Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (20. âyet)

Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (20. âyet)

Âyet-i kerimede beraber kullanılan, يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ ifadesinde; يَكَادُ’daki mukârabe, الْبَرْقُ’daki sürat ve يَخْطَفُ’daki süratli kapış, tabloya çok fevkalâde bir canlılık kazandırmaktadır. Evet, ef’âl-i mukârabeden olup “neredeyse, hemen hemen” mânâsına gelen كَادَ fiilinde bir yakınlık ve sürat mânâsı söz konusudur. Ayrıca بَرْق kelimesinde bir süratli çakış, خَطِفَ fiilinde de seri bir kapış vardır. Gökten göze inecek ve gözün ziyasına fer olabilecek şimşek parıltısı sürati ifade etmektedir. Âyet-i kerimenin cezâlet-i beyanı açısından şöyle denebilir: يَكَادُ fiili يَخْطَفُ fiiliyle yan yana gelince, süratle hemen kapıp kaçırma mânâsı ortaya çıkmaktadır. Yani sanki onların gözleri hemen görebileceği bir duruma gelince, onlar görmezden evvel şimşek hemen görme hissini kapıp kaçırmaktadır. Evet, dikkat edilince böyle bir düşünme tarzı âyet-i kerimenin mânâsında hemen hissedilmektedir. Çünkü karanlığa alışan bir göz etrafını biraz görür ve ona alışır. Ama ara sıra çakan şimşek, onun doğru görmesine engel olur. Evet, gözünün önünde an be an şimşek çakan kimse, karanlık içinde az da olsa etrafını görme durumuna hiçbir zaman gelemeyecektir. Göz, etrafıyla bir mutabakat ve uyuma varacağı an, şimşeğin çakması onun görme istidat ve kabiliyetini alıp götürür ki âyetin ifade ettiği de işte budur. Şimşeğin gözün görmesini kapıp götürmesi, bir belâgat nüktesi olarak gayet latiftir.

أَبْصَار kelimesi, onların gözlerinden ziyade basiretlerinde körlük olduğuna işarettir. Onların bu işi görebilecek ve hissedebilecek bütün görme kabiliyetleri köreltilmiş ve baksalar da görmez hâle getirilmişlerdir. Zaten mümesselün leh’te, hakikati görmeyen de basiret gözüdür ki, misalde de bu alınmakta ve mümesselün leh’teki hakikate telmih yapılmaktadır. Yani onlara, “Misale saplanıp kalmayın, dikkat edin.” denilmektedir. Misali verirken, misaldeki kayıtların âdeta kanallar hâlinde mümesselün leh’e bağlanmış olduğu açıkça vurgulanmaktadır. Yani hangi kanalın ucuna dokunulursa mümesselün leh’ten ses duyulmaktadır. Bu açıdan, ebsâr kanalına dokunulduğunda da onlardaki mânevî körlük sesi duyulmaktadır.

كُلَّمَۤا أَضَۤاءَ ifadesi, münafıkların her fırsatı değerlendirmeye çalıştıkları hissini ifade etmektedir. Sanki onlar, gözlerini belli bir noktaya teksif etmiş de şimşeğin çakmasını bekliyorlarmış ve çakınca da hemen kalkıp yürüyeceklermiş gibi bir hâl sezilmektedir. Bir de cümlenin isti’nâf (başlangıç) cümlesi olması itibarıyla sanki soru sorana cevap veriliyormuşçasına bir üslup tercih edilmiştir: “Neredeyse şimşek gözlerini kapıp götürecekmiş gibi.” Öyleyse bunların hâli oldukça karışık olacaktır ve şaşkınlık içinde mütemadiyen şimşek çakması ve karanlık basması arasında gelgitler yaşayacaklardır.

لَهُمْ kelimesinden, bu kadarcık şimşeği dahi onların, “aleyh”lerinde değil “leh”lerinde bir hâdise saydıkları mânâsı anlaşılmaktadır.

مَشَوْا kelimesi ise onların süratli yürüyemediklerini, hızlı hareket edemediklerini anlatmaktadır. Aslında, –Kur’ân’ın ifadesiyle[1]– karanlıkta ellerini, parmaklarını çıkarsalar göremeyecekleri bir yerde süratli adım atmalarına da imkân yoktur. Bu da her tarafta tereddüt olduğu, her tereddüdün de bir tehdide dayalı olduğunu ifade bakımından gayet önemlidir.

فِيهِ zarfı, o ışığın, yani şimşek ışığının darlığını ifade etmektedir. Yani onlar ancak şimşeğin aydınlatma buutları içerisinde, gözlerinin görebildiği o saha çerçevesinde adım atabiliyorlar. Tasvir mükemmeldir.

وَإِذَۤا أَظْلَمَ cümlesindeki إِذَۤا kelimesinin ifade ettiği kat’iyet, cümlenin kendinden sonra gelecek unsurlarıyla ifade edilecek hususların gerçekleşeceğini/gerçekleştiğini bildirir. Bu, mümesselün leh’le düşünüldüğünde “onların vicdanlarına karanlık çöktüğünde, ruh hâletlerini karamsarlık sardığında, dahası dünyaları ve ufukları karardığında ve maddî-mânevî zalâma maruz kaldıklarında.. ki bunların hepsi gerçekleşmektedir.” gibi bir resim ortaya çıkmaktadır.

قَامُوا “Oldukları yerde kalıverirler.” demektir ki bize şunu anlatır: Onlar hep tereddütle adım atmaktadırlar ama ışık sönünce de yeni bir şimşeğin çakmasını beklemeye dururlar. Resmedilen bu ruh hâleti de bize şu hakikati hatırlatır: İnsan ne olursa olsun, kendi ruhunu sıkabilecek bir âlem içinde bir tek adımı dahi zayi etmek istemez, her bir adımını değerlendirmeyi düşünür.

لَوْ kelimesi كُلَّمَۤا’nın aksine, kıyas-ı istisna-i gayr-i müstakimdir. Yani Cenab-ı Hak onların gözlerinin görmesini ve kulaklarının işitmesini almayı dilese ve meşieti ona taalluk etseydi onları alırdı. Alma olmadığına göre demek ki meşiet taalluk etmedi. لَوْ malum olduğu üzere “harf-i imtina”dır. Yani şartında zikredilen şey vuku bulmadığı için cevabında zikredilenin de vuku bulmadığını bildirir. Mesela لَوْ جَاءَنِي لَأَكْرَمْتُهُ “Eğer bana gelseydi, ben ona ikram ederdim.” örneğinde olduğu gibi. Bunun mânâsı, “Gelmedi, ben de ikram etmedim.”dir. Burada da, “Allah dileseydi onların gözlerinin ziyasını alırdı. Gözlerinin ziyasını almadı, demek ki bunu dilemedi.” demektir.

شَاءَ kelimesi göstermektedir ki, her şeyde esas olan ilâhî meşiettir. Esbap bir perdedir. Ziyayı zulmete çevirme de Allah’ın meşietiyledir.

الله: Burada lafz-ı celâle doğrudan doğruya zikredilmektedir ki, zâhiren her şeyde bir kısım esbap söz konusu olsa da verâların verâsında her zaman zatıyla O’nun (celle celâluhu) tasarrufu bahis mevzuudur. Dikkat edilecek husus da işte budur. Onların Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı tavırları, menfaat-ı dünyeviye mülâhazaları, hazımsızlıkları, zikzaklı hayat tarzları, âbâ u ecdadı taklit etmeleri… gibi şeyler hep birer sebepten ibarettir. Bu sebeplerin verâsında, şart‑ı âdi plânında o esbaba binaen onların küfürlerini halk eden Allah’tır (celle celâluhu). Mümesselün leh’te arz edildiği gibi, “Eğer Allah onların gözlerinin görmesini, kulaklarının işitmesini almayı dileseydi, alırdı. Dilemediği için almadı.” Bundan anlaşılmaktadır ki, meyelan, meyelandaki tasarruf mahfuz, her şeyin verâsında hâkim olan, hiçbir sebep ve müsebbep değil bizzat Allah’ın meşiet ve kudretidir.

سَمْع ve أَبْصَار kelimeleri, biri müfred, diğeri ise cemi’ olarak gelmiştir. Mesmûâtın bir olduğu, daha önce kâfirlerle alâkalı kısım arz edilirken ifade edilmişti. أَبْصَار’ın cemi’ gelmesi ise, onun daha çok türü olduğu, yani herkesin değerlendirmesi ayrı olabileceği ve netice itibarıyla ayrı ayrı görmeler söz konusu olacağı içindir. Halbuki duyma tek yerden olur; Allah (celle celâluhu) birdir, O duyurur; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) birdir, O tebliğ eder ve ferden ferdâ herkes kendi kendine duyar. İşte bütün bu müfredleri ifade için bunda سَمْعِهِمْ diğerinde ise أَبْصَارِهِمْ denilmiştir.

Meselenin ciddiyeti, muarızların muhalefet derecesi ne olursa olsun Cenab-ı Hakk’ın hâkimiyeti lâyezâldir. O (celle celâluhu), zatında لَمْ يَزَلْ – “ezelî” bulunduğu gibi aynı şekilde لَا يَزَال – “ebedî”dir. Evet, O’nun bidayeti söz konusu olmadığı gibi nihayeti de yoktur ve kudreti de sınırsızdır. İnsanın kuvveti düşünülürken bir meyelan ve onda tasarruf gibi bir şey akla gelmektedir. Evet insanın iktidarı, mütesâvittarafeynden (iki tarafı birbirine müsavi ve denk olan) birini yapma veya terk etme iktidarından ibarettir. Allah’ın kudreti ise her türlü tedahülden, kayıtlardan müberrâ ve münezzehtir. قَدِير ismi de işte bu mânâyı ifade etmektedir. Bu kelime mübalağa sigası veya sıfat-ı müşebbehedir. Mübalağa sigası kabul edilmesi, kudretinin enginliğine delâlet eder. Sıfat-ı müşebbehe olması ise O’nun kudretinin gelip geçici değil daimî, zâtî olduğunu işaretler. Vâkıa, Cenab ı Hakk’ın قَادِر ismi de vardır. Fakat onun keyfiyet-i taalluku başkadır. Öyleyse قَدِير ismine mânâ verirken “Kudret-i zatiye, kudret-i dâime sahibi” demek icabeder. O zatî olduğundan dolayı da her türlü izafetten münezzeh, mukaddes ve müberrâdır. Beşerin takati gibi sınırlı, izafi ve mahdut değildir.

* * *

Buraya kadar ifade edilen –الٓمٓ müstesna– mü’minler hakkında dört âyet-i kerime, kâfirler hakkında iki âyet-i kerime ve münafıklar hakkında 13 âyet-i kerime ile üç sınıf üzerinde duruldu ve hususi vasıflarına vurguda bulunuldu. Burada mü’minler, bütün kitaplara inanmanın yanında bir de gayba iman gibi bir paye ile serfiraz oldukları anlatılarak tebcil edilmektedirler. Kâfırler ise, inzar ve tebşire kapalı olmanın yanında küfre kilitlenmiş olarak nazara verilmektedir. Bunlardan bir kısmı küfre davetçi ve açıktan küfrün müdafileri olmasına karşılık diğerleri küfrün içine düşmüş çıkamamakta ve taklit içinde bocalamaktadırlar. Münafıklar da bunlar gibi, bazısı avam, bazıları da havas nifak gürûhu olarak karşımıza çıkmaktadır. Hem temsilde hem de mümesselün leh’te her ikisinin durumunu da görmek mümkündür. Bir bakıma bunlar için de, kâfirler hakkında düşündüğümüz aynı şeyi düşünebiliriz. Bunlardan biri, küfre davet eden münafıkîn gürûhu, diğeri de bunları veya âbâ ve ecdadını taklit eden münafıkîn gürûhu. Her dönemde de bu hep böyle olmuştur. İşte bütün bunları böyle tertip, tasvir ve ifade ettikten sonra beyan-ı Kur’ân bütün bu farklı cemaatler hakkında ister ilâhî mesaja icabet eden olsun, ister henüz icabet etmemiş bulunsun, mesajın menâtını da göstererek herkese umumi bir davette bulunmakta: يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ “Ey insanlar! Sizi yaratan, var eden Rabbinize ubûdiyette bulunun (kul olun, kulluk vazifesini yerine getirin)!” şeklinde umum insanlığı birden mütalâa ve müşahedeye arz edip tevhid-i rubûbiyete karşı tevhid-i ubûdiyeti ihtar etmektedir.

[1] Nûr sûresi, 24/40.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.