Müfredat mânâsı (20. âyet)

Müfredat mânâsı (20. âyet)

Müfredat mânâsı itibarıyla kelimelerin hususiyetlerine gelince:

يَكَادُ nahiv ifadesiyle ef’âl-i mukârabeden bir fiildir. Genel olarak da haberini أَنْ’siz muzâri olarak alır. Ancak az da olsa bunun aksine أَنْ ile aldığı olur.

Mesela, Mülk Sûresi’nde geçen تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ (Mülk sûresi, 67/8) ifadesinde, haberi olan تَمَيَّزُ fiili, başına أَنْ almaksızın gelmiştir. Mânâsı “Cehennem neredeyse şiddetinden çatlayacak gibi.”dir. كَادَ yardımcı fiil olarak kendinden sonra gelen fiilin vukûunun yakın olduğunu bildirip “hemen hemen, nerdeyse..” gibi mânâlara gelir. Dolayısıyla –Nahivciler arasında ihtilaf edilen bir yanı olmakla birlikte– bu fiil müsbet kullanıldığında, yardımcı olduğu fiilin mânâsı menfi, menfi kullanıldığında ise müsbet çıkar. Mesela تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظ “Neredeyse şiddetinden çatlayacak.” âyetinde كَادَ müspet olduğu için ana fiilin mânâsı menfidir, yani –çatlamaya yaklaşmış olmasına rağmen– “çatlamadı” demektir. فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُوا يَفْعَلُونَ “(Sığırı) boğazladılar. Ancak neredeyse bunu yapmayacaklardı.” (Bakara sûresi, 2/71) âyetinde ise, كَادَ menfi olduğu için ana fiilin mânâsı müspettir; yani “neredeyse yapmayacaklardı” ifadesi, öncesinde de belirtildiği gibi bunu yaptıklarını anlatır. Bunlar كَادَ fiiline ait hususiyetlerdir.

الْبَرْقُ: Berk’in “çakan, parlayan, gözleri kamaştıran ve çakmasıyla zevali bir anda olup biten şimşek” mânâsına geldiğini daha önce görmüştük.

يَخْطَفُ : خَطِفَ fiilinin muzârisi olup “süratle kapıp kaçırma, çarpıp alma” gibi anlamlara gelmektedir. Bundan başka o, ister eliyle, ister gözüyle, ister kulağıyla bir şey hakkında hırsızlık yapma, süratle bakma, hemen zihin veya hayal dairesine o mânâyı intikal ettirme mânâlarına da gelmektedir. Yani süratle kulak kabartma ve hemen zihin hazinesine o mânâyı intikal ettirme yahut ellerle süratle yakalama ve kaçırma, hırsızlık yapma anlamına gelmektedir. Bu âyette ise daha ziyade gözlerin ziyasının aniden kapılıp kaçırılması, görürken görmez hâle gelmesi gibi bir husus işaretlenmektedir.

Bu kelimeyle ilgili şu âyeti de zikretmekte yarar var:

إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ
“Şerir şeytanlar ve cinler, Mele-i âlâda cereyan eden hâdiselere kulak kabartır, kulak hırsızlığı yaparlar. Ancak hemen arkasından bir şahap peşlerine takılır da onları semalar âleminden tard eder.” (Sâffât sûresi, 37/10)

Bakara Sûre-i Celîlesindeki bu âyette ise, şimşek, münafıkîn ve şeyâtînin gözlerini alıyor, çarpıyor ve hırsızlıyor gibi bir mânâ söz konusudur, nükte-i belâgat bölümünde üzerinde durulabilir.

أَبْصَار kelimesi, بَصَر kelimesinin çoğulu olup “göz” mânâsına gelir. Fakat daha ziyade nasıl kalbin latîfe-i Rabbâniye olarak mânevî bir yönü var, öyle de kalbin gerçekten görücü unsuruna da basar denilmektedir. Bunun cemi’si ise أَبْصَار’dır. أَبْصَار başka عُيُون başkadır.

كُلَّمَۤا : كُلّ kelimesi, bir mecmuun bütün fertlerini istiâb edip içine alan bir sözcüktür. Muzâf olduğunda, muzâfun ileyhi nekre ise bütün fertler mânâsına gelir. Bu itibarla كُلُّ فَرْدٍ ifadesi, istisnasız her bir fert demek olur. Bunun anlamı da “müstesna hiçbir fert yok” demektir. Yine كُلُّ شَيْءٍ “her şey” demektir. كُلّ kelimesi mârifeye muzâf olduğu zaman ise o şeyin umum eczâı mânâsına gelir ki. Yani mesela; كُلُّ إِنْسَانٍ “bütün insan fertleri” anlamına gelmesine mukabil, كُلُّ الْإِنْسَانِ ile “insanın bütün uzuvları, iç-dış yapısı” kastedilmiş olur. Kısaca كُلّ kelimesi buradaki gibi mâ-yı masdariye veya zarfiyeye muzâf olduğunda ise tekerrür ifade eder ve “her zaman, her defasında” mânâsına gelir.

اَضَۤاءَ kelimesi daha önce görmüş olduğumuz gibi “aydınlatma, parıldama ve parıldatma” anlamlarında kullanılmaktadır.

لَهُمْ malum olduğu üzere, başına لalmış zamir-i mecrur-u muttasıldır.

مَشَوْا : مَشَى – يَمْشِي’den fiil-i mâzi cem-i müzekker gâibdir. İnsanın mutad yürüyüşüne مَشْي denilir. Bu dilde, gece yürüyüşü başka, gündüz yürüyüşü başka kelimelerle ifade edilir. مَشْي bir koşma değil, aynı zamanda ağır bir hareket de değil, normal ve mutad bir yürüyüş demektir.

إِذَۤا أَظْلَمَ’deki إِذَۤا şart içindir. إِنْ kelimesine göre nispî olarak kat’iyet ifade eder.

أَظْلَمَ kelimesi if’âl babından olup “karanlık çöktü, karanlığı çökertti” mânâlarına gelmektedir. Yerine göre bunlardan biri kastedilir. İf’âl babından gelmesi itibarıyla hemzesi “ta’diye” için olabileceği gibi “sayrûret” için de olabilir. Bu tabire, “Karanlık yüzde ve satıhta idi de geldi başlarına çöktü.” veya “Başka bir tarafta mevcut idi de geldi onları kapladı.” yahut “Etraf açıkken karanlık bastı.” yahut da “Onlar o muzlim vicdanlarında ziyayı zulmet gibi gördüler, o atmosferi karanlık buldular.” şeklinde mânâ verilebilir ki bunların hepsiyle de meseleyi telif etmek mümkündür.

قَامُوا kelimesi قَامَ fiilinin mâzi, cem-i müzekker gâib sigasıdır ki, “Ayakta kalakaldılar.” şeklinde mânâ vermek uygun olur.

شَۤاءَ kelimesi üçüncü babdan gelmekte olup, “diledi, meşîeti taalluk etti” mânâlarını ihtiva etmektedir.

ذَهَبَ yine üçüncü babdan bir kelime olup “gitti” anlamındadır. بile kullanıldığında “götürdü, giderdi” mânâsına gelir.

إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ : شَيْء kelimesi ile قَدِير ismi üzerinde de durmak yararlı olacaktır.

شَيْء kelimesi, مَا mânâsına da, مَنْ mânâsına da kullanılır. مَا kelimesine eskiden “nesne”, مَنْ’e de “kimesne” derlerdi. Daha sonraları ise nesne tamamen yerini “şey”e, “kimesne” de “kimse”ye terk etti. “Şey”, tarif olarak, bilinip kendisinden haber verilmesi sahih olan bir nesne demektir. Bunları Ta’rîfât kitaplarındaki tariflere bırakıp geçelim.

“Şey” kelimesinde zikredeceğimiz üç husus var:

Evvela, bu âyetle alâkalı olanıdır ki, burada “şey” kelimesi ister mevcut olsun, ister mâdum olsun mümkine denir. Mâduma “şey” denir mi, denmez mi şimdilik o hususu geçelim. Burada maksud olan “mümkin”dir, “vacib” değildir. Bu itibarla da âyetteki “şey” kelimesi bu mânâda anlaşılmalıdır.

إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Cenab-ı Hak (celle celâluhu) her şeye kadirdir.” ifadesi, akla şöyle bir soru getirmektedir: Cenab-ı Hakk’ın kudretinin mevcuda taalluk keyfiyeti nedir? Mevcut nasıl olsa var, kudretin yeniden buna taallukundan ne anlaşılmalıdır? Bazıları bu anlayıştan hareketle, kudret, bir şeyi yoktan meydana getirmek için taalluk eder; dolayısıyla onun taalluku yokadır; o, vara taalluk etmez demişlerdir. Bu anlayışta olan biri, “Cenab-ı Hakk’ın kudreti mevcuda değil, mâduma taalluk eder.” şeklinde düşünmektedir. Oysaki Cenab-ı Hak nasıl Hayy’dır, Kadîr’dir; öyle de Kayyûm’dur. Yoktan var etmede kudret, var etmek, vücuda mazhar kılmak için taalluk eder. O şey vücuda geldikten sonra da onu her an tebeddül ve tegayyürler çerçevesinde hep var eder durur. Bu itibarla o, hayatı boyunca hep farklı var olma vetireleri yaşar. Dolayısıyla her varlığın, hem vücudunda hem de vücudunun devamında kudrete ihtiyacı vardır. Binaenaleyh buradaki “şey”le biz hem mevcudu hem de mâdumu kastediyoruz.

Cehmiye mezhebinin kurucusu Cehm İbn Safvân gibi bazıları, Cenab ı Hakk’a “şey” denmez der. Onlara göre bu, Cenab-ı Hakk’ı mahlukatına benzetme mânâsı taşır. Ehl-i Sünnet’in nokta-i nazarına göre ise bu kelime, yukarıda da belirttiğimiz gibi “bilinip kendisinden haber verilmesi sahih olan” her mevcuda şamildir, bundan dolayı Allah’a da şey denilebilir.

Bed’ü’l-emâlî’de:

نُسَمِّي اللهَ شَيْئًا لَا كَالْأَشْيَاءِ ... وَذَاتًا عَنْ جِهَاتِ السِّتِّ خَالِ “Biz Allah’a da ‘şey’ deriz. Fakat O, sair nesneler gibi bir şey değildir (O, araz ve cevher gibi şeylerden münezzeh ve mukaddestir). O’na ‘zât’ da deriz ama O öyle bir Zât’tır ki, altı yönden ve hayyizden, mekândan hâlîdir, münezzehtir, mukaddestir.”[1] denilerek bu hakikate işaret edilmektedir.

قَدِيرٌ kelimesine gelince, o, “kudret sahibi, muktedir, istediği şeyi istediği keyfiyette yapmaya gücü yeten” mânâsında bir siga-i mübalağa ya da sıfat-ı müşebbehedir. Esmâ-i hüsnâ içerisinde hem Kadîr hem de Kâdir isimleri mevcuttur. Ne var ki, aralarında bir farkın olduğu da açıktır. Biz, birinin gücünü ifade için “Falan, falan işi yapmaya “kâdir” desek de hiçbir zaman bunu “kadîr” şeklinde ifade etmeyiz. Evet, Kadîr ismi, Cenab-ı Hakk’ın Zât’ına has bir isimdir, başkaları hakkında kullanılamaz. Ama Kâdir ismine mânâ verirken, “Allah dilerse yapar, dilerse yapmaz.” şeklinde ifade ederiz. Bunda da kudret mânâsı söz konusudur ama fiil ve o fiili terk, müsavi bir durum arz etmektedirler.

İsterseniz şimdi bir de meseleyi itikadî açıdan ele alalım. Meydana gelmesine Allah’ın meşieti taalluk eden her şey meydana gelir; Allah’ın meşieti, meydana gelmemesi şeklinde tecelli eden şey de meydana gelmez. Buna göre biz bir bakıma ademe de meşiet-i ilâhiyenin taallukunu görüyor gibi oluruz. Aslında bu, ulema arasında ihtilaf mevzuudur. Onlardan bazıları, وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ “Eğer Allah dileseydi...” gibi âyetlerin mânâsından hareketle: “Eğer Allah dilemiş olsa idi, olurdu; olmadığına göre demek ki dilememiş, yani olmayacak şeye (mâduma) Cenab-ı Hakk’ın meşieti taalluk etmez.” demişlerdir ki şu mânâya gelir: “Meşiet-i ilâhiye taalluk edince olur, meşiet-i ilâhiye taalluk etmeyince olmaz.” Hâlbuki hakikat hiç de öyle değildir. İşin doğrusu şudur: Meşiet-i ilâhiye bir şeyin olmasına taalluk ederse o olur; olmamasına taalluk ederse de olmaz. Evet, olmada da, olmamada da meşiet-i ilâhiye esastır. Medar-ı ihtilaf bu meseleyi Mevkıfü’l-beşer tahte sultâni’l-kader isimli eserinde Mustafa Sabri Bey delilleriyle ariz ve amik olarak arz eder...[2]

قَدِير kelimesine dönecek olursak; onun açılımını اَلْفَعَّالُ لِمَا شَاءَ كَمَا يَشَاءُ “Allah neyi dilerse ve nasıl dilerse öyle yapar.” şeklinde yapabiliriz. Yukarıda da ifade edildiği gibi Kâdir ismi, “dilerse yapar dilerse yapmaz” hakikatine bakmaktadır. Bunlardan birinde, insanın meyelanı söz konusudur, diğerinde ise değildir. Ayrıca Kadîr isminde âyât-i tekviniyedeki cebir söz konusudur ki; orada insan iradesi hiç hesaba katılmaz. Allah dilediği şeyi dilediği keyfiyette yapar.

Kudret ve meşiet meselesi Kelâm’da en zor meselelerdendir. Kuvvet mânâsına da gelen bu kelime tek yönlü bir şeye gücün yetmesi demektir. Kudret ise daha umumi olarak gücün yetmesi anlamındadır ve Türkçede bunu ifade eden kelime yoktur. Yani bir insan sadece mecburen iradesini kullanır, enerjisini kullanır ve bir şey yapar. Mesela, bir cismi iterek belli bir istikamete sevk eder. Buna bir kuvvet nazarıyla bakarız ama kudret diyemeyiz. Kudret denmesi için iç içe zıt şeylerin olması da söz konusudur. Yani insan o cisme vurup iterken aynı zamanda çekmeyi de gerçekleştirmeye muktedir olması gereklidir. Bir cismi güç kullanarak belli bir istikamete itmeye kuvvet denir ki, bu mânâda enerji de bir kuvvet kaynağıdır.

Kudrete gelince o kuvvet ve aynı zamanda iradedir. İterken çeker, çekerken iter. Binaenaleyh kuvvetle kudret birbirinden ayrı şeylerdir. Bunlardan birinde tek buud, diğerinde çok buud söz konusudur. Bazı erbab-ı ilim, “Birinde mecburilik, diğerinde ise ihtiyarilik var.” demektedirler. Evet o kudret-i kahire çekerken iter, iterken çeker. Kuvvette bu husus söz konusu değildir. Bir örnek; mesela birini hasta etmek için bir mikrop enjekte etmek yeter. Ama o adam hastalandığında, hastalığı verirken hemen geriye alma gücüne de sahip olunamadığından bu tek yönlü bir şey olur. Allah (celle celâluhu) ise hastalığı verirken aynı zamanda onu alıverir de yaptığı şeyi geriye çevirir. Allah’ın kuvvetinin taalluku itibarıyla meseleyi düşünecek olursak ona kudret, beşerin kuvvetinin taalluku itibarıyla düşünecek olursak buna da kuvvet diyoruz.

Ayrıca buradan ayrı bir mânâ daha seziliyor ki o, bazı yorumcuların mezelle-i akdâmı olmuştur. إِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ “Bütün mahlûkların rızıklarını veren, kâmil kuvvet ve tam iktidar sahibi Allah Teâlâdır.” (Zâriyât sûresi, 51/58) âyetinin ifadesiyle Cenab-ı Hak, Rezzâk ve aynı zamanda Zü’l-kuvve yani kuvvet sahibi, Kavî ve Metin’dir. Bu Kavî ve Metin’in arka arkaya zikredilmesi bir ıttıradı ve yeknesaklığı ifade etmektedir ki, bu da daha ziyade konunun mahall-i taallukunun tekvinî âyetler olduğunu yani kuvvetin mahall-i taallukunun tekvinî emirler olduğunu göstermektedir. O alanda cari olan şeylere biz kendi dilimizle enerji ve kuvvet diyebiliriz ki bu da bütün tahavvül ve tebeddülün esasen o kudret-i kâhirenin eseri olduğunu göstermektedir. Bu hususu da لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللهِ “Havl ve kuvvet ancak Allah’ın elindedir.”[3] beyanı gayet net olarak ifade etmektedir. Rızkın zaruri olarak yine bu kanunlar çerçevesinde meydana gelmesi de o hususta kuvvetin taalluku olarak görünmektedir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın kudretinin iki taallukundan birisi âyât‑ı tekviniyede cebrî o metin kanunlardır ki, kavi ve metin olarak o alanda taallukları söz konusudur. İşte bu yönüyle kudretin taallukuna kuvvet diyoruz ve Vacibu’l-Vücud’un kudret-i kâhiresini ifade için O’nu Kadîr ve Kâdir ismiyle anıyoruz.

Şimdi buna göre âyetin mânâ-i münifine bakalım:

Onlar bu dilhıraş, yürek parçalayan hâdise içinde yanıbaşlarında ra’dın tarrakalar çıkarması, gözlerinin önünde şimşeğin çakıp gözün ziyasını alıp götürmesi ve her hâdisenin kalbde bir irtiad yani bir ürperti, bir titreme hâsıl etmesi karşısında ara sıra çakan şimşek ne zaman onların tepesinde çaksa, o aydınlıkta ve aydınlığın buutları çerçevesinde biraz yürürler. Şimşek gaybubet ettiği ve iç içe karanlıklar onları çepeçevre sardığı anda da oldukları yerde kalakalırlar. Cenab-ı Hakk’ın meşieti onların görme ve işitme duyularını almaya taalluk etseydi onları da alıverirdi. Muhakkak Allah her şeye ve her şe’ne gücü yeten, kudreti kendinden bir Kadîr-i Mutlak’tır.

Bu açıdan burada anlatılmak istenen meselenin, ikinci temsilin devamı şeklinde –buna yukarıda tetimme-i temsil denilmişti– ele alınması daha uygun olacaktır. Vâkıa, müteahhirînden hususiyle de bu devirdeki yorumculardan bazıları “Bu müstakil bir temsildir, burada üç ayrı temsille münafıkların üç gürûhunun durumu anlatılıyor.” demektedirler ama âyet-i kerime siyak ve sibakıyla buna pek müsait görünmemektedir. Zira bu âyetteki zamirler, öbür âyetteki ifadelere işaret etmektedir ki münafıklar gürûhu burada şimşeğin çakması hâdisesi karşısındaki durumlarıyla resmedilmektedir.

Girişte arz ettiğim gibi vahy-i semaviden ümitvar olma, onun gönüllerde makes bulmasını düşünme veya düşünür gibi olma, fakat sonra bunu tamamen kaybetme hâlet-i ruhiyesi içinde olan kimselerin, o hususu düşüncede istikrarlı kimselerin görüp duyduğu gibi görüp duymalarına imkân yoktur.

* * *

Şimdi isterseniz bu meseleyi bir de içtimaî durumları anlatılan bir toplumun içtimaiyatına bakan yanıyla ve onların imansızlıklarının hâsıl ettiği ruh hâletleri itibarıyla yani ilm-i nefs ve ilm-i ahlâk açısından birer cümleyle hulâsa edelim.

İçtimaiyat (sosyoloji) açısından mesele ele alınacak olursa, burada taklitle menfaat arasında gel git yapan bir toplumun hâlet-i ruhiyesinin anlatıldığı görülür. Onların din ve iman namına durumları sadece taklitten ibarettir. Öyle ki bunlar sadece atalarından gördükleri şeyleri yaşama, ilimleri ve basiretleriyle meseleleri ele alamama gibi bir darlığın mahkûmudurlar. Öte yandan burada bir de menfaat meselesi bahis mevzuudur. Öyle ki, şayet bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkaniyet ve sıdkı zuhur ederse, bütün bütün kaybetmemek için ona göre de bir vaziyet almaktadırlar. Aksine –hâşâ– şayet sıdkı ve nübüvveti doğru değilse böyle küçük bir lem’anın parlaması beyhude yorulma olacaktır. İşte bu iki hususu resmetme adına küçük bir aydınlık ve arkasından hemen bir karanlıktan söz edilmektedir.

Ayrıca onların İslâm’a yakın gibi durmalarında, ganimet elde etme ve saldırıdan korunma gibi bel bağladıkları bir husus da bahis mevzuudur. Ne var ki, her inayet ve ihsan bir ağırlık ve mükellefiyete dayalı olarak meydana gelir. Binaenaleyh onlardan, ganimeti hak etmeleri için cihad etmeleri istenmekte, nübüvvetten istifade etmeleri için de ubûdiyetle mükellef tutulmaktadırlar.

Bu açıdan da iki mülâhaza arasında bir mekik hareketiyle sürekli gel git yaşamaktadırlar. Böyle istikrarsız bir toplumun huzurlu olması düşünülemez. Nitekim âyetin sonu da bu hususu ihtar etmektedir: وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ Yani Allah dilese ve irade buyursaydı, onların gözlerinin görmesini ve kulaklarının işitmesini alıverirdi de ne görür ne de duyarlardı. Ne var ki, Cenab-ı Hakk’ın meşieti o istikamette cereyan etmedi; etmedi de onların gözlerini ve kulaklarını almadı. Buna göre –Allahu a’lem– tablo şöyle resmedilebilir:

Cenab-ı Hak, bir kısım hikmet ve maslahatlardan ötürü onların görme ve işitme kabiliyetlerini almamıştır. Evet, onlar vâkıa görür, işitir durumdadırlar ama bakış zaviyesinin doğru olmaması onları bu hâle getirmiştir. Öyle ki bunlar, kâh görüyor kâh görmüyor olmalarından hep ızdırap içindedirler. Belki gözleri ve kulakları olmasa da görüp duymasalar bu kadar muzdarip olmayacaklardı ve ne şimşeğin çakması ne de ra’dın tarrakaları onlara çok fazla endişe vermeyecekti. Ayrıca onlar şöyle böyle bir şey yapıyor göründükleri hâlde aslında yapamıyorlardı. Öyleyse onların gözleri ve kulakları bulunmalıydı ki, yol almasalar da âlem nazarında yürüyor görünsünler ve hiçbir şey yapmadıkları hâlde, o bakış ve bu kulak verişle, yapıyor zannedilsinler. Bundan da anlaşılmaktadır ki, onlar hayatlarında hep hareket hâlindeler ama hareketleri ne dünya hayatına ait bir hayır getirmekte ne de ahiret hayatına ait onlara bir şey vaat etmektedir. Temsil gayet nettir. Onlar yürümektedirler, ama ne tarafa gittikleri belli değildir ve oldukları yerde dolaşıp durmaktadırlar. Öyle ki bazen bir şimşeğin çakmasına göre mütereddit adımlarla yol alıyor gibi görünmekte ama temelde yerlerinde saymaktadırlar.

Burada zikredilebilecek bir başka husus da şudur: Cenab-ı Hak cebrî olarak duygularını almak suretiyle onları bütün bütün mahrum bırakmamıştır. Bu anlayışa göre şöyle bir tasvir söz konusudur: Çölde şaşkına dönmüş bir kitle, başları üzerindeki şimşek ve yıldırım onları daha bir şaşkına çevirmekte, gözlerine kulaklarına girerek âdeta onlarla alay etmektedir. Öyle ki çölün bu vahşi durumundan kurtulamadıkları müddetçe de bu hâl hep böyle devam edecektir. Karanlıkta bir miktar kalkıp ayakları üzerine doğrulacaklar; meçhul bir istikamete doğru tereddüt içinde birkaç adım atacak ve gözlerinin önünde ışıkların sönmesiyle de oldukları yerde kalakalacaklardır. Burada, tıpkı tipide veya kum fırtınasında bunalmış bir toplumun hem umumi durumlarının hem de ruh hâllerinin tasviri yapılmaktadır.

Bir de meselenin ilm-i nefs (psikoloji) açısından tasviri söz konusudur. Şöyle ki, düal (iki türlü, iki yüzlü) görünen fertlerin her zaman kendilerine has bir durumları vardır. Bunların yüzlerinde yalancı bir tebessüm, gözlerinde sinsi bir bakış, kulaklarında haince bir dikkat ve bütün davranışlarında bir sunilik vardır. Binaenaleyh onlar, bu yönlerinin sezilmiş olabileceği endişesiyle sürekli suçluluk hâlet-i ruhiyesiyle hep bir tedirginlik içindedirler. Bu ruh hâletine binaen, bir bakarsınız yüzlerinde yalancı bir tebessüm, ardından bir kasılma ve somurtma. Öyle ki birden gözlerindeki o tebessüm söner ve onun yerini bir telaş alır. Yalancıktan olan o kulak kabartma birden bire sona erer ve kulaklar başka seslerle çınlamaya durur. Haklarında söylenen sözlerden tir tir titrer ve halkın kendilerince mânâlı bakışlarından endişe duymaya başlarlar. Halk anlayacak diye yüzlerinin rengi birden bire değişir ve görüntülerin yerini “olma”lar alır. Aslında, ruh hâleti itibarıyla bütün suçlu ve kusurlular suçunun, kusurunun bilindiğini hissettiği zaman daima hep aynı endişeyi duymuşlardır. Bu husus, her iki tabloda ve o tabloların tetimmesinde de açıktan açığa görünmektedir.

Ahlâk açısından; bu temsillerde resmedilen toplumun durumunda şunları görüyoruz: Her şeyden evvel bu toplumda ciddi bir istikrarsızlık söz konusu. Şöyle ki, kış mevsiminde yaz kıyafetiyle, yaz mevsiminde kış giysisiyle, yazda bahar edasıyla, baharda sonbahar tavrıyla farklı görüntüler sergileyerek çevrelerini sürekli meşgul ediyorlar. Oysaki Kur’ân-ı Kerim, “kelime-i tayyibe”yi (güzel söz) anlatırken onda istikrar ve kök salıp semaya ser çekme üzerinde durmakta; “kelime-i habîse”yi (çirkin, kötü söz) ise istikrarsızlığın remzi olarak her gün ve her mevsim başka bir yerde bulunma resmiyle ortaya koymaktadır.[4] Binaenaleyh ahlâk açısından istikrarsızlık ve o münafıkça tavır ve davranışlar öyle kötü şeylerdir ki, onlar bununla bir şey kazandıklarını sansalar da hep kayıplar yaşamaktadırlar. Zira böylelerinde sabit bir hayat tarzı yoktur; bazen herkesin güldüğü anda onlar ağlar, âlemin ağladığı anlarda da gülerler.

Evet, Müslümanlar zaferyab olduklarında onlar mahzun olur, aksine Müslümanlar mağlup olup herkesin ağladığı demlerde de gülerler. Onlarda her zaman bir aykırılık görülür. Böyle bir hânenin içinde yetişen nesiller de böyle hissiz ve duygusuz yetişirler. Zira nesillerin de otlar, ağaçlar gibi kuvve-i inbatiyesi muttarıt (düzenli) bir zemine ihtiyaçları vardır. O olmadığı takdirde onlarda da istikrar söz konusu olamaz. Bunun için, bir münafık hânede yetişen evlat, şayet daha sonra sıcak bir mü’min harîmi bulamamışsa, ataları gibi münafık olarak yetişir. Evet, o habis cazibeden sıyrılabilip Müslümanlığın cazibe-i kutsiyesi içine girenler kurtulmuş olurlar.

Onların bu hâli, İslâmî ahkâm ve fıkıh açısından da bir özellik arz etmektedir. Şöyle ki, Kur’ân-ı Kerim’de, mü’minlerin dışında mütecaviz kimseler hakkında da verilmiş hükümler vardır. Ama münafıklar hakkında şöyle böyle net bir hüküm verilmemektedir. Müslümanlarla harp durumunda olan mütecaviz kâfirler için, savaş ahkâmının gereği olarak: وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ “Onları nerede bulursanız öldürün.” (Nisâ sûresi, 4/191) buyrulur. Hâlbuki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) münafıkları öldürmekten ashâbını men etmiştir. Bu konuyla alâkalı şunlar söylenebilir:

1. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) münafıkları bildiği hâlde –bir hadisin de ifadesiyle– “Ashabını öldürüyor.”[5]dedirtmemek için onları öldürtmekten kaçınmıştır.

2. Münafıkların daha önceden de Müslümanlarla sıkı bir münasebetleri olduğundan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “te’lîf-i kulûb”de bulunmuş, ganimetten istifade edebilecekleri yerde istifadelerini sağlayarak Müslümanlığa ısınmalarını hedeflemiştir.

3. İslâm, hukuk açısından insanların kalblerine göre değil, davranışlarına göre hüküm verilmesini emretmektedir. İçlerine göre hüküm vermeye gelince o, Allâmü’l-guyûba aittir. Biz gayba muttali olmadığımıza göre, نَحْنُ نَحْكُمُ بِالظَّاهِرِ deme, zâhire göre hükmetme mecburiyetindeyiz. Binaenaleyh Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Tebük vakasını müteakip pek çok mazeretle huzuruna gelen münafık gürûhunun hemen hepsini dinlemiş, mazeretlerini kabul etmiş, bir şey söylememiş ve onların içlerini Allah’a havale etmiştir.[6] Bu, “İçinizi Allah’a havale ediyorum. Dışınıza göre ben sizin Müslüman olduğunuza hükmediyor ve mazeretinizi kabul ediyorum.” anlamına gelmektedir. Onun içindir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), münafıklar hakkında zecrî bir duruma başvurmamış ve onları Allah’a (celle celâluhu) havale etmiştir. Ancak, bundan istinbat edilebilecek ahkâm, sadece münafığı kendine has keyfiyetiyle kavrama, küfrü ve tecavüzü ifade eden açık bir durum oluncaya kadar onları hukuki açıdan Müslümanlardan ayırmama şeklindedir. Bütün bunların yanında münafıkları bilme, onlara İslâm’ın sırlarını intikal ettirmeme veya o sırların onlara intikaline meydan vermeme de üzerinde durulması gereken ayrı bir konudur.

[1] el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.149.
[2] Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfü’l-beşer tahte sultâni’l-kader s.108-133.
[3] Bkz.: Buhârî, meğâzî 38, deavât 51, 68, kader 7; Müslim, zikir 44-46.
[4] Bkz.: İbrahim sûresi, 14/24, 26.
[5] Buhârî, tefsîru sûre (63) 5, 7; Müslim, birr 63.
[6] Buhârî, meğâzî 79; Müslim, tevbe 53.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.