Müfredat mânâsı (21-22. âyetler)

Müfredat mânâsı (21-22. âyetler)

اَلنَّاسُ kelimesini, iştikak itibarıyla daha evvel görüp mahmili ile beraber ele almıştık.

خَلَقَكُمْ: Arapça birinci babdan gelen خَلْقkelimesi, buradaki mânâsı itibarıyla, ibdâ tarikiyle sanatını izhar etmek yani yoktan yaratmak mânâsına gelir ki, bu mânâda yalnızca Vacibü’l-Vücud’a isnat edilen bir kelimedir. Türkçede bunun karşılığı “yaratmak”tır. Binaenaleyh yaratma kelimesi sadece Allah’a isnat edilir.

Üzerinde duracağımız ikinci kelime لَعَلَّ. Bu kelime, malum olduğu üzere, tereccî içindir, ümit edilen, olması umulan, ihtimal dahilindeki hususları ifadede kullanılır. Tereccî’nin Cenab-ı Hakk’a isnadı, kat’iyet ifade etmediği mülâhazasıyla uygun görülmemiştir; yani Cenab-ı Hak ümit etmez; O Allâmü’l-guyûb’dur; ümit ise olup olmayacağı bilinmeyen şeyler için kullandığımız bir tabirdir. Ancak tereccî, mütekellim’e (sözü söyleyen) râci olabileceği gibi mütekellem anh’a (kendinden bahsedilen) veya muhataba da râci olabilir. Ayrıca ta’lîl, işfak gibi mânâlar da taşıyabilir ki, bunların hepsi de bir mânâda tereccî anlamıyla alâkalıdır.

Mütekellime râci olmasına bir örnek verecek olursak: يَا هَامَانُ ابْنِ لِي صَرْحًا لَعَلِّي أَبْلُغُ الْأَسْبَابَ “Firavun (veziri) Hâmân’a, ‘Bir sarh (yüksek bir kule veya ehram) yap da başına çıkıp esbab-ı semaya muttali olayım. (Yani bu şekilde esbab-ı semaya muttali olmayı umuyorum’) demişti.” (Mü’min sûresi, 40/36) Bu tereccî mütekellime râcidir, yani uman, sözü söyleyenin kendisidir. Firavun, bu yüksek ehramların başından esbab-ı semaya muttali olabilirim ümidi ve recâsı içindeydi. لَعَلَّ’nin diğer mânâlarıyla alâkalı da Kur’ân-ı Kerim’de pek çok misal vardır. Mesela işfak ve tahzir mânâsına şu örnek verilebilir: Bir meselede Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) sakındırmak, olması gerekenden fazla şefkat ve re’fetten; merhamet-i ilâhiyeden ileri re’fet ve şefkatte bulunmadan tahzir için, tadil ve takdir edalı bir ifadeyle şöyle buyrulur: فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا “Neredeyse bu Allah beyanına inanmadıklarından dolayı kendini helâk edeceksin?” (Kehf sûresi, 18/6) Bir başka örnek: Peygamberin tebliği neticesinde kâfirlerin hidayeti kabul edip etmeyecekleri Allah nazarında bellidir, kat’idir. Ama O (celle celâluhu), işi recâya bağlar ve Hazreti Musa ve Harun’u (aleyhimesselâm) Firavun’a gönderirken: فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى “Ona kavl-i leyyin ile, yumuşak bir üslupla, tatlı dille konuşun. Belki düşünür, haşyete erer, içinde saygı hâsıl olur.” (Tâhâ sûresi, 20/44) buyurur ki burada tereccî, mütekellem anh’a ya da muhataba râcidir; yani “Onun hakkında böyle bir recâ kapısı açıktır, bunu ümit edebilirsiniz.” demektir. Sadedinde olduğumuz âyet-i kerimede ise mütekellem anh ile muhatap aynıdır, ta’lîl anlamıyla da beraber düşünüldüğünde mânâ şöyle olur: “Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin; edin ki takvaya ermeyi, ilâhî himayeye girip korunmayı ancak bu şekilde ümit edebilirsiniz.”

فِرَاش kelimesi, birinci ve ikinci babdan kullanılan فَرَشَ fiilinden gelmektedir. Fiilin mânâsı, “bast etme, serme, döşeme, yayma, yayılma”dır. Türkçede kullandığımız mefrûş, mefrûşat kelimeleri de bu köktendir. Âyetteki فِرَاش kelimesiyle, yeryüzünün insanlar için tefriş edilmiş bir döşek ve beşik mahiyetinde olduğu hatırlatılır. Öyle ki, bu tefriş edilmede yeryüzüne, insanın üzerinde rahat yatabileceği bir döşek hüviyeti kazandırıldığından, âdeta döşek gibi üzerinde yatıp nimet-i ilâhiyeden istifade etmesi gibi latif bir resim vardır. Bu belâgat nüktesinin de üzerinde durulmaya değer.

بِنَۤاءً kelimesi بَنَى – يَبْنِي fiilinden, zemine nispeten bir taban üzerine kurulan kubbe, kubbe-i âsumân anlamına gelir.

اَلثَّمَرَاتِ : ثَمَرَة kelimesinin çoğuludur. Meyveler, yeryüzünde yetişen her türden mahsuller demektir.

رِزْق kelimesini daha evvel görmüştük.

أَنْدَادًا kelimesi, “eş, menend, şerik” mânâlarına gelen نِدّ kelimesinin çoğuludur. Lafzen ve mânen misl-emsal gibidir. أَنْدَاد cem-i kıllettir, yani azlık ifade eden bir çoğuldur. Bir bakıma da zıddın karşılığı olarak kullanılır. “Cenab-ı Hakk’ın ne zıddı vardır ne de niddi.” denir. Yani ne Kendi gibi benzeri, eşi, menendi, emsali vardır ne de bir zıddı. O’na zıt farz etmek, daire-i ulûhiyette bir sınır tayin etmek, yani –hâşâ– buraya kadar “O” (celle celâluhu), bundan ötesi de “gayr” demek olur. Cenab-ı Hak, nura nispeten bir zulmet veya zulmete nispeten bir nur gibi zıddiyeti olan bir varlık değildir. Bütün varlığın O’nunla münasebeti Hâlık-mahlûk (Yaratan ve yaratılan) münasebetinden ibarettir. O yaratır, varlık da yaratılır. Dolayısıyla Allah (celle celâluhu) zıddan da münezzeh ve mukaddestir ve eşten, benzerden de. İşte فَلَا تَجْعَلُوا لِلهِ أَنْدَادًا âyeti böyle bir niddi reddeder. لَيْسَ كَمِثْلِه شَيْءٌ “O’nun (celle celâluhu) benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ sûresi, 42/11) âyeti de misliyyeti reddeder. Hazreti Hakkı konuyla alâkalı şöyle der:

Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.

Buna göre âyetlerin meal-i münifi şöyle olmalıdır:

“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize hâlisâne ubudiyyet tavrını takının ve kulluk edin ta daire-i takvaya ermiş olasınız, ümit edilir ki bu sayede takvayı ihraz etmiş olursunuz. Yani enzâr-ı âlemde, daire-i takvaya girenlerin tavrını takınmış olursunuz. Müslüman olmanız itibarıyla bu önemli bir noktadır. Düşünün ki o lütufkâr ve merhametli Rabbiniz yeri sizin için bir firâş yaptı.. yıldızlarla yaldızlanmış âsumânı bir kubbe kıldı.. semanın bir parçasından, yani kubbe-i âsumânın en altı ve arzınızın üstü, size nispeten yukarıdan peyderpey sağanak sağanak yağmuru indirdi de bu sebeple yerden çeşit çeşit semerâtı çıkarttı. Bu, bütün hâdiselerin önemli bir faslıdır. Bütün bu iç içe lütuflar size rızık olarak verilmiştir. Binaenaleyh âfâkî ve enfüsî, innî ve limmî birçok deliller karşısında siz de Rabbinize eş, ortak ve menend koşmaya kalkmayınız. Aslında siz de bunları biliyorsunuz ve bu kadarı hakkında bir ilme sahipsiniz.”

* * *

Âyetlerin Kısmî Tafsilatına Gelince: Cenab-ı Hak, Fâtiha Sûresi’ndeki ahd ü misakı ve bununla da ruhlar âlemindeki misakı hatırlatarak vicdanımıza dikkati çekmekte ve hususiyle de iki yönüyle şu hakikatleri ifade etmektedir:

Her şeyden evvel اَلنَّاسُ kelimesiyle, bir yönüyle kendisine ünsiyeti, diğer yönüyle de belki nisyana maruz kalışımızı ve bundan dolayı da lütfunu hatırlatır mahiyette “Ey insanlar! Sizi –yani letaifinizle, ervahınızla, insanî hüviyetinizle, küçük cisminizle fakat büyük mahiyetinizle..– sonra babalarınızı, dedelerinizi, annelerinizi ve nenelerinizi, cüz-i ferd ve zerrelerinizi yaratan Allah’a ibadet edin.” demektedir.

اَلَّذِي خَلَقَكُمْ “Ki sizi O yarattı.” Biz burada muhatap alınan insanların iç ve dış yapılarıyla, ruh ve cisimleriyle yaratılışlarına dikkatin çekildiğini düşünüyoruz.

وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ “Sizden öncekileri de (O yarattı).” Bununla tefsircilerin ifade ettikleri gibi sadece baba, dede değil aynı zamanda anne ve nene de kastedilmektedir. Hatta, خَلَقَ kelimesiyle meselenin ele alınmasında da bu görülür. Evet, siz bir kısım hücrelerden mürekkepsiniz. Hatta size nispeten bunlar bir veya iki tane hücreden mürekkeptir. Bir sperm, bir de yumurta. Bunlarsa bir kısım moleküllerden var edilmektedir. Bunlar da atomlardan, atomların parçacıklarından, partiküllerden ve varsa verâsından, yani esir gibi unsurlardan meydana gelmektedir. Binaenaleyh asıl zerratınızla başlayıp size ta evvelinizden hâl-i hazıra kadar oluşan durumunuzu kazandırmada خَالِق ismiyle başınızda kayyûm bulunan Hazreti Allah’a ibadet edin ki bu suretle هُدًى لِلْمُتَّقِينَ dairesine girmiş olasınız.. ve أُۨولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ dairesinde “hâsılün bi’l-masdar”ın ifade ettiği lütufla serfiraz kılınasınız. Yani âyât-ı tekviniye ve şeriat-ı fıtriyeden istifade edip Allah’a sığınmış ve değişik mehâlikten korunmuş olasınız.

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ beyanında لَعَلَّ’deki tereccî mânâsı mütekellime râci olarak düşünülürse şu mânâ melhuz olur: Sizin takva dairesine girmeniz ancak bu suretle mümkündür; ancak Allah (celle celâluhu) bu işleri yapsanız dahi sizi daire-i takvaya sokma mecburiyetinde değildir. Fakat muhataplar olarak sizin takva ümit etmeniz ancak bu yol ve bu surette olabilir. Hak (celle celâluhu) nazarında sizden ümit edilen budur. Zira donanımınız bunu gerektirmektedir. Risaleler’de de ifade edildiği gibi, arslanın pençesine ve kavunun tadına bakan anlar ki, evvelkisi parçalamak için, ikincisi ise yensin diye yaratılmıştır. İnsanın mahiyetine bakıldığı zaman anlaşılan ise şudur: O, daire-i takvada Mâbud-u Mutlak’a ibadet etmek, kullukta bulunmak için halk edilmiştir. Ayrıca, لَعَلَّ’nin müşahitlere ait yönüyle de biz yine bu tevcihte bulunmak istiyoruz.. evet O (celle celâluhu), öyle lütufkâr bir Rabdir ki, yeryüzünü bir döşek gibi yaratıp bütün ilâhî nimetlerini sağanak sağanak başlarımızdan aşağıya boşaltarak dünya ve ahiret saadetimizi temin etmiş ve her lütfuyla bize kendini duyurmuştur.

“Yeryüzünün bir döşek, “firâş” olarak anlatılması yerine “mefrûş” denmesi daha uygun olur muydu?” diye akla gelebilir. Fakat bu kelimeyle zikredilerek sanki ayn-ı döşek, ayn-ı mahall-i rahat ve ayn-ı mahall-i saadet olduğunun vurgulanması daha latif düşmüştür. Ayrıca Allah (celle celâluhu), türlü türlü nimetlerle donatıp tanzim ettiği, dünya ve ahiret saadetinin anahtarı ve kilidini içine derc ettiği küre-i arzı, iç ve dış bozucu unsurlardan korumak için de gök kubbeyi ona bina yapmıştır ki, âlemin nazarlarına teşhir ettiği sanatların bozulmaması, korunması, neşv ü nema bulması ve faydalı hâle gelmesi için böyle bir lütuf tecellisi de ayrı bir hatırlatıcı olmuştur.

Bundan başka O, bütün bunların neşv ü nemasına medar olmak üzere, sizin semanızdan, evvelki semaya nispeten size daha yakın atmosferden peyderpey yağmuru indirdi de cismaniyetinizin muhtaç olduğu ayrı ayrı pek çok semereyi size bu sebeplerle lütfetti.

İnsanın cismaniyeti vitaminler, proteinler türünden pek çok esbaba muhtaç olduğu gibi, bunların sağlanması için yağmura, yağmurla beraber inen bir kısım toksinlere, şimşeklere ve yıldırımlara da ihtiyaç vardır ki, O (celle celâluhu), yağmurun inmesinden bitkilerin, meyvelerin neşv ü nema bulmasına kadar pek çok nimeti, semadan indirdiği bu rahmet damlalarıyla sizin için rızık olarak gönderdi.

Burada emir-nehiy, va’d-vaîd ve tergib-terhibe latif bir telmih de bulunmaktadır. Şöyle ki, Allah (celle celâluhu), bütün bunları her hareket ve hâdisenin nokta-i mihrakiyesi olan rızkın etrafında topladı. Buna göre yerin tefriş edilip hayata uygun hâle gelmesi, bir sürü karmakarışık ihtimal hesapları içinde beşerin yaşamasına müsait bir keyfiyet kazanması, sema ile arz arasında bir izdivacın hâsıl olup bulutların telkihi ve yağmurun yağması, bu sayede nebâtât ve semerâtın yetişmesi ve bunların besleyici şeylerle donatılması.. evet bütün bunlar hep rızık diye verilmiştir. Demek ki, gök ve yer bütün levâzımâtıyla rızık için önemli esbap sayılıyor ve her şey maddî-mânevî “rızık” diyor, hep onun etrafında dönüp duruyor. لَكُمْ sözüyle ise “Bütün bu hâdiseleri buraya kadar devam ettirmek, ille-i gâiye olan sizin içindir.” demek isteniyor. Aslında, bakıp görenler için bütün bu hâdiselerde insanın nazara verildiği görülmektedir. Nokta-i mihrakiye olarak rızık vaz’ ediliyor. Rızık insana, her şey de rızka koşuyor.

Bütün bu fıkralarda âfâkî, enfüsî, innî ve limmî deliller anlatıldıktan ve siz bunları görüp bildikten, anlayıp duyduktan sonra Rabbiniz olan Allah’a gayrı nasıl eş ve ortak koşarsınız? Birkaç eş ortak şöyle dursun Allah’ın bir tane bile eşi ve ortağı yoktur. “Burhan-ı temânü”e binaen eğer iki tane veya daha fazla ilâh olsaydı yer ve gök fesada giderdi. Binaenaleyh, böyle düşünmekle nasıl bir tehekküm ve istihzaya maruz kalındığını görünüz de Allah’ın eş ve ortakları vardır demeye kalkmayınız. Allah’ın eş ve ortağının olması şöyle dursun, O (celle celâluhu), büyük küçük hiçbir icraatında da yardımcıya muhtaç değildir. Kalb ve kafanızı kullansanız siz de bunu anlayacaksınız. Öyle ise sakın sakın فَلَا تَجْعَلُوا لِلهِ أَنْدَادًا Yani Allah’a eş-ortak tutmayınız, böyle bir ca’lîliğe, böyle bir suniliğe girmeyiniz. Fıtrat bütün kitabetiyle, tabiat kendisine has bütün hitabetiyle hariçte Allah’ın eşi ve ortağının olmadığını ilan etmektedir. Öyle ise siz kendi zihniniz ve hayalinizde Allah’a eş, ortak ve menend ittihaz edip O’na (celle celâluhu) ortaklar koşmakla fıtrat ve tabiatı terk edip ca’lîliğe sapmış oluyorsunuz. İmdi gelin, bu anormal hâlden sıyrılıp fıtrî ve tabiî olmaya bakın. Tabiata ve tekvinî emirlere kulak verin. Fıtratın tertemiz, nezih simasını okumaya çalışın. Âyât-ı ilâhiyeyi sık sık mütalâa edin ve fıtratın sesine kulak verin; göreceksiniz ki netice itibarıyla hepsinin gür sesinin, يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize kullukta bulunun ki takva dairesine, ilâhî himayeye giresiniz.” dediğini göreceksiniz.

فَلَا تَجْعَلُوا لِلهِ أَنْدَادًا: Allah’a eş ve ortak koşma hem zâhirî hem de bâtınî olabilir.. evet, bu bazen doğrudan doğruya putları Allah’a eş-ortak koşma şeklinde olur, bazen de insanın farkına varamayacağı şekilde meydana gelir. Mesela şahsa bir kurban keser, Allah’a eş ortak koşmuş olur. Çünkü bütün kurbanlar Allah adına kesilir. Bazen bir türbenin, bir ziyaretin karşısında bir beklentiye girer ve ona serfürû eder, ubûdiyet tavrı takınır vs.. Bunlar açık bir şirk değildir ama şirkin hafîsi sayılırlar. İnsan bazen onlara mum yakar, taş yapıştırır, bez bağlar ve bunların kendisine bir hayır getireceği tevehhümüne kapılır. O, bu hâliyle açık bir şirk yapmasa da gizli bir şirk içine girmiş olur. Binaenaleyh bütün bunlar, gizli ve açık her türlü şirkten münezzeh ve mukaddes olan Allah’a eş ve ortak koşma mânâsına gelebilir.

Âyetlerden istihraç edeceğimiz meselelerin başında hiç şüphe yok ki, burada bidayette arz edildiği gibi, Cenab-ı Hakk’ın tevhid-i ulûhiyetini, tevhid-i ubûdiyetimizle ilan edip, tevhid-i rubûbiyete karşı secde-i şükrana kapanmak gerektiğidir. Zaten bu iki âyette anlatılan hakikat de bundan ibarettir; yani bu âyetlerde, fıtratın gayesinin ubûdiyet olduğu ifade edilmektedir ki, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ “Ben cinleri ve insanları sırf (Beni tanıyıp yalnız) Bana ibadet etsinler ve kullukta bulunsunlar diye yarattım.” (Zâriyât sûresi, 51/56) âyeti de vicdanî bir mârifete, kalbî bir iz’ana bağlı böyle bir kulluğu anlatmaktadır. Risaleler’de de ifade edildiği gibi “Ubûdiyet mukaddime-i mükâfat-ı lâhika değil, netice-i nimet-i sâbıkadır.”[1] Evet ibadet, daha sonra Cenab-ı Hakk’ın bize bahşedeceği lütuflara bir sebep, bir illet, bir mukaddime değil, belki şu âna kadar daire-i vücuda çıkmış ve bizim onunla perverde olduğumuz âfâkî-enfüsî, sonsuz nimetlere karşı bir şükran vazifesini îfâ etmekten ibarettir.

Aslında mahiyet itibarıyla ubûdiyet, bütün çeşitleriyle, mü’minin nazarî plândaki durumunu amelî plânda takviye etmekte ve o nazarîyi meleke hâline getirmektedir. Yine bu hususa da Risaleler’de dikkat çekilerek şöyle denilir: “Allah’a kulluk, mesâil-i akaidiyeyi, insanda râsih meleke hâline getirir.”[2] Ayrıca, pek çok düşünür ve kalb-ruh erleri nazarî akılla Allah’ın gerçek mânâda bilinemeyeceğini, ancak amelî akıl ile onun vicdanda tam duyulabileceğini, insan tabiatının bir derinliği hâline geleceğini söylerler ki, doğrudur. Bu da bize, Kant’ın, “Nazarî akılla Allah bilinmez, amelî akılla bilinir.” sözünün mânâsını hatırlatmaktadır. Evet biz, inanılması gereken iman esaslarının hakikatini, onlara inandıktan sonra sâlih ameller ile onları tahkim edip kalbimizde râsih melekeler hâline getirmek suretiyle ancak duyabiliriz.

Bu konuda, Allah’a kulluk ve O’nun emirlerine ve nehiylerine uymadan ibaret olan “şeriat-ı garrâ”ya ittibaın yanında, şeriat-ı fıtriye ve âyât-ı kübra gibi âyât-ı tekviniyeye tevfik-i hareket de çok önemlidir. Ne var ki bunun hakikatine de yine dinin temel disiplinlerine uymakla erilir. Zira insan, her zaman o cüzî aklı ve cüzî ilmiyle kâinatta dönen dolap ve çarklara tevfikî hareket edip o dolapların üstünde kalmaya muvaffak olamaz. Bu konuda bütün kâinatı görebilecek bir göz ve bu görüşten hâsıl olan bir ilim gerekir ki, insan dönen bu dolaplara göre düşünce ve davranışlarını plânlayabilsin. Böyle bir durum ise ancak şeriat disiplinleriyle mümkün olabilir. Zira şeriat, Allah’ın kelâmı ve kitabına dayanmaktadır. Onun için insan emir ve nehiylere uymanın yanında sünnetullaha yani kâinatta cari kanunlara da tevfik-i hareket ederse fıtratı yaşar, fıtrî olur ve bulunması gereken yerde bulunur.

Ubûdiyet aynı zamanda insanı içtimaî ve şahsî kemale erdiren önemli bir dinamiktir. Zaten içtimaî kemal dediğimiz şey de şahısların ve fertlerin kemaline vâbestedir. Cemiyeti oluşturan fertler kemale ermedikten sonra toplumun kemali düşünülemez. İnsanın mahiyeti, cüzî fakat istidatları çok geniştir. Kitab-ı kebir-i kâinata bir fihriste mahiyetinde yaratılan insan, istidatlarını inkişaf ettirebildiği ölçüde ve kulluğu sayesinde küçük bir cirim olmadan çıkar, âlemin enmûzeci hâline gelir. O, âlemde gizlenmiş olan hakikati veya mahiyeti ancak böyle bir kulluk sayesinde duyar. Aslında kulluk, abd ile Mâbud arasında çok ulvî bir intisabın ifadesidir. İnsan hangi pâyeler, hangi makamlarla serfirâz olursa olsun ancak Allah’a intisaptan ibaret olan kullukla kemalin zirvesine yükselebilir. Keza o kullukla kendi mahiyetini ulvileştirmek suretiyle Cennet’e ehil hâle gelir ve Allah’ı görmeye liyakat kazanır; kazanır da bu sayede esfel-i sâfilîne düşmekten ve Cehennem’e yakıt olmaktan kurtulur.

Burada diğer bir husus da, Cenab-ı Hak (celle celâluhu) insanı kulluğa davet edip de ulûhiyetini hatırlatarak onu rubûbiyeti karşısında inkıyada davet buyururken, bu işteki hikmet ve delili de göstermiş olmaktadır. Bu âyette Cenab-ı Hakk’ın ulûhiyet ve rubûbiyetine ve bizim de kulluk yapmamızın gerekliliğini gösteren, –İşârâtü’l-İ’câz’da ifade edildiği gibi[3]– bir hayli vâzıh “innî” ve “limmî” delil vardır. Eserden müessire intikal suretiyle istidlâle innî diyoruz ki, bu kat’iyet ifade eder. Müessirden esere geçmeye de limmî diyoruz. Ayrıca bu delil-i innî içinde ve özünde hem bir delil-i inayet hem de bir delil-i ihtirâ mevcuttur.

Burada, Cenab-ı Hakk’ın ihsanlarını sayması, yani ağzımıza tat alma kabiliyeti vermesinin hemen yanı başında yeryüzünü tatlı nimetlerle donatması.. gözümüzü görmekle serfirâz ve nurefşân kılmasının yanında gökyüzüne ziyayı sürme çekmesi.. kulağımızı duyma nimetiyle şereflendirmesi yanında fezada bir kısım ses titreşimlerini o kulağın duyacağı şekilde ayarlaması ve hazırlaması... evet, işte böyle âfâkî ve enfüsî pek çok inayet ve ihsan ifade eden harikaları hatırlatması söz konusudur ki, bu delillerden hareketle biz, bizi gören, bilen ve bu hizmetleri bize göre ayarlayıp hazırlayan Allah’ın varlığına yakîn hâsıl etmiş oluyoruz. İşte biz bunlara inayet delili diyoruz.

İnayet delilinin hulâsası وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللهِ لَا تُحْصُوهَۤا âyetinde ifade edilmektedir ki, âyet “Allah’ın nimetlerini sayıp dökmeye kalksanız, hesap edemez, saymada üstesinden gelemezsiniz.”(İbrahim sûresi, 14/34) anlamına gelmektedir.

İnayet delili hem enfüsî hem de âfâkî olarak karşımıza çıkmaktadır. اَلَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ “Kulluk yapın o Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, semayı da bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip onunla rızık olarak size çeşitli mahsuller lütfetti.” (Bakara sûresi, 2/22) Başta kendimiz, ailemiz, evimizin içi, bağ ve bahçemiz, zeminimiz... derken, yakından başlayıp uzaklaştıkça, enfüsten âfâka doğru bir nimetler silsilesini zikretmektedir. Evet وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً’de açıktan açığa bir âfâkî delil müşahede edilmektedir. Vicdanlarda âfâkî olanı belki vuzuhuyla göremeyeceğiz ama enfüsî delille sağlam kanaat elde etmek mümkün olabilecektir.

Keza burada innî delil çerçevesinde söz konusu edilecek delillerden biri de “delil-i ihtirâ”dır. İhtirâ, ibdâ ve inşâ demektir. Cenab-ı Hakk’ın her şeyi orijinal olarak yaratması demektir ki buna da yine enfüsî ve âfâkî olarak اَلَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ ifadeleri delâlet etmektedir. اَلَّذِي خَلَقَكُمْ “O Allah ki sizi yarattı.” sözü enfüsî delile bakmaktadır. Yani “Allah sizi ihtirâ etti, ibdâ etti, inşa etti.” denmekte, yani zerreler âleminden unsurlar âlemine, ondan küçük canlılar âlemine, ondan “ilmü’l-ecinne”nin yani embriyolojinin anlattığı şekilde ceninin gelişme safhalarına ve ondan da çocukluğa, delikanlılığa, olgunluğa kadar bütün etvâr-ı hayatınızı yaratan, kayyûmiyetiyle ayakta tutan Allah, nefsinizde size ihtirâ delilini göstermektedir.

وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ “Sizden öncekileri de (yarattı).” beyanı da ihtirâ delilinin âfâkî olanını nazarlara sunuyor. Bu ise “Babalarınızı, dedelerinizi, annelerinizi, nenelerinizi O yarattı.” anlamının yanında, “Cüz-i fert ve zerrelerinizi, esir ve ondan sonraki bütün mahiyetinizi O yarattı.” anlamına da gelir. Bir tek âyet içinde innî delille hem inayet hem de ihtirâ delillerini izhar edip bunların hem âfâkî hem de enfüsî kısmını göstermek suretiyle daire-i ulûhiyet hakkında kuvvetli bir tahşidat yapılması, ancak belâgat-ı Kur’âniye’den beklenebilecek bir hususiyettir.

* * *

Bu âyetlerle sair âyetlerin münasebetlerine icmalen göz atmak yararlı olacaktır.

Evvela, bu âyetlerin sibakıyla sıkı bir münasebeti olduğu daha önce hatırlatılmıştı. İster müttakiler, ister kâfirler, isterse münafıklar, insanlardan bir kesim olmaları itibarıyla, Cenab-ı Hak bu âyetle umumunu kulluğa davet etmektedir. Bu şekilde kulluğa davette umumi hitap itibarıyla herkesin kendisine göre bir hissesi bahis mevzuudur.

Şöyle ki, âyet, mü’minlere hitabının yanında münafıklara; “Siz Allah’a kullukta sabitkadem olun. Nefsin aldatmalarına takılarak atalarınızın arkasından taklide dalmayın; kalb ve kafa izdivacı çerçevesinde hâlisen Allah’a kul olmaya bakın.” derken, kâfirlere, “Önce nazarınızda büyütüp sonra putlar hâline getirerek karşılarında serfürû ettiğiniz o bütün derme-çatma mabutlarınızı bırakın da, sizi, âbâ u ecdadınızı, sizden evvelkilerin taptığı, tapşırdığı putlarınızı da yaratan Allah’a kulluk edin. Aslında vicdanlarınıza, ‘Gökleri ve yerleri kim yarattı?’ diye sorulduğu zaman cevabın ‘Allah’ olacağı da sizce müsellemdir.” diyor gibidir.

Evet, âyetin özünün sibaktaki zümrelerle böyle bir münasebetinin olduğu söylenebilir. Ayrıca âyetin kelimelerinde şöyle latif bir münasebet de mevcuttur: Bir tarafta nimet, inayet ve ihtirâ tablosu; diğer tarafta da kulluk tablosu.. Allah (celle celâluhu), nimetlerini tâdat sadedinde hemen kulluğa davet etmektedir. Evet, bir tarafta اُعْبُدُواemr-i celîli, diğer tarafta da niçin ibadet edeceğimize cevap teşkil eden emrin hikmet buudlu illeti anlatılmakta. “O, sizi, sizden evvelkileri yarattı. Zemini size bir beşik, gök kubbeyi de bir bina yaptı.”

Bu arada, يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا “Ey insanlar! Kullukta bulunun!” ifadesinde de, gaybî üsluptan hitaba iltifat edilmesinde farklı bir letafet söz konusudur. Bu şekildeki bir iltifatla karşısına alıp bazı sorumluluklarla mükellef kılacağı o kullar, mükellefiyetin meşakkatlerine karşı iltifat taltifiyle sevineceklerdir. Zira Rabb-i Kerim’in iltifatı her şeyden daha önemlidir. Evet, O razı olup kabul ettikten sonra sizleri hem dünyada hem de ahirette mesut edecektir. İşte يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا diyerek O’nun sizi muhatap olarak huzuruna alması, kulluğun yüklediği bütün o meşakkatleri size unutturacak kadar iltifat dolu bir teveccühtür.

[1] Bediüzzaman, Sözler s.384 (Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal).
[2] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.84.
[3] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.87.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.