Hidâyet, Takva, İffet ve Gına
Allah Rasulü'nün sabah-akşam tekrar ettikleri duaları arasında geçen 'Allahümme innî es'elüke'l-hüdâ ve't-tükâ ve'l-afâfe ve'l-gınâ' duasının manasını ve şerhini yapar mısınız?
Fem-i Güher-i Nebevî'den çok defa sâdır olan bu ve bunun gibi pek çok dua, kendisi için makamlar üstü makamlara ulaşma mevzuunda bir vesile, bizim için de bir irşad ve tenvirdir. Allah Rasulü'nün bu duasının manası şöyledir: 'Allah'ım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve insanlara muhtaç olmayacak kadar zenginlik istiyorum.' Şimdi de bu kısa mealden sonra Efendimiz'in sabah-akşam Allah'dan (cc) istediği bu dört önemli hususu kısaca izah etmeye çalışalım:
Hüdâ, doğruyu, dinin tarif ettiği istikamet yolunu, Allah'a açık olmayı temsil etme gibi mânalara gelmektedir. Kur'ân-ı Kerim'deki, 'Elif lâm mîm. İşte Kitap! Onda şüphe yoktur. O, müttakiler için bir hidâyettir.' (Bakara, 2/2) âyet-i kerimesindeki 'hüden' kelimesi de bu mânaya gelmektedir. Ayrıca bu âyette 'hüdâ' ile 'takvâ' kelimeleri arasında da ciddi bir irtibatın olduğu görülmektedir. Nitekim âyet-i kerimede, Kur'ân'ın kendisinde herhangi bir şüphenin bulunmadığı ve bu durumu da ancak müttakilerin sezebileceği vurgulanmaktadır. Bu açıdan da ikinci kelimeyle birinci kelime arasında bir irtibat vardır. Fâtiha Sûresi'nde geçen 'İhdina's-sırâta'l-müstakîm - Bizi doğru yola hidâyet eyle.' âyetiyle de işte bu hidâyet istenilmektedir. Doğruyu bulmaya müsait olarak yaratılan insan, doğruyu bulma yollarına intisap edecek ve neticede de hep doğruluğun yamaçlarında dolaşacaktır. Daha sonra gelen âyetlerle de 'mağdûb ve dâllîn' kelimeleriyle hidâyete erdikten sonra 'gazaba uğrayanların' ve 'sapkınlar'ın gittiği yoldan kaçınılması vurgulanmaktadır.
Lâ İlâhe İllallah Hakikati
Değişik bir zâviyeden, Allah Rasulü'nün sabah-akşam veya sık sık yaptığı bu duasında 'hüdâ'yı istemesini şöyle değerlendirmek de mümkündür: Efendimiz'in 'hüdâ'dan kastı 'Lâ ilâhe illallah' hakikatidir. Nitekim O (sav), bir hadîslerinde 'ceddidû îmâneküm bilâ ilâhe illâllah - İmanınızı sık sık 'Lâ ilâhe illallah'la yenileyin' buyurmaktadır. İnsan için zaman, mekân ve onun atomları her an değiştiğinden o da maddesi itibarıyla her gün adeta farklı bir şahıs olmaktadır; olmaktadır ve her gün, ihya edilmemiş bir zamana, ölü bir mekâna girmekte ve henüz tenevvür etmemiş ölü bir kısım zerreler onun vücuduna girmektedir. Öyleyse insan, her an 'Lâ ilâhe illallah' demek suretiyle 'Allah'ım! Senden hidâyet talep ediyor ve şahsî dünyamı aydınlatmanı istiyorum.' duygu ve düşüncesi ile imanda yenilenmeye tâlip olmalıdır.
Ayrıca 'hüdâ' kelimesi, Allah Rasulü'nün bütün hayatı boyunca ortaya koymuş olduğu örnek hayatını ve Sünnet'ini yaşamayı da ifade etmektedir. Nasıl ki Efendimiz'e bakıldığında Allah hatırlanıyor, mümine bakıldığında da Efendimiz hatırlanmalıdır. Mümin, ahlâk ve terbiye bakımından Muhammedî bir ruhla bezenmeli, O'nun hal ve tavırları müminin bütün hayatına yansımalı ve mümin ahlâken ve terbiye cihetiyle o ruhla yaşamayı kendisine ideal bir yaşam tarzı olarak seçmelidir.
Bu mevzua müşahhas bir misal olması açısından sahâbe-i kiramdan İbni Mesud'u örnek vermek mümkündür. İbni Mesud, konuşması, mimikleri, oturması ve kalkması ile Allah Rasulü'ne en çok benzeyen sahâbilerden biridir. Burada istidrâdî olarak şunu arz etmekte de yarar var: Bazı kaynaklarda İbni Mesud'un tamamen Efendimiz'e benzediğine dair rivâyetler vardır. Esasen bu ifade yerine 'onların tanıdıkları sahâbe arasında' kaydını koymak gerekir. Çünkü bu söz, uzun süre Kûfe'de bulunan İbni Mesud'u görmüş Kûfeliler tarafından söylenmiş olmalıdır. Meselâ Kûfeliler, Hz. Ömer'i veya Hz. Ebû Bekir'i hiç görmemişlerdi; görselerdi ihtimal fikirlerini değiştirecek ve başka benzerlerden de bahsedeceklerdi. Zira, çoğunluğu itibarıyla bütün ashabı, hem her hal ve davranışlarıyla O'nu (sav) hatırlatıyorlardı.
Allah Rasulü'ne Benzemek
Kûfe'de İslâmî duygu ve düşüncenin sistematik olarak yapılanması ve şekillenmesinde İbn-i Mesud Hazretleri'nin rolü çok büyük olmuştur. Bu itibarla da Kûfe'de hemen herkes onu tanıma fırsatı bulmuştu. Öte yandan tâ gençlik ve çocukluk yıllarında İslâm'la müşerref olan İbni Mesud, Efendimiz ve O'nun hane-i saadetlerine o kadar yakın olmuştu ki, bazılarının onun Ehl-i Beyt'ten olduğu zannına bile kapıldığı olurdu. Evet gerçekten de İbni Mesud, ilk Müslümanlardan olması ve erken yaşlardan hep Allah Rasulü'nün yanında bulunması itibarıyla Efendimiz'in tavırları onun tabiatı haline gelmişti; ama kendilerine bakıldığında, ibâdet ve tavırlarında Efendimiz'in görüldüğü daha pek çok sahâbe ve tâbiinin varlığı da bir gerçektir.
Yine aradan asırlar geçtikten sonra gelen İmam Rabbani ve Bediüzzaman gibi devâsâ kâmetlerin namaza durduklarında, Allah Rasulü için anlatılan 'sanki içinde tencere kaynıyor gibi' kıvrım kıvrım olmaları, çevrelerini unutmaları, huşu içinde inlemeleri; Kur'ân okurken her kelimeyi ağızlarında duyup-tadıp; evirip-çevirip mâna hüzmeleriyle bütün tadını alma gayreti içinde tekrar etmeleri ve bu halet-i ruhiye içinde secde ve rükûlarını yapmaları neticesinde Muhammedî ruh ve mânayı yakalayıp sergilemeleri onların her zamanki halleri olmuştur. Evet ibâdet hayatı açısından da Efendimiz'e benzeme ve O'nu temsil etme ayrıca önem arz etmektedir.
Efendimiz (sav) bir taraftan bu duasıyla değişik ufuklarda tayeran ederken, diğer taraftan âdeta 'sizin de kanatlanmanız için bu çok önemli bir esastır.. buna sahip çıkın..' diyerek müminleri hidâyet mevzuunda irşatta bulunmaktadır. Mümin her an Allah'tan hidâyet isteme konumundadır; ancak o hidâyetin kapısı sırlı takvâ anahtarıyla açılmadığı takdirde içine girilmesi gerekli olan yere girilmemiş olacaktır. Onun için Allah Rasulü (sav), 'hüdâ'nın arkasından hemen 'takvâ'nın da istenmesini salıklamaktadır.
Takvâ, farzları yapmak, haramları ve kebâiri (büyük günahları) terk etmektir. Bunları yapan bir mümin, takvâ dairesine girmiş sayılır. Gerçi, farzları yapıp, haram ve kebâirden kaçınmak ile girilen yer takvânın sofasıdır. Daha sonra şüpheli şeylerden uzak durup haramların semtine sokulmamakla biraz daha ilerlenmiş olur ve takvâ kapısından içeriye adım atılmış sayılır. Ardından bir kısım mübahları 'şüphelidir' mülahazasıyla terk etmek suretiyle de asıl takvâya ulaşılmış olunur.
Bir müminin, hidâyetten ve hidâyet rehberi sayılan Kur'ân'dan tam istifadesi de işte bu ölçüde bir takvâya vâbestedir. Hidâyet ile takvâ âdeta ikiz kardeş gibidir. Nitekim yukarıda izah edildiği gibi Kur'ân'ı anlama, duyma, onun ulviyet ve azametine ulaşabilme takvâya bağlıdır ve takvânın derecesine göre de istifade nispeti artmaktadır.. evet, takvâda derinleşen müminin, Kur'ân'ı anlayışı, sezişi ve duyuşu da derinleşir.
Duada üçüncü istek olarak 'iffet' zikredilmektedir. İffet, şehevânî yanları itibarıyla insanın elini, ayağını, dilini, dudağını, gözünü, kulağını günahlardan koruyarak haramlara girmemesi demektir. İnsan, büyük günahları genellikle ağız ve apış arası ile işlediği için Allah Rasulü bir hadîslerinde, 'İki çene arası ile apış arası mevzuunda günaha girmeyeceğinize dair bana söz verin ben de cennete gireceğinize dair size söz vereyim.' buyurarak ağız ile apış arasını aynı hat üzerinde bir araya getirmektedir ki, bu, iffetin sadece bir yanıdır.
Beklentilere Girmemek
Bir diğer yanıyla ise o, temelluk ve dilencilik yapmamak, başkalarına yüz suyu dökmemek demektir. Duada sayılan diğer kelimelerle birlikte ele alındığında, iffetin manasını böyle anlamak daha uygun olacaktır zannediyorum. 'Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna vakfeden yoksullar içindir. Bunlar yeryüzünde dolaşma imkânı bulamazlar. Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların gerçek hallerini bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Ey Rasulüm, sen onları simalarından tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler. Hem hayır adına her ne verirseniz mutlaka Allah onu bilir.' (Bakara, 2/273) âyet-i kerimesi de işte bu manadaki iffeti anlatmaktadır. Âyette bahsedilen hayatı yaşayanlardan birisi olan iffet âbidesi Ebû Hüreyre (ra) o dönemdeki durumunu şöyle nakleder: 'İnsanlardan bir şey istemeye çok utanırdım. Çok defa açlıktan bayılırdım da beni saralı zannederlerdi; çocuklar gelir benimle eğlenirlerdi.' Bu halinden ötürü Ebû Hüreyre'nin dilencilik yaptığını hatta temellukta bulunduğunu düşünenler bile olmuştur. O, insanlardan bir şey istemeye utandığından 'ikra', akrau, estakriu' şeklinde bir ifade kullanıyordu. Esasen bu cümle, 'Ben sizden Kur'ân talep ediyorum.. bana Kur'ân okuyun' manasına anlaşılabileceği gibi 'Bana yemek verin' anlamına da gelmekteydi. Tabii, halden anlamayanlar, tıpkı ölen adama Kur'ân okunduğu gibi oturup onun başında Kur'ân okuyorlardı. Hakim b. Hizam da sahâbe-i kirâmın ileri gelenlerindendir. Bu sahâbi de Ebu Hüreyre gibi kimseden bir şey istememeyi ahlâk haline getirmişti. Efendimiz, Hakim b. Hizam'dan insanlardan bir şey istememe konusunda söz almıştı. O da ömrünün sonuna kadar bu sözünde durmuştu. Öyle ki, kırbacı yere düşürdüğünde onu bile kimseden istememek için devesinden inip alır, yine devesine binerdi. Daha sonraları ise Hakim b. Hizam'a sadaka ve teberru adına hiçbir şey kabul ettirilememişti.
Gönül Zenginliği İstemeli
Ashab içinde, isteyen insan sayısı çok azdı. Bu insanlar çok ciddi sıkıntılara da maruz kalmalarına rağmen kimseden bir şey istememiş ve hep afif yaşamışlardı. Efendimiz (sav) de ömrü boyunca afif yaşamış; hurma elyafından yapılmış hasır üzerinde yatmıştı ki, bu hasır mübarek vücudunda derin izler bırakırdı. Bazı günler evinde hiç ocak yanmaz; O, aç sabahlar, aç akşamlardı. Fakat bütün bu sıkıntılara rağmen gerek Efendimiz, gerekse sahâbe-i kiram 'Susuzum, bittim, bu insanlarda vefa yok, bize bakmıyorlar, biz hayatlarımızı bunların saadetlerine, mutluluğuna, hidâyetine vakfetmişiz, bu ne büyük bir vefasızlık..' şeklinde, yarım kelimeyle dahi olsun bir sitemde bulunmamışlardı; evet onlar işte bu ölçüde afif idiler.
Duada iffetin hemen arkasından gelen 'gınâ' kelimesi de iffeti takviye eder mahiyettedir. 'Gınâ' kelimesi 'başkalarına el açtırmayacak kadar bir imkâna mâlik olma' ve bir de 'gönül zenginliği'ne sahip bulunma manalarına gelir.
Her ne kadar iffet güzel bir şey olsa da herkes buna dayanabilecek seviyede olmayabilir. O yüzden bir insan başkalarına muhtaç olmayacak şekilde Allah'tan zenginlik de isteyebilir/istemelidir. Öte yandan 'gönül zenginliği' mânasına da gelen gınâ, çok ulvi bir pâyedir. Bu pâyeye ermiş birisi ne kazandığı şeyden memnun olur, ne kaybettiği şeyden mahzun. Dünyayı kesben değil kalben terk eden böylesi insanlar, Hz. Eyüp misali 'elhamdülillâhillezî a'tânî sümme ezhebe annî - Hamdolsun o Allah'a ki, önce verdi sonra da aldı' duygu ve düşüncesinde hareket ederek her dem şükürle oturur kalkarlar.
Evet, her mümin, 'Allah'ım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve insanlara muhtaç olmayacak kadar zenginlik istiyorum.' duasını dilinden düşürmemeli ve Efendimiz'in (sav) ortaya koymuş olduğu örnek hayatı yaşama mevzuunda azami cehd ve gayret göstermelidir.
- tarihinde hazırlandı.