Şeytan, Melek değildir
Soru: Şeytanın bir zamanlar ulü’l-azm bir melek olduğu söyleniyor. Meleklerde emre isyan söz konusu olmadığına göre, şeytan, Cenab-ı Hakk’ın Hazreti Âdem’e secde emrine nasıl isyan etmiştir? Yoksa şeytan farklı karakter ve yaratılışta bir melek miydi?
İbranicede Azâzil denilen şeytan, Arapçada isim olarak iki farklı kökten türemiş olabilir. Bunlardan birincisi, Allah’ın rahmetinden kovulmuş, haktan uzaklaşmış mânâsına gelirken, diğeri, öfkeden helâk olacak hâle gelen mânâsınadır. Kur’ân’da Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) secde emrinin anlatıldığı yerlerde ondan İblis adıyla bahsedilir. İblis ise, karıştıran veya hayırdan ümidini kesmiş bir melun demektir.
Kur’ân-ı Kerim’in açık ifadeleriyle, şeytanın Allah’a (celle celâluhu) isyan ettiği kesin bir gerçektir.[1] O, Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) secde mevzuunda Allah’a baş kaldırmış, hislerine yenik düşerek Rabbisine isyan etmiştir. Bundan anlaşılan şudur ki şeytanın, daha evvel Cenab-ı Hakk’a itaat ediyor gibi bir durumu vardı ama fıtratı fenalığa açıktı. Hazreti Âdem’e secde emri, onun hazımsızlık, kin, nefret ve haset duygularını tetikledi, o da karakterini ortaya koydu. Bu hususta akla birkaç soru gelmektedir:
Birincisi, şayet şeytanın melekler içinde yeri yok idiyse Kur’ân-ı Kerim’in “Bütün melekler secde ettiler, ancak İblis etmedi.”[2] diyerek secde emrinde onu istisna etmesinin sebebi nedir? Şayet İblis zaten secde etmeyi bilmeyen bir varlık idiyse, onu meleklerden istisna etmek ilâhî kelâma uygun değil gibi görünüyor. Çünkü böyle istisnaya Arapçada “munkatı istisna” denir ki, ona göre bu ifade de düşündürücü olur. “İnsanlar geldi, ancak tavuklar gelmedi.” şeklinde bir cümleyi ancak avam söyler ki, edebî dilde bu söz uygun değildir. Buna göre şeytan, meleklere dâhil olmadığına göre istisna yapılmamalıydı gibi bir soru akla gelebilir. Ne var ki, melekler cinsinden olmayan şeytanın istisna edilmesi belâgata münafi değildir. Zira, cinsleri bir olmasa da o, kulluk mükellefiyetinde meleklere dâhildir.
Başka bir âyette ise “İblis başkaldırdı; o, zaten cinlerdendi.” (Kehf sûresi, 18/50) buyrulur. İbn Kesîr’in Hasan Basrî Hazretlerinden naklettiğine göre, Hazreti Âdem (aleyhisselâm) insanların atası olduğu gibi, İblis de cinlerin aslı ve atasıdır.[3] Bu yapısıyla o, hiçbir zaman meleklerden olmamıştı. İbn Abbas’tan (radıyallâhu anh) rivayet edilen bir hadis-i şerife göre ise, hilkati başka olmakla beraber o, melâike-i kiramın içinde Allah’ın emrine itaat etmiş, yeryüzünde isyan eden cemaatleri kovup uzaklaştırma vazifesi görmüştü.[4] İbn Abbas’a göre, beşerden evvel yeryüzünde Allah’a kullukta bulunan, evlenip çoğalan, erkeklik ve dişilikleri olan başka varlıklar vardı. Onlar yeryüzünde fesat çıkarıp kan akıttıktan sonra Allah bunlara melek ordusuyla birlikte İblis’i gönderdi ve bunlar yeryüzünden sürgün edildiler.[5] Cenabı Hak, beşeri bunlardan sonra yaratmıştı. Hazreti İbn Abbas’ın sözü mahfuz, pek çok tariklerle sahabe-i kiramdan (radıyallâhu anhüm ecmaîn) rivayet edilen hadislerde şeytanın aslen cinlerden olduğu ifade edilmektedir.[6]
Bu mütalâalar karşısında farklı görüşler şöyle te’lif edilebilir: Esasen Allah’a kulluğu ve mükellefiyetleri itibarıyla şeytan, melekler gibiydi. Bu yönüyle onun; bir, meleklerin içinde olması, bir de, meleklerden ayrı bir yanı vardı. Yani bir yönüyle şeytan bizim gibiydi. Zira biz de mükellefiyet açısından meleklerin içinde sayılırız. Mesela, namazda sağa selâm vermek, namazdan çıkma ve sağdaki mü’minlerle beraber meleklere selâm vermeyi, sola selâm vermek de oradaki cemaatle beraber meleklere selâm vermeyi ifade eder. Zira, bizim yanımızda Kirâmen Kâtibîn dışında başka melekler de vardır. Bu itibarla biz, Rabbimiz’e kulluk yapmakta, namaz kılmakta, dua etmekte, birbirimize selâm vermekte... hâsılı Rabbin huzurunda kemerbeste-i ubûdiyet içinde durmakta daha çok meleklerle beraber sayılırız. Bu anlamda beraberlik varken, birisi baş kaldırsa, Allah’a isyan etse, bunu ifade için Allah: “Falan şehirde benim meleklerim ibadet ediyordu. Bir şahıs isyan etti, melekler gibi olmadı.” dese, bu ifadeden biz, o şahsın melekler içine dâhil olduğunu anlarız. Ancak, onun tam olarak meleklerden olduğu hükmüne varırsak o zaman da hata etmiş oluruz.
Evet insan, Allah’a kulluk ve iman etmesiyle inanmada meleklerle beraberdir. Ama bir yönüyle de meleklerden ayrıdır. Çünkü o, topraktan; melekler ise nurdan yaratılmıştır. Aynı şekilde, şeytan da melek değildi ama içinde küfür tohumu olan, melek gibi hayat yaşayan bir varlıktı. Nitekim Cenab-ı Hak “Yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara sûresi, 2/30) dediği zaman şeytan, lisan-ı hâliyle, meleklere “Şayet benden daha büyük olursa itaat etmem.” demişti. Bundan anlaşılıyor ki, İblis’in içinde bir küfür tohumu vardı, fıtratı gereği gizliydi ve âdeta o duygunun hortlaması bir kısım sebeplere bağlıydı.
Aslında insanlık tarihinde de bu şekilde şerrin tohumu, sonradan belli hâdiselere bağlı neş’et etmiş pek çok kimse vardır. Bunlar, vasatını bulduğu zaman hortlamış ve şerli hâle gelmişlerdir. Aksi durumda tohum, vasatını bulamadığı zaman da bodurlaşmış ve yok olmuştur. Mesela, Karmatilik, ortam bulduğundan dolayı yeşermiş, neşv ü nema bulmuş ve Karmatiler ümmet-i Muhammed’i kılıçtan geçirmiştir. Hasan Sabbah da bir Deccal’dır ve ortamın müsait olmasıyla hortlamıştır. Bunlardan daha tehlikelisine gelince, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizzat dikkatle üzerinde durduğu İbn Sayyâd’dır ki, vasatın namüsait olmasından ortaya çıkma imkânını bulamamıştır. Çünkü Medine-i Münevvere’de sahabe onu kıskıvrak sıkıştırmış, sesini soluğunu kesmiş ve bu korkunç hortlak, müsait zemin bulup hortlayamamıştır.
Şeytan da vasata bağlı olarak hortlayıvermiş ve Allah (celle celâluhu) karşısında isyan bayrağını çekmişti. Zira onda şeytanlık duygu ve düşüncesi vardı. Âdem’e (aleyhisselâm) secde etme meselesi bardağı taşıran son damla olmuştu. Nifak, birdenbire neşv ü nema bulmuş ve içteki küfür dışa vurmuştu. O, içinde küfür tohumu bulunduğundan dolayı da Allah’a karşı itiraz edebiliyor ve soru sorabiliyordu. Hâlbuki, melekler bir gün istifsâr (hikmetini anlamak için soru sormak) mahiyetinde Allah’a, “Nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın?” (Bakara sûresi, 2/30) demişlerdi.. demişlerdi ama Cenab-ı Hak, Hazreti Âdem’i yaratınca, Âdem’e secde emrini yerine getirmekte bir an bile tereddütte bulunmamışlar ve “Sübhânsın ya Rab! Sana sığınırız, biz bir şey bilmiyoruz. Bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki?! Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin!” (Bakara sûresi, 2/32) diye itiraf etmişlerdi.
Haddizatında bu secde Allah’a (celle celâluhu) yapılıyordu. Kâbe’nin mihrap olarak önümüze konduğu gibi, o zaman meleklerin önüne de Hazreti Âdem (aleyhisselâm) konmuştu. Burada secde, Allah’ın isimlerinin en câmi aynası olan insanda odaklaşan esmâ-i ilâhiyeye ve hilâfet unvanlı o büyük mânâya müteveccihen oluyordu. Şeytan ise bu hassas dönemde virajı alamamış ve uçurumdan aşağıya yuvarlanmıştı. Aslında içindeki nifakı onu batırdı, daha sonra da küfrün temsilcisi olarak ortaya çıkıp insanlığa musallat oldu. Şeytanda asla edep hissi görülmez. Emre itaatteki inceliği anlaması lazım gelen yerde, “Ben çamurdan yarattığına hiç secde eder miyim? Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten O’nu topraktan yarattın.” (A’râf sûresi, 7/12) der. Bu, –af buyurun– küstahlık ve bir su-i edeptir ki, ondaki haset ve hazımsızlığa delâlet eder. Belli ki şeytanın içinde bir hastalık vardı da Hazreti Âdem’e (aleyhisselâm) secde bahane oldu ve bununla şeytanın küfrü açığa çıktı. Küfür meydana çıkınca da artık kalbinde mârifet-i Sâni’e hiç yer kalmadı.
Nitekim günümüzde de pek çok kimsenin kalbinde mârifet-i Sâni’e yer olmadığından bütün kâinat, âyet âyet, onların kalblerine girse de onlar kat’iyen bedbahtlıklarından kopamazlar. Bundan dolayı kalbleri mühürlenmiş gibi hiçbir şeyden anlamazlar. Zira onlar anlama niyetinde değillerdir. Bu itibarla da mârifet adına onlara anlatacağınız hiçbir şey hüsnükabul görmeyecektir.
Bir insanın, imanı elde etmesi için, içte alıcı bir cihaz lazımdır ki, haber göndersin ve gelen mesajları doğru algılasın. Bu kimseler ise içlerinde hiç alıcı bırakmamışlar ve böylece ikinci bir bozuk fıtrat kazanmışlardır. Oysaki yaratılışta onların vicdanları da selim ve Hak’tan gelecek her şeyi kabul edecek mahiyetteydi ki bu noktaya işaret eden Muhbir-i Sâdık “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar, sonra annesi ve babası tarafından ya Yahudileştirilir, ya Nasranileştirilir veya Mecusileştirilir.”[7] buyurmaktadır. Evet, ikinci bir fıtrat kazanmış bu kimseler, içte bir alıcı olmadığından dolayı artık hiçbir doğruyu kabul edemezler ki, şeytanın fıtratı da işte buydu…
Allah (celle celâluhu), cinnî ve insî şeytanların şerrinden inayeti ve riayetiyle bizleri muhafaza buyursun. Âmin!
[1] Bkz.: Bakara sûresi, 2/34, A’râf sûresi, 7/11, Hicr sûresi, 15/31, İsrâ sûresi, 17/61, Kehf sûresi, 18/50, Tâhâ sûresi, 20/116, Sâd sûresi, 38/74-75.
[2] Hicr sûresi, 15/30; Sâd sûresi, 38/73.
[3] Bkz.: İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/78, 3/89.
[4] Bkz.: es-Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân 6/175; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/76.
[5] Bkz.: İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 1/76, 78.
[6] Bkz.: İbn Ebî Şeybe, Musannef 5/435; el-Hâkim, el-Müstedrek 4/356.
[7] Buhârî, cenâiz 80, 93, tefsîru sûre (30) 1, kader 3; Müslim, kader 22-25.
- tarihinde hazırlandı.