Menkıbeler Bize Neyi Anlatır?

Günümüz hastalıklarından biri de Allah dostlarına karşı tavır almaktır. Büyükleri küçük gösterme veya onları kendi seviyemizde insanlar olarak değerlendirme korkunç bir düşünce çarpıklığıdır. Böylelerinin hezeyanlarına kulak verirseniz şunları duyarsınız: "İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik, Gazalî, İmam Rabbanî, Şazilî, Abdülkadir Geylanî gibi kişiler de bizim gibi insanlardır. Dolayısıyla da onlara âit menkıbelerin aslı-astarı yoktur." Böyle müfrit veli düşmanları, şunu kat'iyen bilmelidirler ki, onları küçültmeye çalışmakla onlar küçülmedikleri gibi, böyle bir gayretle kendileri de asla büyüyemezler. Böylelerinin kazandıkları başka değil sadece mahrumiyettir.. büyüklerin feyiz ve bereketlerinden mahrumiyet.. büyüklüğe inanmadıkları için kendileri adına mahrumiyet.

Birinci mahrumiyetten kasdettiğimiz ma'nâ açıktır ve izah istemez zannediyorum, ikinci mahrumiyetle ise, şunu kasdediyoruz: İnsan bir neticeye inanmadıkça, onun yolunda olsa dahi, o neticeye ulaşamaz. Diyelim ki, bir insan evliyaya âit kerameti inkâr ediyor. Bu insan, velayet yoluna girmiş olsa bile, keramet ufkunu yakalayamaz. Çünkü o böyle bir şeye inanmamaktadır. Bu basit misali daha başka sahalara da teşmil etmek mümkündür. Meselâ; rûh ve kalbin kendilerine göre birer derece-i hayatları bulunduğuna inanmayan insanın, kat'iyen o mertebelere çıkması söz konusu değildir. Bu bölüme dâhil mahrumiyetler çoktur. Biz birkaçına işâret edip geçelim:

  • Allah dostları velilere karşı takınılan menfî tavır, himmetin kolunu kanadını kırdığı için büyük bir mahrumiyettir. Zira onlar, İmam Rabbanî'yi, Abdülkadir-i Geylanî'yi kendi seviyelerine indirmekle, kendi ufuklarını kapatmış sayılırlar. Yani bu nasipsizler, onlarla aynı seviyede olduklarına göre, gidecek yol, alınacak mesafe kalmamış ve yolun sonuna varılmış demektir. Eğer yolun sonu bu zavallıların vardığı yerse, bu ne kötü sondur! Çünkü insan herkesi kandırsa da kendini kandıramaz ve vicdanını aldatamaz. Vardığı yeri netice kabul eden bu insanlar, herşeye rağmen kat'iyen bilmektedirler ki, yolun sonu bu olamaz. Ayrıca bir üst dereceyi kabul etmeme, ümide indirilmiş büyük bir darbedir. Ümidi mefluç bir insanın ise, rûhî hayat adına en küçük bir kıpırdanışa dahi mecali yoktur.
  • Büyükleri saran bunca ilâhî lütufları görmemezlikten gelmek, bir yönüyle Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarına da göz kapamak demektir. "Kul Allah'ı nasıl bilirse Cenâb-ı Hakk'tan öyle muâmele görür" prensibinden hareketle, böyle bir göz kapamayı değerlendirecek olursak, o kişinin mahrumiyetinin büyüklüğü kendiliğinden ortaya çıkar...
  • Büyükleri kendi seviyelerine indirenler büyük bir zulüm içindedirler. Zira o makamı onlara Cenâb-ı Hakk vermiştir. Allah tarafından verilen böyle bir makamı onların elinden almaya yeltenmek -zaten almak da imkânsızdır- zulüm değil de ya nedir? Birçok ayetin işâretiyle, mütecaviz ve saldırganlar felah bulmayacaklarına göre, bu haddini bilmezlerin de bir yere varması mümkün değildir.

Menkıbeyle Teselli Olmak Yetmez

İşte evliya menkıbelerinin nakledilmesini tenkîd edenlerden bir kısmı böyle insanlardır. Onların tenkitlerinin temelinde, evliyayı inkâr ve kerameti tezyif vardır. Çıkış noktaları hata olduğu için de iddia edip ortaya koydukları mes'elelerde hatadan kurtulamamaktadırlar..

Ancak ikinci bir grup insan daha vardır ki, zâhiren onların söyledikleri de tenkîd gibi görülebilir. Fakat diğerleriyle bunların arasında ciddi farklar söz konusudur. İkinciler, kat'iyen evliya menkıbelerinin nakline karşı değillerdir. Onların şikâyetleri bu menkıbelerin hayata geçirilemeyişidir. Yani onlar da, bir İmam Rabbanî'nin, İmam Şazilî'nin, Şah-ı Nakşibendî'nin ve diğer büyüklerin menkıbelerinin anlatılması hususunda hemfikirdirler; ama sadece bu menkıbeleri dinlemek onların mazhariyetlerini elde etme adına yeterli değildir. Eğer bu menkıbeler, bizlerde teşvik adına bazı latifeleri uyandırıyorsa, en azından menkıbelerini okuduğumuz zatlara benzemeye özenmeli ve onları yükselten amelleri hayatımıza tatbik etmeliyiz, derler. Bu ikinci görüş gayet masumdur, yerindedir ve kat'iyen birinci görüş sahipleriyle iltibas edilip aynı kefede değerlendirilmemelidir.

Biz de, kanaat olarak son görüşü destekliyor ve diyoruz ki: Menkıbelerle teselli olma, bir ölçüde menkıbe kahramanı olamamanın ifadesidir. Öyleyse bizler, sadece büyüklere âit menkıbeleri dinlemek ve okumakla yetinmemeli; himmetlerimizi âli tutarak onlar gibi olmaya çalışmalıyız. Zira İslâm, mebde ile müntehayı birleştiren bir dindir. İşin başındaki bir insan, kendine göre ondan istifade edebileceği gibi, Cibril de kendine göre istifade edebilmektedir. Öyleyse her insan, kendi istifadesi açısından işin zirvesine ve en münteha noktasına talip olmalıdır.. ve Allah'a kurbiyette "daha yok mu?" ufkunu yaşamalıdır. Bu da ancak, büyüklük yolunda yürünürse imkân dâhiline girecektir. Bu yol ise a'zami takvâ, ihlâs, zühd ve vera gibi esaslar üzerine kurulmuştur. Onlarsız Allah'a yaklaşmak ve onlarsız büyüklere benzemek mümkün değildir...

Özetle

  • Günümüz hastalıklarından biri de Allah dostlarına karşı tavır almaktır. Büyükleri küçük gösterme veya onları kendi seviyemizde insanlar olarak değerlendirme korkunç bir düşünce çarpıklığıdır.
  • İnsan bir neticeye inanmadıkça, onun yolunda olsa dahi, o neticeye ulaşamaz. Evliyaya âit kerameti inkâr eden insan, velayet yoluna girmiş olsa bile, keramet ufkunu yakalayamaz. Çünkü o böyle bir şeye inanmamaktadır.
  • Menkıbelerle teselli olma, bir ölçüde menkıbe kahramanı olamamanın ifadesidir. Öyleyse bizler, sadece büyüklere âit menkıbeleri dinlemek ve okumakla yetinmemeli; himmetlerimizi âli tutarak onlar gibi olmaya çalışmalıyız.

Tükenme Çizgisi

İbn İshak veya İbn Hişam gibi magâzî yazarları vahyin kesintiye uğradığı dönemde, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)'in dağlara çıkıp hayat bezginliği izhar ettiğini yazarlar. Biz böyle bir yorumu Efendimiz'e isnaddan Allah'a sığınırız. Onun gibi peygamberlik hamulesini taşımaya hazırlanmış bir iradeden, irade zaafıyla arız olabilecek böyle bir niyet ve teşebbüsün söz konusu olabileceğini aklımızın köşesinden bile geçiremeyiz. Şimdi bunu böylece tesbîtten sonra vak'anın kısa bir analizini yapalım.

Allah Resûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), kırk yaşına kadar hep zirvelerde yaşadı. Uzun uzun uzletlere girdi ve insanlığın kurtuluşu adına çareler aradı-durdu. Evet, âdetâ tâ baştan Cenâb-ı Hakk, O'nun pak ve nezih rûhunu, nübüvvetin ağır yükünü taşımaya hazırlıyordu. Öyleki O, İlâhî bir sevkle, sanki bu uzletlerinde sürekli temrinler yapıyordu.. ve gün geldi vahiyle taltif edildi. Böyle bir paye ile şereflendirilme Efendimiz için, müjdelerin, muştuların en sevindiricisi, tabii aynı zamanda en düşündürücüsü olmuştu. Artık O'nun için insanlığın kurtuluşu adına bir kapı aralanmıştı.

Ama bu arada hiç beklemediği bir hâdise olmuştu; vahiy birden bire kesilivermişti. Daha önceki sevincin yerini şimdi bir hüzün kaplamıştı. Efendimiz kendi hassasiyet ve derin tefekkürü ölçüsünde düşünüyor, düşünüyor ve vahyin kesilişine bir yorum arıyordu. İhtimal O'nu en çok tedirgin eden de, "acaba ben liyakatımı kaybetmiş olmayayım?" şeklindeki düşünceleri olabilirdi.. bu, eğer böyle idiyse, elbette ki kendisine âit bir yorumdu; O'ndan başkasının böyle bir yorumda bulunması edepsizlik sayılırdı.

Diğer taraftan Ebu Leheb'in karısının şirretçe hâdisenin üzerine gitmesi ve her gördüğü yerde Efendimiz'le istihza ederek "Artık şeytanın gelmiyor mu?" demesi de O'nu ciddi şekilde rencide ediyordu. İşte bu ma'nâda dağlara çıktı. İnsanlardan ayrıldı. Ve kendini bütünüyle tefekküre verdi. İşin dış yüzü itibariyle onun davranışlarına bakan ve bu davranışları Efendimiz'deki (aleyhi's-salâtü ve's-selam) irade gücünü nazara almadan değerlendiren bir insan, "Acaba bu insan intihar mı edecek?" diyebilir ve O'nun yağmur yüklü bulutlara benzer hüznünü böyle te'vil edebilirdi. Ama bu te'vil, kat'iyen Efendimiz 'in içinde bulunduğu rûh hâlini doğru olarak yansıtmamaktadır. Ve O'nu kendi büyüklüğüyle aksettirmekten uzaktır.

Burada, Efendimiz'in insanların hidayeti mevzuundaki "hırs"ını da -ki Kur'ân O'nun durumunu bu kelime ile ifade ediyor- düşünecek olursak O'nun davranışlarında kendi rûh yapısına göre daima böyle bir heyecanın mevcut olduğunu görürüz. Bu, insanlık adına kendini tüketme çizgisine gelmiş asil bir rûhun davranışlarındaki derinliktir. Bu hâli yakalayamamış insanların O'nu anlaması da mümkün değildir.

Haftanın Duası

Ey kendisinden istekte bulunulanların en cömerdi ve ey talepleri yerine getirenlerin en hayırlısı Yüce Rabbim!.. Bilerek ya da bilmeyerek işlediğim günahlardan dolayı beni yarlığamanı ve hususi himayene, ilahî riâyetine almanı diliyorum. Sana karşı her an kulluk şuuruyla yaşayabilmenin kapısını ve ihsan sırrını benim için aç; beni peygamberlerin, sıddîkların, şehitlerin ve sâir sâlih kulların yoluna hidayet eyle. Efendiler Efendisi'ne, O'nun nezih aile fertlerine ve seçkin arkadaşlarına salât ü selam ederek bunları Senden dileniyorum, Rabbim!

Sözün Özü

İnsan, beden ve cismaniyetin dar çerçevesinde kalır, âlem-i melekûta açılmazsa, tıpkı çuval içinde kalıp neşv ü nema vetiresine girmeyen ve böylece yalnız başına yok olup giden bir tohum gibi olur. Böyle bir tohumda çoğalma, artma ve bereketlenme söz konusu olamayacağı gibi, mevcut hâliyle kaldığı müddetçe onun için çürüme ve yok olma mukadder demektir. Fakat o tohum ne zaman ki toprağın altına girer ve neşv ü nema sürecine dâhil olursa, sümbüle, derken oradan başağa yürür, başak başakları netice verir ve Allah'ın izniyle, bir tek tohum ambarlar dolusu buğdaya dönüşür.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.