Tebliğ vazifesi ve Allah’ın koruması
Soru: Peygamber Efendimiz'e tebliğ emri verilen ayeti kerimede Allah'ın korumasından da bahsediliyor. Bu ayeti nasıl anlamalıyız?
Cevap: Ayetin meâli şöyledir: "Ey Peygamber! Rabb'inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri muradlarına erdirmez." (Mâide, 5/67)
Tebliğ pek ağır bir sorumluluktur
Her şeyden önce, tebliğ vazifesi çok ciddî bir mesuliyet ve pek ağır bir sorumluluktur. Denebilir ki, peygamberlik pâyesine yükseltilmiş ve o pâyeye uygun bir donanımla yaratılmış bir insanın varlığının gayesi tebliğdir. Bu açıdan, bir peygamber “Ben başka işler de yapayım, bu arada risalet vazifesini de yerine getireyim.” demez/diyemez. Cenâb-ı Hak, bir insana iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, güzel örnek olma, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik, ihlâs, çok aşkın bir tebliğ kabiliyeti gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiş, sonra da onu peygamberlikle şereflendirmişse, bu özel bir vazife için donanmış olmayı ve o peygamberin hususiyle o iş için yaratıldığını gösterir. Her peygamber bu özel donanımın farkında olarak yaşamıştır. Belki başlangıçta az da olsa, kuşku, endişe, korku ve telaş hissi duymuşlardır. Fakat işin içine girince artık görmüşlerdir ki, -tabiri caizse- bu işten kurtulma, bir kenara çekilme imkânı yoktur. Onlar için mecburî istikamet, risalet yolunda yürümektir.
İşte âyet-i kerimede “Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun.” Yani, “Senin konumun risalet konumudur. Peygamberlikle alâkalı hususların gereğini tam edâ etmediğin takdirde konumunun hakkını vermemiş olursun.” deniliyor. Âyeti böyle anlamazsak, hâşâ Kur’ân’ın kelimelerinde haşiv (lüzumsuz ve fazlalık söz) var zannederiz. Her ne kadar meâl verirken meseleyi belli kısaltma ve tasarruflarla ifade ediyorsak da âyetten asıl anlaşılması gereken “Eğer tebliğ vazifesinde bulunmazsan, tebliğini yapmamış olursun.” demek değildir; “Tebliğ vazifesinin bütün gereklerini yerine getirmezsen, konumunun hakkını, peygamberlikle donanmış olmanın hakkını vermemiş olursun.” demektir. Yani, “Sen bazı endişelerden tam tecerrüd etme ve bazı şeylere de im’an-ı nazarda bulunma konumundasın. Öyleyse, “Rabb’inin yüce adını zikret, fânilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız ona yönel.” (Müzzemmil, 73/8). Bu, “Seçimini her şeyi terk etmeye ve sadece Allah’a yönelmeye bağla” demektir.
Vazife mahallinin şartları
Bütün peygamberler gibi Resûl-i Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) da konumunun farkındadır. Farkındadır; ama vazife mahalli olan dünya pek müthiştir. İçinde yaşadığı toplumda ahlâk öyle bozulmuş, çirkin huylar öyle yerleşmiş, kötü tavır ve davranışlar öyle tabiat ve âdet haline gelmiştir ki, Üstad’ın tabiriyle, bu menfîlikler o toplum fertlerinin kan ve damarlarına işlemiştir. Hz. Bediüzzaman, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) büyüklüğünü meydan okurcasına nazara verdiği bir yerde şöyle der, “Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Hâlbuki, bak; bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer filozofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?”
İşte o devrin alışkanlıkları sigara tiryakiliği gibi de değildi. O insanların hepsi belli kötülüklerin morfinmanı, eroinmanı, alkoliği gibi olmuşlardı. Hastalık, ayrıldıkları zaman muvazeneleri bozulacak kadar bütün bünyelerini sarmıştı. Hani uyuşturucu müptelası insanları tutuyorlar; ellerini ayaklarını bağlıyorlar; o da başlıyor çığlıklar atmaya, yırtınmaya, dövünmeye... O devirde her fert öyleydi. Alışageldikleri çirkinliklerden ayrılmak onları deli ediyordu. Allah Teâlâ, böyle bir ortamda bulunan Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) “Sen her şeye rağmen, sana sunulan mesajları tebliğ et.” diyordu. “Bu senin konumunun gereği... Her konum kendine göre bir duruş ister. Duruşunu çok iyi ayarlayamazsan, seni o yüce konumdan mahrum ederiz.” mesajı veriyordu.
Diğer taraftan, getirdiği mesajlardan dolayı kendi kavmi, kabilesi ve en yakın akrabası bile Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman olmuştu. Mesela, Resûl-i Ekrem küçük yaşlarında Ebû Leheb’in evine gitmiş, hem Ebû Leheb hem de eşi Ümmü Cemil, Efendimizi kucaklarına almış, sevmiş, omuzlarına koymuş, cariyeleri Süveybe’den süt emzirtmişlerdi. Fakat peygamberliğini ilan ettiği zaman Ebû Leheb ve eşi “eleddi hisam (en azgın düşmanlar)”dan olmuşlardı. Fert planında böyle olduğu gibi, kabile ve ülke planında da Efendimizin etrafı düşmanlarla çevrilmişti. Dünyanın en güçlü devletleri bile meseleyi sezdikçe o işin karşısına çıkmışlardı. Çok erken bir dönemde, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) daha hayattayken, Bizans ordusu Medine’nin kapılarına kadar gelmişti.
Evet, içten ve dıştan mütedahil daireler halinde, çok korkunç düşman halkaları vardı onun etrafında. Bunların hepsinin stratejileri farklı, düşmanlıkları farklı, komploları farklıydı. Bir yerde Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek başına taş atıyorlar, bir yerde yemeğine zehir koyuyorlar, bir başka yerde kılıçları onu öldürmek için biliyorlar, akla hayale gelmeyecek komplo ve suikastlar hazırlıyorlardı. İşte, etrafı düşmanlar ve düşmanlıklarla çevrilmiş bir insan için asıl kaynağından bir teminat yerinde olacaktı. “O, teminata ihtiyaç duyuyordu.” demedim, bunu özellikle ve kasden söylemedim. “Böyle bir teminat zaruretti.” de demedim. Çünkü Efendimizin mübarek yapısı bunları aşmaya müsaitti. Allah’ın izin ve inayetiyle, Allah’a (celle celâluhû) tevekkül ve teslimiyetiyle o bütün menfîlikleri aşabilirdi. Fakat Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) bir iltifat ve tesliye olarak “Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır.” (Maide, 5/67) buyurulmuştu.
Ve âyetin müjdesi
Bu âyet müjde ediyordu ki, “Sen vazifeni yap, başkaları endişe duyabilirler, ama sen endişe etmemelisin. Allah’ın, seni koruyacağına dair vaadi var. Sana el uzatmak, kötülük yapmak isteyenlere karşı Allah bütün yolları tıkar. Sana ulaşamaz düşmanların. Sana kötülük niyetiyle gelenler düz yollarda şaşırırlar. Allah seni ins u cinnin şerlerinden koruyacaktır.” Evet, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) zaten tevekkül içindeydi. Onun teslimiyeti tamdı. Hatta o tefviz ufkunda dolaşıyordu. Cenâb-ı Hak sika adına ona, “Sen esbâbın bütün bütün geçersiz kaldığı yerde bile Rabb’inin seni yalnız bırakmayacağı mülâhazasına sımsıkı sarıl” dedi ve onda sika duygusunu tetikledi. Ve “sika kahramanı” olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu âyetin nüzulünden sonra, daha önce geceleri çadırını bekleyen sahabe efendilerimizi dahi aramaz oldu.
Rabb’ine karşı itimat ve güveni o kadar tamdı ki… Hicret sırasında mağaradan çıkıp Medine tarafına gittikleri vakit, Kureyş’in reisleri, mühim bir ücret mukabilinde, Sürâka isminde gayet cesur bir adamı göndermişler; takip edip Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) ve yanındakileri öldürmeye çalışmasını istemişlerdi. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ebû Bekr-i Sıddık ile beraber mağaradan çıkıp giderken Sürâka’nın geldiğini görmüşlerdi. Hz. Ebû Bekir, Peygamberimize (sallallahu aleyhi ve sellem) zarar gelmesinden endişe etmişti. İşte o anda Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm mağarada, kendisini takip edenler girişe kadar gelip az eğilseler görebilecek kadar yaklaştıkları anda dediği gibi, “Tasalanma! Allah, bizimle beraberdir’ ” (Tevbe, 9/40) demişti. Sürâka’ya bir bakmış; o anda Sürâka’nın atının ayakları yere saplanıp kalmıştı. Sürâka, tekrar kurtulmuş, yine takip etmiş; ama atının ayakları yine saplanmış ve saplandığı yerden de duman gibi bir şey çıkmaya başlamıştı. O vakit anlamıştı ki, ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin. “El-aman!” demiş; Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm da aman vermiş ve “Git, öyle bir şey yap ki başkası bizi takip etmesin” demişti:
Efendimiz (sas) ve peygamberlik davasının vârisleri
Aslında Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında gösterdiği her şey, kıyamete kadar dava-yı nübüvvetin vârisleri için de birer örnek ve daima müracaat edilecek bir misaldir. Kur’ân-ı Kerim’de diğer enbiya-i izamın hayatlarından değişik tablolar birer örnek olarak gösterilmiştir. Meselâ, Mümtehine Sûresi’nin dördüncü âyetinde meâlen şöyle denilmektedir: “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani onlar hemşehrilerine şöyle demişlerdi: ‘Bizim, ne sizinle, ne de Allah’tan (celle celâluhû) başka ibadet ettiğiniz şeriklerinizle hiçbir ilişiğimiz kalmamıştır. Siz Allah’ın (celle celâluhû) tek İlâh olduğuna inanmadıkça, biz sizi reddediyor, bizimle sizin aranızda ebedî olarak düşmanlık ve nefret meydana geldiğini ilan ediyoruz’ Ne var ki İbrahim’in babasına ‘Senin için Rabb’imden mağfiret dileyeceğim. Bununla beraber, Allah’ın senin hakkında dilediği hiçbir şeyi önlemem mümkün değildir’ demesi başka. Onun ve beraberinde olanların duası şudur: ‘Ey Yüce Rabb’imiz, yalnız sana güvenip dayandık, sana yöneldik ve sonunda da senin huzuruna varacağız!’ ” (Mümtehine, 60/4) Hz. İbrahim ve ashabının hali, Ashab-ı Kehf’inki gibi bir baş kaldırma, küfre karşı bir tavır ortaya koymadır. Daha pek çok âyette bu türden örnekler vardır ve onlar sayesinde mü’minlere belli yol işaretleri gösterilmektedir.
Fakat o peygamberlerin sergüzeşt-i hayatlarını isabetli anlayabilmek ve onları doğru değerlendirebilmek için Hakikat-ı Ahmediye çok iyi bilinmelidir. Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) temsili “gez-göz-arpacık” gibi kabul edilip meseleye o zaviyeden bakılmazsa diğer peygamberlerin hayatları vesilesiyle verilen örnekler de doğru anlaşılamaz. Mesela, Hz. Musa’nın kaçması çok farklı yorumlanabilir. Fakat Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun mübarek temsili “gez-göz-arpacık” gibi kullanılır ve ancak bir hicret penceresinden o kaçışa bakılırsa mesele doğru anlaşılır. Seyyidinâ Hz. Davûd’u doğru yorumlama da, Seyyidinâ Hz. Mesih’i yanlışsız okuma da o sayede olur.
Öyleyse bizim için Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Salih (aleyhimüsselâm) efendilerimizin hayatında çok önemli dersler vardır. Fakat bizim, bu derslerin âdeta bir dantela gibi işlenmiş olmasını, ruhumuz, vicdanımız, hissimiz, bütün zâhir ve bâtın lâtifelerimizle kabul etmemiz ve onları doğru değerlendirmemiz Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) kaneviçesini bir model olarak kullanmamıza bağlıdır. Bu açıdan bizim için, isterseniz eski mantıkçıların sözüyle diyeyim, evvelen ve bizzat, birinci dereceden örnek, muktedâ bih ve rehber-i ekmel Hz. Muhammed’dir. Ondan sonra diğer peygamberlerden de dersimizi alırız; ama onun vasıtasıyla alırız. Yani, aramızda o vardır. Onun yorumuna, onun seslendirmesine göre onları değerlendirir ve onlardan istifade ederiz.
Evet, sözü tekrar esas mevzumuza getirecek olursak, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bizim için bir örnektir. Tebliğ vazifesini yaparken Allah’ın korumasına mazhar olması yönüyle de bizim için bir misaldir. Eğer biz de kendimizi bazı kimselere bir şeyler anlatma konumunda hissediyorsak, belli ölçüde de olsa bize verilmiş bir kısım nimetlerin farkındaysak, işte bu farkındalığın hakkını vermemiz lâzımdır. Mesela, siz güzel konuşuyorsunuz. Yani, maksadınızı din-i mübini seslendirme adına çok rahatlıkla ifade edebiliyorsunuz. Bir arkadaşınız da kalemi eline aldığı zaman, makâsıd-ı ilâhîyeye uygun şekilde, duygu ve düşüncelerini kelimelere dökebiliyor; çok rahatlıkla yazabiliyor ve hüsn-ü kabul de görüyor yazdıkları. Şimdi bunlar birer ilk mevhibedir. İlk mevhibeler, Allah’ın lütfu ve ihsanıdır. Bu ilk mevhibeler kendi nev’inden şükür ister; bu şükür de anlatma, yazma, ifade etme ve böylece nimetleri sergileme şeklinde olacaktır. Ve dolayısıyla şöyle böyle donanımınız varsa, o donanımınızla siz de kendi konumunuzun hakkını vermeye çalışıyorsanız, sizin de bazı kimselerden kötülük görmeniz her zaman mümkün ve muhtemeldir.
İşte, Üstad’ın “Kardeşlerim, biz inayet altındayız; Allah’ın izni ve keremiyle onların elleri bize ulaşamayacaktır” dediği gibi, siz vazifenizi hâlisâne yapmaya çalışırsanız Allah (celle celâluhû) sizi de eşrârın şerrinden, kötü niyetlilerin entrikalarından siyanet edecektir. Bu koruma vaadi, Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) “sika”ya ulaştıran bir iltifat olarak telakki edilmesine karşılık, bizim için tam bir teselli kaynağıdır, çünkü bizim ona ihtiyacımız var. Biz öyle bir teselli ve koruma sözüne muhtacız. Ne ölçüde muhtacız? Tam tevekkülü elde etme, teslimiyete ulaşma adına muhtacız. Çünkü biz zayıfız. Donanımımız, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) katlandığı o büyük sıkıntılara, dert ve çilelere katlanmaya müsait değil.
Bakın o hususî donanımlı “İnsanlığın İftihar Tablosu”na... Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden, tâ onun yanına kadar gelerek, elinde kılıç, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma, “Şimdi seni elimden kim kurtaracak?” diyor. Âdeta kâinatı ihtizaza getiren bir ses duyuluyor: “Allah!...” Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem), cesareti ve mehîb sesi karşısında Gavres, iki omzu ortasına gaibden bir darbe yemiş gibi kılıç elinden düşüyor, yere yuvarlanıyor. Allah Resûlü, kılıcı eline alıyor ve “Ya şimdi seni benden kim kurtaracak?” diyor. Ama onu cezalandırmıyor, affediyor. O adam kabilesinin yanına gidince herkes hayrette kalıyor. “Ne oldu sana? Niçin bir şey yapamadın?” diyorlar. O şöyle cevap veriyor: “Ben şimdi insanların en hayırlısının yanından geliyorum” Evet, bir insanın güçlü olduğu zaman affedici olması çok mühimdir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) güçlü olduğu anın hakkını da veriyor. Elinde güç ve güce ait imkânlar olmadığı zaman da “Asıl Güç Kaynağı”na dayanıyor. Hemen “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” cephanesini harekete geçiriyor.
İşte bu hâdise de gösteriyor ki, onda tevekkülün çok çok üstünde bir sika ufku vardı ve söz konusu âyet onun için sika ufkunda bir beyandı. Ama onu, bizim için tevekküle bir çağrı sayabilirsiniz. “Allah’a tevekkül edin, korkmayın. Allah kefil olarak size yeter. Yardımcı arıyorsanız Allah size yeter. Dost isterseniz Allah yeter” demektir. Evet, biz de Allah’ın (celle celâluhû) ihsan ettiği ilk mevhibeleri iyi değerlendirir, sorumluğumuzu yerine getirirsek mutlaka bizim önümüze de engeller konacaktır. Dert, sıkıntı, çile ve mukaddes ıstırap bu yolun kaderidir. Fakat unutmamalıyız ki, biz Allah’ın görüp gözetmesi altındayız; onun inayet, riayet ve kilaeti altındayız. Elverir ki biz, ona karşı itimadımızı tam tutalım. Bir de, o riayet çerçevesi içine girme konumunu koruyalım. Yani, eğer özel bazı kimseler oraya alınıyorlarsa; mesela vefalılar, sadıklar, tebliğe kilitlenmiş ve adanmış insanlar, günaha karşı tavır koymuş babayiğitler o daire içine alınıyor, onlara siyanet, inayet, riayet ve kilaet vadediliyorsa; biz de o vasıfları üzerimizde bulunduralım. Eğer o mevzuda başımıza bir şey geliyorsa; hıfz-ı ilâhîyi görmüyor, hissetmiyorsak; o bizim kusurumlarımızdan, olmamız lâzım geldiği gibi olamayışımızdandır. Zırhımızda bir delik açıldığından, temrenimiz kırıldığından, sadağımızda ilâhî inayeti avlayacak bir ok kalmadığındandır.
Bu açıdan iki şeye çok dikkat etmemiz lâzımdır: Birincisi, o daire-i kudsiye içine girebilmek, yani, ihlâs dairesi içinde ihlâslılar, sadıklar, vefalılar ve adanmışlarla beraber olmak; ikincisi, Allah’a (celle celâluhû) çok güvenmek, çok itimat etmek ve üzerimize düşen vazifeyi mutlaka yapmak.
Bediüzzaman Hazretleri, sohbetimize mevzu olan ayet-i kerimenin Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Kur’ân’ın mucizelerinde olduğunu ifade eder. Bu faslı da şimdilik, onun sözlerine kulak vererek bitirelim: “Evet, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm çıktığı vakit, değil yalnız bir taifeye, bir kavme, bir kısım ehl-i siyasete veya bir dine, belki umum padişahlara ve umum ehl-i dine tek başıyla meydan okudu. Hâlbuki onun amcası en büyük düşman ve kavim ve kabilesi düşman iken, yirmi üç sene nöbettarsız, tekellüfsüz, muhafazasız ve pek çok defa suikaste maruz kaldığı halde, kemâl-i saadetle, rahat döşeğinde vefat edip Mele-i Âlâya çıkmasına kadar hıfz ve ismeti, “Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır” (Maide, 5/67) âyetinin ne kadar kuvvetli bir hakikati ifade ettiğini ve ne kadar metin bir nokta-i istinad olduğunu, güneş gibi gösterdi.”
- tarihinde hazırlandı.