Tefekkür-zikir münasebeti
Soru: Efendim, bir yazınızda, tefekkürdeki tıkanıklıkların zikirle açılabileceğini söylüyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?
Cevap: Evet, hakikî bir mü’min, şükür-nimet, nimet-şükür daireleri içinde dolaşır ve ömrünü bir tefekkür üveyki gibi geçirir. Şayet bir tümseğe ayağı takılsa, fikir dünyasını zikirle buutlaştırır; tedbirden teslime, temkinden tefvîze geçer; âlemin mesâfelere esir düştüğü yerlerde o, göklerde tayerân ederek hedefine ulaşır...
Orada da bir mevhibe-i ilâhî söz konusudur. Biz aklımızı son sınırına kadar kullanırız. Aklın da bir serhaddi vardır, oraya kadar gideriz. Eğer problemler hâlâ çözülmüyor ve karşımıza bir sürü çözüm bekleyen problem çıkıyorsa, Cenâb-ı Hakk’a daha bir ciddî yönelir, onun katından bir çıkış yolu bekleriz. Allah Teâlâ, akla hayale hiç gelmedik tarzda bir kısım çözümler ihsan edebilir. O ihsan kapısıdır ve o kapının anahtarı zikirdir, her çeşidiyle Cenâb-ı Hakk’ı anmaktır. Yani, kalbimizle onu anmak, düşünce dünyamızla ona yönelmek, dilimizle onun isim ve sıfatlarını tekrar etmek ve Rahmân u Rahîm’e tam teveccüh etmek... Evet, teveccüh teveccühü netice verir; siz teveccüh eder, yüzünüzü güneşe çevirirseniz, gözbebeğinizde güneş belirir. Çiçekler güneşe bakmakla açıldıkları gibi siz de Allah’a (celle celâluhû) yönelirseniz, gönlünüz, sırrınız, hafîniz ve ahfânız açılır. Lâtife-i Rabbâniyeniz inkişaf eder, ilhama davetiyeler çıkarmış olursunuz. Sadece aklın kaba kurallarının elinden alacağınız sadakacıklara bağlı kalmazsınız; aynı zamanda ilham hazinelerinden gelen esintilerle de beslenirsiniz. Akla hayale gelmedik şekilde bir kısım sünûhat ve tulûat, kalbe gelen ilhamlar, derin duyuşlar ve sezişler olur. İşte zikir, böyle bir neticeye götüren bir müracaat yolu; bir açılma isteğini ortaya koyma tarzı ve üslubudur. İnsanın, gücünün yetmediği, kendi tâkatiyle başa çıkamadığı hâdiseler karşısında “Kudreti Sonsuz”un rahmet ve inâyetine sığınma koridorudur. “Allah’tan başka hakikî güç ve kuvvet sahibi yoktur, sadece o vardır” hazinesini kullanma, o hazineden alacağı ilham adındaki altın anahtarlarla problemlerin kilidini açma yoludur.
Bir taraftan zikir, daha sağlıklı düşünmeyi ve meseleleri halletmeyi, fikrî tıkanıklıkları aşmayı netice verirken, diğer taraftan da, fikirden zikre geçilir; fikir de zikri doğurur. Bazen derin bir tefekkür, aşk derecesinde bir zikretme lüzumu doldurur insanın gönlüne. Kâinat kitabının birkaç sayfasını çevirip, mütalâa edince gönül coşar da Rabb’ini anmak, onun isimleriyle susuzluğunu gidermek ister. Fikir, elinizden tutup sizi ubûdiyete götürür.
Ve böylece salih bir daire meydana gelir. Zikir, sizi fikirde yeni ufuklara ulaştırır; daha evvel dar aklınızla, kevnî veya tekvinî mantığınızla düşünüyorken, zikir sayesinde letâif-i Rabbâniyeniz devreye girer ve artık onlar da düşüncenize yardımcı olur. Daha farklı bir derinlikte tefekkür etmeye başlarsınız. Tefekkür öyle bir eşiğe gelir ki, başınızı secdede bulur ve tekrar onu anmaya durursunuz. Fikir ve zikir, birbirini sürekli besler; destekler. Birinin kolunun kanadının kırıldığı yerde, diğeri arkadaşına kol kanat olur; elinden tutup uçurur onu.
Akılla vahiy arasında da aynı münasebeti düşünebiliriz. Onun için dedim ki, akıl, vahyin vesayeti altına girdiği zaman gerçek değerine yükselir. Yoksa belli bir noktadan sonra akıl karanlık görmeye başlar, karanlıklara teslim olur. Fakat o idrak edemediği ve kavrayamadığı meseleler karşısında vahyin rahlesi önünde diz çökse, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak’dan gelen esintilerle yeniden önü aydınlanır; karşısında bambaşka ufuklar açılır. Dolayısıyla, o da hiç hız kesmeden yürür.
Akıl, kâinatı ve tabiatı düşünmeyi esas alan natüralist bir mülâhazayla veya kozmos düşüncesine bağlı olarak bazı şeyler ortaya koyabilir; fakat bu sadece Allah’a (celle celâluhû) inanmayanlar için böyledir ve yalnızca onlar için bir ölçüde yeterli olabilir. Çünkü onlar, ötesini zaten görememektedirler. Ne var ki, Allah’a (celle celâluhû) inanan insanların sadece aklın ürünleriyle tatmin olmaları mümkün değildir. Düşünce ufuklarını mutlaka genişletmeleri, derinleştirmeleri lâzımdır. O da ancak vahiyle mümkün olur.
Soru: Hocam, Âl-i İmran Sûresi’nin son âyetlerinde de tefekkür ve zikir beraber anılıyor...
Cevap: Evet, bu âyet-i kerimelerde meâlen şöyle buyruluyor: “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, düşünen insanlar için elbette âyetler vardır. Onlar ki Allah’ı kâh ayakta divan durarak, kâh oturarak, zaman zaman da yanları üzere uzanmış olarak zikreder; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: ‘Ey büyük Rabb’imiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i İmran, 3/190-191).
“Ulü’l-elbâb” ifadesi kullanılıyor; sadece “akıl sahipleri” nin o âyetleri görüp, üzerlerinde düşünecekleri belirtiliyor. Bu ifadeyi, öncesi ve sonrasıyla değerlendirecek olursak, “akıl sahibleri” sözünün “Lâtîfe-i Rabbaniye sahibi, akıl ve kalb izdivacına muvaffak olmuş insanlar” demek olduğunu anlarız. Yani, hem aklın ayağını kullananlar, hem de vahyin kanadıyla uçanlar... Onlar, hayatlarını zikre bağlamış kimselerdir; hayatlarını zikirle süslerler; hiç hız kesmeden, sürekli zikrederler. Ayaktayken, oturuyorken ve uzanmışlarken Allah’ı (celle celâluhû) zikrederler. Uzanmış haldeyken bile onu zikretmeleri bir iç anıştır. Âyette bu üç pozisyon da kaydedilerek, zikrin sürekliliğine dikkat çekilmektedir. Evet, onlar hayatlarının her safhasını, hemen her faslını zikirle derinleştiren, zikirle süsleyen insanlardır.
Âyet-i kerimede “...zikrederler” sözünden sonra yine “tefekkür ederler” denmektedir. Görüldüğü gibi tefekkürle başlanmış, zikre geçilmiştir. Daha sonra zikir, tefekkür adına yeni ufuklar açmış ve bu defa da zikirle açılan o ufka göre düşünceler hâsıl olmuştur. Âyetteki zikir ve fikir kelimeleri mastar ya da mazi olarak değil, muzari fiil kipinde kullanılmıştır. Muzari, geniş zaman kipidir. Öyleyse onlar, dün düşündüler, bugün hâlâ düşünüp tefekkür ediyorlar ve yarın da ayrı bir tefekkür deryasına yelken açacaklar... Onlar, hayatlarını sürekli zikir fikir arası seyahatlerle mânâlandırırlar. Devamlı okur, peşi peşine yeni yorumlar ortaya korlar; yeni yorum ve okumalar onlara yeni ufuklar açar; o yeni ufuklara göre de daha farklı şeyler düşünürler. Ve hayatlarını hep böyle düşünce ve zikir arası bir dantela gibi örerler.
Ayette daha sonra, “Ey Rabb’imiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın” denmekte ve düşünceye son nokta konmaktadır. Evet, o kadar düşünüp öyle zikreden bir insan, kâinattaki hiçbir şeyi batıl, abes ve değersiz görmez; her şeyde bir hikmet tecellîsi müşahede eder.
Soru: Efendim, biraz önce tefekkürün zikirle buud kazanması ve derinleşmesini anlatırken zannediyorum o âyet aklınızda değildi. Fakat aynen Kur’ân’daki sisteme göre değerlendirme yaptınız. Bu melekeyi kazanmak için Kur’ân’la çok meşgul olmak mı gerekiyor?
Cevap: Kur’ân-ı Kerim’le çok meşgul olmak, Kur’ân’ı çok iyi bilmek, onun bütününü bir harita gibi gözönünde tutabilmek oldukça önemlidir. Fakat daha da önemlisi, Kur’ân’a itimat etmek, güvenmek ve gönlü ona vermektir. Zannediyorum, bir insan samimâne, sâfiyâne gönlünü Cenâb-ı Hakk’a verir ve Kur’ân’a bir çırak olarak teslim olursa, bütün tenkit mülahazalarından uzak kalır ve ona teveccüh ederse, aklına hayaline hiç gelmedik şekilde ufuklar açılır önünde.
Zikirle fikir yolu açılır, zikir size yeni düşünme ufukları açarsa, oradaki çok küçük esintilerle bile, sizin onca beyin cehdi ortaya koymanıza rağmen elde edemediğiniz şeylere mazhar olabilirsiniz. Bu, Kur’ân’a tam teslimiyetinizin, onu tam kabullenmenizin, nefsinize rağmen aklınızın ermediği noktalarda bile baştan tam teslim olmanızın bir semeresidir. Zaten, bizler için kapalı gibi görünen hususlar da ancak böyle bir teveccüh ve teslimiyet sayesinde açılabilir.
O sayede, dil kaidelerine, sarf ve nahive, gramere takılan insanların takıldığı yerlerde siz ne mucizeler ne beliğ ifadeler görürsünüz. Başkalarının kendi kıt idraklerinden dolayı “Şu âyet orada değil de şurada olacaktı” demesine mukabil siz “Aman Allah’ım, ne müthiş bir münasebet var burada!” dersiniz. Onlar akıllarına takılır yolda kalırlar; fakat siz, Cenâb-ı Hakk’ın yolunuzu açmasıyla saygı ve hürmet kanatlı atınızı mahmuzlar daha ileriye sürersiniz’
- tarihinde hazırlandı.