o esasa göre bir sıraya koymalıyız.

Dünyaya çeki düzen verme gibi bir hâdise dahi, bizim Allah’la, Efendimiz’le, Kur’ân’la münasebetimiz yanında tâli derecede bir öneme sahipse, günümüzdeki siyasî ve aktüel mevzuların, hele hele magazinvârî meselelerin bizim için ne mânâ ifade ettiği/etmesi gerektiği açıktır. Bu açıdan hangi meseleye, nerede, ne ölçüde yer vereceğimizi ta başta çok iyi belirlememiz gerekiyor. Bu sebeple oturup kalktığımız her yerde Hazreti Mevlâna’nın ifadesiyle hep “Sohbet-i Cânan” demeli, evvela Allah’a imanımızı bir kere daha yenilemeli, ilâhî mârifet ve muhabbetle bir kez daha dolma yollarını araştırmalıyız. Bardağın taşacak derecede dolmasına “lebriz” denir. İşte gönül bardağı dolup taşacak şekilde o meseleyi köpürtmeli, mârifet ve muhabbetle dolup dolup boşalmalı, daha sonra diğer konulara geçmeliyiz.

Evet, bir araya geldiğimizde asıl maksat ve hedefimiz, iman ve imanda derinleşme mevzuları olmalı; bu istikamette gerekli cehd ve gayreti ortaya konduktan sonra, “Hazır bir araya gelmişken şurada şöyle bir mevzuu daha vardı, bu arada onu da görüşüp karara bağlayalım.” demeliyiz; neyi, nereye koymamız gerekiyorsa ona göre davranmalı ve programlarımızı bu eksen etrafında örgülemeliyiz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Engin hülyalar, yüksek idealler, büyük projeler ve hepsinin altın tâcı

Fethullah Gülen Hocaefendi, bu hasbihalde şu hususlar üzerinde duruyor:

  • Bir insanın talebi onun kıymetini ve iç dünyasındaki derinliği de aksettirir; kim ne ölçüde değerli bir hedefin peşindeyse, onun nezd-i ulûhiyetteki kıymeti de o nisbettedir ve o ötede ona göre muamele görür.
  • Hâlis bir niyetle yüksek idealler ve büyük projeler peşine düşen insan yapabildiğini yapar, yapamadıklarını ise onun niyeti tamamlar; o, mülahazalarının derinliği sayesinde engin hülyaları realize etmiş gibi mukabele görür.
  • Büyük işlere büyük düşünce ve projeler vesilesiyle yürünür. İnsanlar büyük projelere talip olunca Cenâb-ı Allah onlara uygun adımları atma fırsatları verir.
  • Bütün varlığını hizmet yolunda infak etmiş Konyalı bir fedakâr “Hocam, her şeyimi verdim, şimdi ne yapayım!” demişti. İşte elinden geleni bu fedakarlıkla ortaya koyan insana Allah Teâlâ çok daha yüksek ufukları gösterir ve ona oraya da ulaşmayı lütfeder.
  • Tüttürülen her ocak yeni ocakların tüttürülebilmesi için bambaşka düşüncelere kapılar aralar.
  • Yüce mefkûrelere ulaştıracak yola büyük niyetlerle ama küçük adımlarla çıkılır. Kayı boyu Söğüt’ün bağrında serpilmeye durduğunda bir gün çağ açıp çağ kapatacak bir yüce devlete dönüşeceğini bilmiyordu. Allah her adımlarında onlara başka bir adım daha atma fikri verdiği gibi, bugün dünyanın dört bir yanında açılan okulların temelinde de küçük ama halis gayretler vardı; Cenab-ı Hak imkanlar nisbetinde ortaya konan himmetleri dua kabul edip daha başka hizmet alanlarına hidayet buyurdu ve bugünlere ulaştırdı.
  • Siz yapmanız gerekenleri halisane yerine getirirseniz, Allah Teâlâ da hikmetinin gereğini mutlaka gerçekleştirir.
  • Büyük projeler peşinde koşmanın çok daha büyük bir yanı vardır; karşılığında bir bedel peşinde olmama!..
  • Engin hülyalar, yüksek idealler ve büyük projelerin altın tâcı beklentisizliktir.
  • Senin milletin teveccühüyle oy alma, kazanma gibi bir derdin yok. “Böyle yaparsam kitleleri arkamdan sürüklerim.. beni alkışlarlar ” gibi mülahazaların, senin düşünce dünyanda yeri yok. Başkaları belki senin bu ruh dünyana, bu anlayışına inanmayabilirler. Belki sana da kendilerine baktıkları gibi bakarlar. Varsın baksınlar.. varsın senin hakkında olumsuz yorumlarda bulunsunlar. Kâle alma onları.. ve dünyaya ait bu türlü şeylere tenezzül etme.

Ey nefis, sebebi sensin, kusurlar senin!..

  • İnsan her şeyi en mükemmel şekilde götürmeye çalışmalı, ekmeliyete (en mükemmele) ve etemmiyete (tastamam yapılana) talip olmalı ama şayet istediği neticeyi elde edemezse onu da kendi kusurlarından bilmelidir.
  • Kendini Kur’an’a ve i’la-yı kelimetullaha adamış insanlar hizmet daireleri içinde bir eksik ve bir gedik olduğu zaman, “Burada yapılabilecek bazı şeyler vardı, ihtimal ben onlarda kusur ettiğimden dolayı böyle bir falsoya maruz kaldık!” demelidir. Bu aynı zamanda bir zımnî tevbedir ve bu düşüncede olanların eksikliklerini Cenâb-ı Hak telafi eder.
  • “Yaptığım şey mükemmel.. kusur yok yaptıklarımda.. kusur beni dinlemeyen ve anlamayanlarda; düşüncelerini benim düşüncemle test etmeyenlerde.. ben çevremin yaptığı kusurların riskini yaşıyorum.” Hafizanallah, bu düşüncenin, (Firavun’un dediği gibi) “Ben sizin en yüce rabbinizim!” demekten farkı yoktur.
  • “Bir eksik, bir gedik, bir sürçme, bir tökezleme varsa, bana ait kusurdandır.” Hatta insan bir yönüyle bu türlü kusur ve sürçmelerdeki nefis muhasebelerini biraz da başında bulunduğu işle doğru orantılı olarak ele almalıdır. Bir problem varsa, o işin başındaki insan o problemi kendinden bilmelidir. Daire büyüdükçe, o dairelere hükmeden insanlar da kendi daireleri hesabına yaşanan o falso ve fiyaskoların kendi düşüncelerindeki boşluklardan, Allah’la münasebetlerindeki boşluklarından, İslamiyeti iyi duyup sindirememedeki boşluklarından Hazreti Ruh u Seyyidi’l-Enâm’ın düsturlarını çok iyi yorumlayamama boşluklarından, zamanı doğru okuyamamadaki boşluklarından, hasım cepheyi doğru okuyamama boşluklarından kaynaklandığına inanmalıdırlar.
  • İnsanın, başına gelen gâileleri kendinden, kendi nefsinden bilmesi onun imanının kemalinden kaynaklanır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisa Sûresi, 4/79), “Başınıza ne musibet geldi ise, o, ellerinizin kazancı iledir; kaldı ki Allah çoğunu da affediyor.” (Şûra Sûresi, 42/30) gibi ayetlerle bu hususa işaret etmiştir. Bu ve benzeri ayet-i kerimelere bakıldığında ve kâinatta cereyan edip duran hâdiseler süzülüp satır satır incelendiğinde görülecektir ki, o hâdiselerin hiçbirini rastlantıya vermenin, onların başıboş olduğunu düşünmenin imkânı yoktur.
  • Kendi kendime insülin iğnesi vururken mahfazasını düşürsem ya da bir sinire, kılcala rastlasa veya kan çıkmasına sebebiyet verse de abdest ihtiyacı hasıl olsa, onu bir kusuruma bağlıyor, mesela “Herhalde besmele çekmediğimden oldu!” diyorum.
  • İnsan, musibet televvünlü her şeyi kendisine ait kusurlara bağlarsa, o zaman ne kadere taş atar, ne dışarıda bir mücrim arar ve ne de başkalarını suçlar. Her menfilik karşısında, önce kendisiyle hesaplaşır ve nefsinin yakasına yapışır. Böyle bir hesaplaşma da onun içinde istiğfar hislerini tetikler ve onu tevbeye sevkeder.
  • Mükemmele talip olmakla beraber fiyasko yaşamamanın önemli bir vesilesi her ihtimali hesap ederek alternatif planlar hazırlamaktır.
  • Mükemmeli yakalamada önce alternatif planlar yapma ve sonra elden gelen gayreti ortaya koyma ile beraber işin her safhasında ortak akla müracaat etme de çok önemlidir.
  • Söz Sultanı (sallallahu aleyhi ve sellem), “İstişare eden kayıp yaşamaz, riske maruz kalmaz!” buyuruyor. Kendisi de vahiy ile müeyyed olmasına rağmen hemen her meseleyi hem de kendi yetiştirdiği insanlarla istişare ediyor.
  • Kimseye bâki değildir mülk-ü devlet sîm-ü zer / Bir harab olmuş gönül tamir etmektir hüner.”
  • Orta Asya’da ilk falso yaşadığımız yer Özbekistan olmuştu. Halbuki en sıcak yerlerden birisi orasıydı; devlet başkanı mektup yazmış, Emir Timur’un altın kartını, Uluğ Bey’in altın kartını göndermişti bana. Fakat, şu anda aklımda değil, kim bilir belki aklımın köşesinden geçti, belki mel’un bir rüyada gördüm; belki hayalimi kirlettim; belki enâniyet itibarıyla belki de aidiyet mülahazasıyla, “Yahu meğer neymiş bu arkadaşlar, Allah’ın izniyle girdikleri yeri nura gark ediyorlar” dedim. Allah da suratıma çarptı, “al ağzının payını, senin enâniyetine, aidiyet mülahazana düşen şey budur!” Bu mülahazalarla belki elli defa ağladım; “Ya Rabbi, böyle bir şey düşündüm ve dedimse, ben hata ettim!.”
  • Küçük dairede ya da büyük dairede, etemmiyete ve ekmeliyete talip olan insanlar, evvela alternatif planlar hazırlamalı; saniyen, kalblerinin Allah’la sağlam bir irtibat içinde bulunmasını sağlamalı; salisen, hep mü’mince düşünmeli davranmalı ve rabian, bir arıza, bir kusur meydana geldiği zaman kusurlarını itiraf edecek kadar da faziletli ve civanmert olmalıdırlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Ey nefsim, mücrim sensin, kendi kusurlarını görmelisin!..

  • Alvarlı Efe Hazretleri, “Fâriğ ol, aybın gözetme kimsenin / Tâ ki Hak setreyleye aybın senin.” der. Fakat maalesef, biz kendi ayıplarımızla meşgul olup onları gidermeye çalışacağımıza başkalarının küçük kusurlarına takılıyoruz. Dolayısıyla da arınma kurnaları altına girip üzerimizdeki lekeleri çıkarma cehd ü gayretine girmiyoruz.
  • Temelde “nefsimizin savcısı, başkalarının avukatı” olmamız lazım gelirken; yani kendimize ait en ufak bir kusur ve kötülük temayülü karşısında hemen harekete geçmemiz, tevsi-i tahkikatta bulunmamız ve gereğini yapmamız icap ederken, maalesef çoğumuz, başkalarının tavır ve davranışlarını tecessüs etme, süzüp değerlendirme ve araştırmayı derinleştirdikçe derineştirip illa onların bir kısım cürümlerini bulma ile meşgul oluyoruz.
  • Halbuki, bir mü’min kardeşini herhangi bir hata, kusur ya da (tevbe ettiği) günahından dolayı kınayan kimse, aynı ölçüde ayıplanmadıkça ölmez. Kimileri bizzat kendilerinin başına gelen bir musibetle aynı şekilde kınanırlar; kimileri de aile fertlerinden birisi sebebiyle ayıplanmaya düçar olurlar.
  • Onu bunu tenkit etmek ve hep başkalarının kusurlarını dillendirmek yerine, olumlu projeler ve güzel örnekler ortaya koymak esastır. Dünyanın dört bir yanında başkalarının mumlarını da tutuşturma için gayret edip duran ışık insanlar işte bunu gerçekleştiriyorlar. Şayet samimiyetlerini muhafaza eder ve beklentisizliklerini sürdürürlerse, bu fedakâr ruhların yirmi-otuz sene sonra nasıl dünya çapında bir kardeşliğe vesile olduklarını herkes görecektir, Allah’ın izni ve inayetiyle.
  • Saygı duymazsan başkalarının değerlerine, saygı duymazlar değerlerine.
  • İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) kadar kadirşinas birini göstermek mümkün değildir. O, kendisinin, önceki peygamberlerden üstün görülmesine ve onların -hâşâ- hafife alınmalarına aslâ izin vermemiştir. Hatta bir defasında bir sahâbinin Hazreti Musa’nın kadr ü kıymetine uygun düşmeyen bir söz söylediğini duyunca, hemen ona müdahale etmiş ve “Beni Musa b. İmrân’a tercih etmeyin. Zira, ben onu Mahşer Günü’nde Arş’ın kavâimine tutunmuş olarak göreceğim” demiş ve orada meseleyi tadil etmiştir. Yine “Balığın yoldaşı zât (Hazreti Yunus) gibi olma!” (Kalem, 68/48) ayeti nazil olunca, ihtimal bazı sahabiler, “Acaba Hazreti Yunus ne kusur işledi?” diye düşünürler mülahazasıyla, Rasûl-ü Ekrem hemen “Beni, Yunus b. Metta’ya tercih etmeyin!..” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz’in bu tavır ve sözleri O’nun tevazu, mahviyet, edep ve kadirşinaslığını gösterdiği gibi bize bir üslup dersi de vermektedir.
  • “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisâ sûresi, 4/79) fermanına inanan bir insan, karşısına çıkan her bela ve musibeti öncelikle kendi işlediği hata ve günahlara vermelidir. Hatta mukaddes ızdıraplar dışında insanın yaşadığı bazı sıkıntılar da vardır ki, onlar, daha çok ferdin işlediği hata ve günahların neticesidir. Bu durum bir maneviyat büyüğü tarafından “İnsanın içindeki sıkıntılar, günahlara terettüp eden cezalardır.” (Zehebi, Tarihu’l-İslâm, 26/376) ifadesiyle dile getirilmiştir. Esasında çok küçük musibetler bile birer ikazdır ve her hadisenin bir sinyal yanı vardır. İnsan o ikazı anlayabilir, Allah'a teveccüh eder ve o belaya kefaret olabilecek bir hayır ortaya koyarsa, bunlar, Allah'ın inayetiyle daha büyük kaza ve belaların def edilmesine vesile olur. Evet, o türlü musibetler hem birer sinyaldir, hem de aynı zamanda birer kefarettir. Nitekim bir hadis-i şerifte, “Müslüman'ın başına gelen hiçbir yorgunluk, hastalık, keder, üzüntü, eziyet, gam ve hatta ayağına batan diken yoktur ki Allah onunla günahlarından bir kısmını bağışlamasın.” (Buhari, Merdâ 1; Müslim, Birr 49) buyurulmaktadır.
  • Allahım! Beni bana unuttur ve kendimden bahsetmeyi ruhuma kerîh göster!.
  • Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Fethullah Gülen Hocaefendi'den Virüs Salgını İçin Duaya Davet

Fethullah Gülen Hocaefendi, korona virüsü salgınıyla ilgili olarak her fırsatta tedbir açısından şu hususları yeniden dile getiriyor:

Arkadaşlarımız bulunduğu ülke ve beldelerde uzmanların salgınla ilgili almış olduğu kararlara harfiyen uymalılar. Salgının şiddetine, coğrafi şartlara ve nüfus yapısına göre farklı tedbirlere başvurulabiliyor; bu açıdan mahalli idarecilerin ve uzmanların tavsiye ve kararlarına uymak hayati önem taşıyor.

Genel manada, toplu yerlerden uzak kalmak lazım. Ferdî ve içtimaî hayat yönünden farz diyebileceğimiz zarurî bir iş olmazsa dışarıda dolaşılmamalı.

Bu konularda hassas davranılırken, yardımımıza muhtaç insanlar da bütün bütün kendi hallerine terk edilmemeli. “Teâvün” düsturunun aksamaması için herhangi bir faaliyet zaruri ise bu, mümkün olan en az sayıda, belki iki üç insanla, uzmanların ifade ettiği şekilde ve mesafeler korunarak, sağlık otoritelerinin tavsiyelerine uyularak yapılmalı.

Muhterem Hocamız, bunları ifade etmenin yanı sıra sürekli Allah ile irtibat üzerinde duruyor. Bu musibetten çıkarılacak pek çok ibret ve mesaj bulunduğunu, fakat başkalarını suçlamanın mümine yakışmayacağını, bize düşen vazifenin kendi kusurlarımıza odaklanıp bir kere daha tevbe ve istiğfarla Allah’a yönelmek olduğunu belirtiyor.

Not ettiğimiz cümlelerden bazıları şöyle:

* Cenâb-ı Hak’tan çok uzak düştük; O bize yakınlardan yakın fakat biz kendi uzaklığımızın mahkûmu ve mağduru olduk. Allah Teâlâ, وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ“And olsun insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

Evet, O bize hep yakın ama biz O’ndan uzak düştük. Biz kendimize bakmalıyız, muhasebemizi bu çerçevede yapmalıyız.

* Doğru; hadiselerin de bir dili vardır. Böyle geniş çaplı bir musibet ve felaketin geniş dairede işlenen cinayetlerden olduğu akla gelse de, bu dili okurken, biz bize düşen vazifelerin hakkını veremediğimizi düşünerek kendimizi sorgulamalıyız; bu şekilde bir muhasebe ile daha müstakim olabiliriz.

* Başa gelen musibetler ile günahlar arasında mutlaka bir irtibat vardır. إِنَّ اللهَ لاَ يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَكِنَّ النَّاسَ أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ  “Şüphesiz Allah, hiç kimseye zulmetmez; fakat insanlar, kendilerine zulmederler.” (Yûnus, 10/44) Fakat biz başkalarının hata ve kusurlarıyla uğraşma yerine kendi günahlarımızla yüzleşmeliyiz. Mesela, marufa teşvik, iyilikleri temsil ve güzellikleri yayma gibi vazifeler ümit vaad edici bir şekilde yapılamamış olabilir. Çünkü insanlığın salâhını düşünen, bunu hayatının gayesi bilip onun için yaşayan halis bir zümrenin gelecek vaat etmesi semavî ve arzî belâlara paratoner olması açısından önemlidir.

* Cenâb-ı Hak, وَمَا كَانَ اللهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ “Sen, onların içlerinde olduğun sürece, Allah onları helâk etmeyecektir. Onlar istiğfar ettikleri sürece de Allah onları helâk etmeyecektir.” (Enfâl, 8/33) buyuruyor.

Muhterem Hocamız, yine bu tür mülahazaları seslendirdiği bir an “Arkadaşlar dua ediyorlar mı?” diye sordu. Sonra şöyle dedi: “Daha önce toplu dua yapıyorduk ama şimdilerde toplanılamıyor. Fakat herkes bulunduğu yerde farklı duaları seslendirebilir. Mesela; “Ey ihtiyaç ve hâcetleri gideren Rabbimiz, bizim bütün ihtiyaçlarımızı gider; ey belâları def’ u ref’ eden Sultanımız, başımıza gelmesi muhtemel bütün belâları def’ eyle!” deyip  “Veba ve Korona Virüsü Salgını” da buna ekleyebilir. Peygamber Efendimiz’den nakledilen pek çok dua var; bunlar sürekli okunabilir. Hatta bazı duaları bir arkadaşımıza okutup kayda alsanız; her mekânda dinlense ve bir hatırlatıcı gibi olsa, evlerde her an o mübarek yakarışlarla Allah’a teveccüh edilse.”

Muhterem Hocamızın o esnada okuduğu ve tavsiye ettiği duaları derledik; bir arkadaşımıza okuttuk. Yazılı ve sesli olarak arz ediyoruz.

Bu vesileyle, esbaba riayet ve tedbirin yanı sıra, bir kere daha bütün insanlık için hâcet duası çağrısında bulunuyoruz. Hafîz ü Hâfiz Rabbimiz hepimizi maddi manevî hastalıklardan muhafaza buyursun.

اَللهُ أَكْبَرُ كَبِيراً وَالْحَمْدُ للهِ كَثِيراً، فَسُبْحَانَ اللهِ بُكْرَةً وَأَصِيلاً.

اَلْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ. وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا ومَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِين.

لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ، سُبْحَانَ اللهِ رَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، اَلْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ، أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالْعِصْمَةَ مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلَامَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ، لَا تَدَعْ لِي ذَنْبًا إِلَّا غَفَرْتَهُ وَلَا هَمًّا إِلَّا فَرَّجْتَهُ وَلَا حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًا إِلَّا قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ.  اَللّهُمَّ كَاشِـفَ الْغَمِّ مُفَرِّجَ الْهَمِّ مُجِيبَ دَعْوَةِ الْمُضْطَرِّينَ إِذَا دَعَوْكَ رَحْمانَ الدُّنْيَا وَاْلاخِرَةِ وَرَحِيمَهُمَا فَارْحَمْنِي فِي حَاجَتِي هذِهِ بِقَضَائِهَا وَنَجَاحِهَا رَحْمَةً تُغْنِينِي بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ. اَللّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيّـِكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ، يَا مُحَمَّدُ إِنِّي أَتَوَجَّهُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى لِي، اَللّهُمَّ فَشَفّـِعْهُ فِيَّ.

اَللَّـهُمَّ يَا قَاضِيَ الْحَاجَاتِ وَيَا دَافِعَ البَليَّاتِ اِقْضِ حَوَائِجَنَا كُلَّهَا يَا أَرْحَمَ الرَاحِمِين.

اَللَّـهُمَّ أَجِرْناَ وخَلِّصْنَا وَنَجِّنَا مِنَ الْوَبَاءِ وَالْبَلاَءِ وَمِنْ سَيِّءِ الْأَمْرَاضِ وَالْأَسْقَامِ (لَا سِيَّمَا فِيرُوسِ كُورُونَا).

بِسْمِ اللهِ، (أَعُوذُ بِعِزَّةِ اللهِ وَقُدْرَتِهِ مِنْ شَرِّ مَا أَجِدُ وَأُحَاذِرُ) مِنْ وَجَعي هٰذَا.

اَللَّـهُمَّ رَبَّ النَّاسِ، مُذْهِبَ الْبَأْسِ، اِشْفِ أَنْتَ الشَّافِي لَا شَافِيَ إِلَّا اَنْتَ شِفَاءً لَا يُغَادِرُ سَقَمًا.

بِسْمِ اللهِ، بِسْمِ اللهِ، بِسْمِ اللهِ، بِسْمِ اللهِ أَرْقِيكَ، اللهُ يَشْفِيكَ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ يُؤْذِيكَ بِسْمِ اللهِ أَرْقِيكَ، اللهُ يَشْفِيكَ مِنْ كُلِّ دَاءٍ فِيكَ.

اَللَّـهُمَّ عَافِنَا فِي اَبْدَانِنَا، اَللَّـهُمَّ عَافِنَا فِي اَسْمَاعِنَا، اَللَّـهُمَّ عَافِنَا فِي اَبْصَارِنَا، اَللَّـهُمَّ عَافِنَا فِي كُلِّ أَعْضَائِنَا وَجَوَارِحِنَا وَلَطَائِفِنَا وَحَوَاسِّنَا الظَّاهِرَةِ وَالْبَاطِنَةِ، لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ.

Büyük Allah’tır, her türlü hamd ü senâ O Yüceler Yücesi’nin hakkıdır ve sabah-akşam tesbîh ile anılmaya layık yalnız O’dur.

Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a sonsuz hamd ve şükür, Kâinatın Medar-ı Fahri Efendimiz (aleyhisselam)’a, âline ve ashabına da nihayetsiz salât ü selam olsun.

Hüznümü ve kederimi başkasına değil, yalnızca sana şikâyet ediyorum. Rabbim! Yegâne ilah Sensin, Senden başka hakiki ma’bud yoktur. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Allah’ım! Ya Rab! Bana ciddî bir zarar dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin.

Bir kere daha ikrar ediyorum ki, Halîm ü Kerîm Allah’tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azîm’in Rabbi Allah’ı tesbih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Rabbim, Senden, rahmetinin gereklerini, merhametini celbedecek vesileleri, gerçekleşmesi muhakkak olan mağfiretini, günahtan korunmayı, her türlü iyiliği kazanmayı, her türlü günahtan da selâmette olmayı istiyorum. Bende bağışlamadığın hiçbir günah, gidermediğin hiçbir keder, Senin rızana muvafık olup da karşılamadığın hiçbir ihtiyaç bırakma ya Erhamerrâhimîn.

Allah’ım, Sen kullarının ihtilaf ettikleri şeylerde hüküm verirsin. “Yüce ve Azim Allah’tan başka ilah yoktur. Halîm ve Kerîm Allah yegâne ilahtır.” hakikatini tasdik ederek sana yöneliyorum. Yedi semanın ve Arş-ı Azîm’in Rabbi Allah’ım, Seni tesbih ve eksik sıfatlardan tenzih ederim. “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” imanıyla Sana hamd ü senada bulunuyorum. Ey kederleri gideren, tasaları kaldıran, dua ettiklerinde çaresizlerin duasına icabet eden Allah’ım.. ey dünya ve ahiretin Rahman ve Rahîm’i! Şu ihtiyacımın giderilmesi ve tamamlanması hususunda -başkalarının merhametinden müstağni kılacak bir şekilde- bana merhamet et. Allah’ım Sen’den diliyor ve dileniyorum, Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed’i vesile edinerek Sana teveccüh ediyorum. Ya Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm), ey efendim, şu hacetimin yerine getirilmesi için seni vesile yaparak Rabbime yöneliyorum. Allahım, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’i hakkımda şefaatçi eyle.

Ey ihtiyaç ve hâcetleri gideren Rabbimiz, bizim bütün ihtiyaçlarımızı gider; ey belâları def’ u ref’ eden Sultanımız, başımıza gelmesi muhtemel bütün belâları def’ eyle; ey Erhamerrâhimîn.

Allah’ım, vebadan, her türlü beladan, her çeşit rahatsızlık, hastalık ve derdin kötülüklerinden, özellikle şu anda maruz kalınan Corona Salgını’ndan bizi koru, kurtar, halâsa erdir!

Bismillah!.. Hissettiğim ve hissedeceğim ağrının, beni inletmesi muhtemel acıların şerrinden, Allah’ın izzet ve kudretine sığınırım.

Ey bütün insanların Rabbi, ey acı ve ızdırapları gideren Allah’ım! Bu hastalığa da şifa ver. Şifa veren ancak Sensin; Senden başka Şâfi yoktur. Öyle bir şifa lütfet ki, hastalıktan hiçbir iz bırakmayacak şekilde olsun.

Bismillah!.. Bismillah!.. Bismillah!.. Sana eziyet veren her şeyden, her canlının şerrinden Allah’ın ismiyle sana okur üflerim, dilerim Allah sana şifâ verir. Allah’ın ismiyle sana okur üflerim, dilerim Allah sana her türlü derde karşı şifâ verir.

Allah’ım, bedenimize afiyet ver. Allah’ım, kulaklarıma afiyet ver. Allah’ım, gözlerimize afiyet ver. Allah’ım bütün uzuvlarımıza, organlarımıza, manevi melekelerimize, zahir-batın bütün duygularımıza afiyet ver. Bütün bunlara ancak Sen muktedirsin, Senden başka ilah yoktur.

Garûr Şeytan’ın Allah’la aldatması

Garûr Şeytan’ın Allah’la aldatması

Fethullah Gülen Hocaefendi, şu ayet-i kerimelerin hatırlattıklarını anlatıyor:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللَّهِ الْغَرُورُ
“Ey insanlar! Allah’ın va’di elbette gerçektir, öyleyse sakın dünya hayatı sizi aldatmasın; o çok hilekâr şeytan da sizi Allah’la (O’nun kerem ve merhametini ileri sürerek) aldatmasın.” (Fâtır, 35/5)

إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوّاً إِنَّمَا يَدْعُو حِزْبَهُ لِيَكُونُوا مِنْ أَصْحَابِ السَّعِيرِ
“Şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman kabul edin! O kendi taraftarlarını, cehennemlik olmaya dâvet eder.” (Fâtır, 35/6)

نَبِّئْ عِبَادِي أَنِّي أَنَا الْغَفُورُ الرَّحِيمُ وَ أَنَّ عَذَابِي هُوَ الْعَذَابُ اْلأَلِيمَ
“Kullarıma haber ver ki (günahları örten) gafur, (ihsanı bol) rahîm Ben’im.Bununla beraber azabım da elîm mi elîm!” (Hicr, 15/49-50)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gece uzun olsa da güneş doğacak, ışık gelip karanlığı boğacak!..

Fethullah Gülen Hoacefendi, çay faslına, hiciv edebiyatının temsilcilerinden olan Şair Eşref’in şu sözleriyle başladı:

Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm,
Ezildim bâr-ı gam altında, bin türlü ezâ gördüm.
Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm,
Vücudum âlem-i sıhhatte bir bîmâra dönmüştür.

  • Olumsuz şeylerin resmedilmesi, yitirdiğimiz değerlerin mahrumiyetini yaşadığımızı ve kuyu dibinde bulunduğumuzu anlatma açısından önemlidir. Evet, kayıplarımızı gösterme adına yaraya neşter vurulmalıdır ama neşter saplanıp öylece bırakılmamalıdır.
  • İnsanlardaki ümit ve reca duygusu sürekli tetiklenmeli; kayaların sırtında bile bir kısım rüşeymlerin meydana gelebileceği mülahazası uyarılmalıdır.
  • Bir taraftan realiteler gösterilmeli, diğer yandan ümit duygusu coşturulmalı. Merhum Mehmet Akif, bir taraftan,

    Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile;
    Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile!
    Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir,
    Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!

    der, mevcut şartları ortaya koyar. Diğer taraftan da şu sözlerle ye’se kapılmamak gerektiğini ifade edip ümit salıklar:
    Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
    Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
    Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
    Me'yûs olan rûhunu, vicdânını bağlar
    ...
    'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur!' deme, yılma.
    Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.
  • Şair Eşref’in şu sözü de bir yönüyle yeis diğer bir yönüyle de recanın sesi soluğu gibidir:

    Bozulmuştur düzelmez gelse de Mehdî;
    Bu mülkün emr-i ıslahı Cenâb-ı Hakk’a kalmıştır.

  • Yeryüzünün umumî bunalımlarına inzimam eden içteki krizler, Sultan 3. Mustafa’yı ızdırapla inlemeye mecbur etmiş:

    Yıkılıpdur bu cihan sanma ki bizde düzele,
    Devleti çarh-ı denî verdi kamu müptezele,
    Şimdi ebvâb-ı saadette gezen hep hezele,
    İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele!..

    (Bütün cihan yıkılırken, bizim ülkemizin düzeleceğini mi zannediyorsun? Ne yazık ki, talihsizlikler çarkı, ülkenin kaderini haysiyetsizlerin ellerine düşürdü. Baksana, milletin bel bağladığı ve hak aradığı dairelerin kapılarında bile şaklabanlar gezmekte. Hal böyle olunca, kalmış kurtuluş ümidimiz sadece Rahmeti Sonsuz’un merhametine!..)
  • Mehmet Akif’in

    Virânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
    Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.
    Gül devrini bilseydim onun bülbülü olurdum;
    Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?

    sözleri bir açıdan önemli bir hasret ve hicranı ifade ediyor. Fakat, bulunduğumuz dönemleri birer gül devrine çevirme vazifesiyle karşı karşıya bulunduğumuz da unutulmamalı!..
  • İşini Allah’a havale eden ve O’nu vekil edinen, her türlü zorluğun üstesinden gelebilir: Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

    وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَىٰ بِاللَّهِ وَكِيلًا
    “Sadece Allah'a dayanıp güven! Vekil olarak Allah yeter.” (Ahzâb, 33/3)

  • Kavminin kendisinden yüz çevirmesi karşısında Seyyidinâ Hazreti İbrahim ve ona inananlar Allah’a dayanmışlardı. Onlar öncelikle,

    إِنَّا بُرَآَءُ مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ
    “Sizden ve Allah’ı bırakıp tapageldiğiniz şeylerden biz fersah fersah uzağız.” (Mümtehine Sûresi, 60/4)

    diyerek, kâfirlere karşı dimdik bir duruş sergilemiş ve âdeta bütün tehditlere meydan okumuşlardı. Aynı zamanda onlar, bu ifadeleriyle, Allah’tan başka tapılan şeylerin bir kıymet-i harbiyelerinin olmadığını, kendilerine atfedilen değeri hak etmediklerini ve herhangi bir teveccühe de asla layık olmadıklarını ilan etmişlerdi. Daha sonra ise nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin tecellisini talep suretiyle şöyle demişlerdi:

    رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
    “Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz, bizi kâfirlerin imtihanına (baskı, zulüm ve işkencelerine) mâruz bırakma, affet bizi; şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’sin.” (Mümtehine Sûresi, 60/4-5)

  • İslam’ın gurbetini ve ümmetin garipliğini vicdanında duyan muzdarip şair Mehmet Akif, “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi”nde şu yanık nağmeleriyle Cenâb-ı Hakk’ın dergahına yönelmiş; karanlığı göstermekle beraber bir ışık kaynağına da dikkat çekmiştir:

    Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
    Aylar bize hep Muharrem oldu!
    Akşam ne güneşli bir geceydi...
    Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!
    Âlem bugün üç yüz elli milyon
    Mazlûma yaman bir âlem oldu:
    Çiğnendi harîm-i pâki şer’in;
    Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
    Beyninde öten çanın sesinden
    Binlerce minâre ebkem oldu
    Allah için, ey Nebiyy-i ma’sum,
    İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
    Ümmeti bırakma böyle mazlum.

  • Kırık Mızrap’tan bir dörtlük:

    Nasıl olsa bir gün güneş doğacak;
    Çevreye yeniden nûrlar yağacak;
    Dağ-dere, ova-oba bucak bucak,
    Işık gelip karanlığı boğacak...

  • Bize düşen vazife; her şeyden önce kendimize bakıp kendimizi düzeltmeye çalışmamızdır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır.

    يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
    “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide sûresi, 5/105)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gelecek nesilleri de düşünen engin vicdan

  • Mefkûre insanı, bir taraftan Allah’ın rızasını kazanma, diğer taraftan da gaye-i hayalini gerçekleştirme uğrunda çalışırken meseleleri sadece kendi dönemine bağlı götürmemelidir. Her şey bizimle başlamış ve bizimle bitecek değildir. Bu itibarla da dava adamı hep on, yirmi, hatta yüz sene sonra gelmesi muhtemel bir altın nesil için planlar yapmalı ve atacağı adımlarda onları da hesaba katmalıdır.
  • Günübirlikçilik ile geleceğe ait problemlerin üstesinden gelinemeyeceği gibi günümüzdeki problemleri aşmak da mümkün değildir.
  • 20. asırda bir kısım “izm”lerin kendi sistemlerini insanlara kabul ettirmek adına başvurdukları kaba kuvvet, dayatma ve baskıların nasıl bir netice ile sonuçlandığı herkesin malumudur. Bu uğurda, bir ülkede kırk-elli milyon insan öldürülmüş ve sistem âdeta o öldürülen insanların kafatasları üzerine kurulmaya çalışılmıştır. Ancak bu zulüm, baskı ve kaba kuvvet, geride sadece kin ve nefret bırakmıştır. O kadar şiddet, dehşet ve baskıya rağmen aradan daha yüz sene geçmeden, kurulmak istenen o sistem de çözülüp dağılmaya mahkûm olmuştur.
  • Kur’an, geçmişlerimize dua etmemizi tavsiye buyurarak bizde onları hayırla anma duygusunu uyarır. Bu cümleden olarak bir ayet-i kerimede şöyle denilir: “Onlardan sonra gelenler (başta muhacirler olarak, kıyamete kadar gelecek mü’minler), ‘Ey kerim Rabb’imiz! Bizi ve bizden önceki mü’min kardeşlerimizi affeyle! İçimizde mü’minlere karşı hiçbir kin ve gıll u gış bırakma! Duamızı kabul buyur ya Rabbenâ, çünkü Sen raufsun, rahîmsin!’ derler.” (Haşr, 59/10) Aslında, bu ayet bizim için de bir yol haritası belirlemekte ve bize adeta “Sizden sonrakilere sizi hayırla yâd ettirecek bir hayat ve kalıcı eserler ortaya koyun!” mesajı da vermektedir.
  • Ecdadımız tarihin hiçbir faslında kimsenin diline ve dinine karışmamış; kimsenin iktisadî, idarî, siyasî, kültürel hayatına müdahale etmemiş ve kimseye kendi dillerini, değerlerini dayatmamıştır. Bazen “Keşke gittikleri yerlerde dinimizi telkin etselerdi ve dilimizi öğretselerdi!” diye aklımdan geçmiyor değil. Fakat histen sıyrılıp mantıkla günümüze bakınca “Elhamdulillah, onlardan Allah ebeden razı olsun. Dilimiz, dinimiz, kültürümüz, ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen usareler başımızın tacı. Fakat bugün hicapla başımızı eğmiyoruz. Baskı yapmamışız.. kimseye değerlerimizi dayatmamışız.” diyorum.
  • İttihatçıların üç büyüklerinden birinin kaba kuvvete başvurması ve yerli halka işkence etmesi Lawrence’lerin rahat gezip dolaşmasına imkan hazırlamıştır. Zaten son dönemde Avrupa’dan medet isteme meselesi bizde huzuru kaçan bazı kimselerin onlara müracaatı sonucu olmuştur. Biz bütün tebaaya karşı adalet-i mahza ile, tam bir adaletle muamele etseydik ve hep insanca davransaydık, hiçbir problem olmayacaktı.
  • Sulh hayırlı bir hadisedir; o yolda yürümek lazım. Kucaklamak, herkese şefkat bağrını açmak ve hep tekrar edegeldiğimiz şu esasa uygun yaşamak lazım: Gönlünüzde herkesin oturabileceği bir sandalye bulunmalı.. ve insanlar sizin gönlünüze girdiği zaman, hiç kimse ayakta kalma endişesine kapılmayacak ölçüde engin bir vicdanla karşılaşmalı.
  • “Allah insanlara zulmetmez, insanlar bir mazlumiyete maruz kalmışlarsa kendileri kendilerine etmişlerdir.” (Yunus, 10/44) İşin doğrusu; biz kendimize ettik, nefret-kin yoluna gittik!..

Gurub ediyor bir bir bütün eşyâ, bu açık,
Gariptir bizler kendimizi ebedî sandık;
Bu fânî dünya güzelliklerine aldandık,
Eyvah ki bu bazicede bizler yine yandık.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Görüntü ve gürültü adamı değil gönül insanı olmalı!..

  • Yalan ve gösteriş gürültülü, hakikat ve samimiyet sessizdir. Yıldırımlar gök gürültüsünden evvel hedeflerine varırlar.
  • Ses öncelikli yaşayan insanlar, yani seslerini aksiyonlarının önüne geçiren kimseler çok defa kendi işlerinin başkalarının çelmelerine takılmasına sebebiyet vermiş olurlar.
  • Kur’an-ı Kerim’de, Ashab-ı Kehf anlatılırken “telattuf” ve -Hazreti Üstad’ın ifadesiyle- “sırran tenevveret” düsturları nazara verilmektedir. Lütûfkâr ve latîfane hareket etme esasına bağlı bu düsturlar, hareketlerini Kur’ân’a uydurmak durumunda olanlar için vazgeçilemez birer umdedir. Latîf, Esma-i Hüsnâ’dandır; yani Cenâb-ı Hakk’ın yüce isimlerinden biridir ve Kur’ân’da da zikredilmektedir. Allah, Latîf’tir. O, lütûflarını insanların içine, onlara hiç hissettirmeden akıtıverir. İnsanlar hissetmezler; ama, onları İlâhî esintiler sessiz sessiz sarıverir. Bazen çok cüz’î bir hâdiseyle, içinizin aydınlandığını görürsünüz; halbuki tenasüb-ü illiyet prensibiyle mes’eleye baksanız, yaptığınız o cüz’î şeyle elde ettiğiniz büyük lütûf arasında bir münasebet kuramazsınız. Bir diğer zaviyeden Latîf ismi, İlâhî tecellilerin, akdes feyizlerin bilmediğimiz bir noktadan gelip, bizim ruhumuzu sarması demektir. Böylece insan îman adına birden bire bir inşirah ve inbisat hissetmeye başlar. Artık, îman onun için en zevkli bir keyfiyet, küfür ise, yılan ve çıyanın kucağına düşmek gibi en kerih ve çirkin bir duygu haline gelir. İşte, bu manâda telattuf, yapılan hizmetlerin hiç kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde, gürültü ve görüntüden uzak bir keyfiyette ortaya konulmasıdır. Işıkla, nurla da olsa hiç kimseyi rahatsız etmemek, hazımsızlığa itmemek ve husumete sevk etmemek hedef olmalıdır.
  • İyi bir mü’min, içte ve Rabbi ile münasebetinde olabildiğine derin, fakat dış görünüşü itibarıyla mukassî olmak suretiyle hasımlarının kin, nefret ve gayz duygularıyla homurdanmalarına, dostlarının da hased hisleriyle oturup kalkmalarına mani olabilir. Haddizatında, derin olup sığ görünmek mü’minlik emaresi olduğu gibi, sathiliğine rağmen gizli enginliklere sahipmiş gibi davranmak da bir nifak alâmetidir.
  • İbrahim Hakkı Hazretleri oğlu üzerinden hepimize nasihat sadedinde der ki:

    Hakkı gel sırrını eyleme zâhir,
    Olayım der isen bu yolda mâhir;
    Harâbat ehline hor bakma Şâkir
    Defineye mâlik vîrâneler var.

  • Bir ayet-i kerimede Hazreti İbrahim’in şöyle dua ettiği anlatılır:

    وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي اْلآخِرِينَ
    “Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle!” (Şuarâ Sûresi, 26/84)

    Hazreti İbrahim’in bu duası kabul olmuştur; nitekim o, Müslümanlar (hatta Hristiyan ve Yahudiler) nezdinde hep bir yâd-ı cemîl olarak anılmakta ve dualarla yâd edilmektedir. Siz Allah rızasını gözeterek hizmet edin gidin, “Balık bilmezse Hâlık bilir” hakikati sizin için de cereyan edecek ve siz de yâd-ı cemil olacaksınız.
  • Şöhret ü şan, nam u nişan ve parmakla gösterilme arzusunun debisi öyle güçlüdür ki insan bir kere kendini ona kaptırdı mı bir daha kenara çıkmaya imkan bulamaz.
  • Şair ne güzel söyler: “Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyecek hâke nebat / Mütevazı olanı rahmet-i Rahman büyütür.” Yani, tohum toprağın bağrına düşüp kendisini çürümeye salmayınca, başağa yürüyemez. Başağa yürümenin yolu, toprağın altında ezilmekten, topraklaşmaktan ve şahsı itibarıyla orada yok olmaktan geçer. Evet, tohum yok olmalıdır ki, yokluktan fışkırarak ikinci bir varlığa yürüyebilsin. İşte içtimaî hayatta hangi makamda bulunursa bulunsun, herkes kendisine böyle bakmalı; tevazu ve mahviyet esaslarına göre yaşamaya çalışmalıdır.
  • Üç asırdan beri yere konmuş bulunan boyunduruk, gösteriş ve gürültü ile değil ancak adanmışlık ve samimiyetle kaldırılabilir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.