Müfredat mânâsı (23-24. âyetler)

Müfredat mânâsı (23-24. âyetler)

وَإِنْ كُنْتُمْ : إِذَ kelimesiyle إِنْ lafzının kullanıldığı yerler birbirine yakındır, ikisi de şart içindir. Ne var ki, kat’iyet söz konusu olduğu yerde إِذَ , şekkin daha galip olduğu yerde ise إِنْ kullanılır. Bu kelimeleri yakînen tanımada fayda var. Bunları tanıdığımız nispette kullanıldıkları yerler itibarıyla tasvire, genel manzaraya ve ifade tarzına vâkıf oluruz. Bu, o dilin inceliğiyle alâkalıdır.

كُنْتُمْ kelimesi “oldunuz, öylesiniz”, şartla beraber düşünüldüğünde ise “oldu iseniz, öyleyseniz” demektir ve كَانَ fiilinden mâzi, cem-i müzekker muhatap sigasıdır. Bu kelime yerine göre önceden olma mânâsına da kullanılmakla beraber, sonradan olma mânâsının düşünülmesi burada daha uygun olacaktır. Zira o zaman “Kur’ân-ı Kerim’e nazire olacağını düşündüğünüz suni dahi olsa bir şey ortaya koyun!” meydan okumasına daha baştan imada bulunulmuş olacaktır.

رَيْبٍ kelimesinin üzerinde uzun boylu durmuş, içtimaî, fikrî, ruhî ve ilmî reybîliği arz etmeye çalışmıştık.

مِمَّ : مِنْ harf-i cerri, teb’iz için de kullanılması itibarıyla “ondan sadece bir parça” manasına işaret eder.

Burada أَنْزَلْنَ kelimesi değil de نَزَّلْنَ kelimesi tercih edilmiştir; zira نَزَّلْنَ kelimesinde tedricen inme söz konusudur. Yani o Kur’ân’ın ceste ceste, sırası geldikçe, esbab-ı nüzule bağlı olarak, maslahat ve hikmete binaen gelişi, “Def’aten indirdik.” mânâsındaki أَنْزَلْنَ kelimesiyle değil de, teksir için olan tef’il kipiyle ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de yağmurun yağması da bazen bu kiple ifade edilir ki, sağanak sağanak ve peşi peşine muttasıl yağma anlamına gelir.

عَلٰى عَبْدِنَ : Daha önce de üzerinde durduğumuz عَبْد kelimesi, “kul” demektir. Cenab-ı Hak, Zât-ı Ulûhiyet’ine izafe etmek suretiyle, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vazife itibarıyla konumunu hatırlatıyor ve nübüvvetiyle beraber O’nun Allah’ın bir kulu olduğunu ihtar sadedinde, “Kulumuz” tabirini kullanarak O’nun yüksek konumunu işaretliyor.

فَأْتُو kelimesi أَتٰى – يَأْتِي’den gelir ve emr-i hâzırdır. أَتٰۤى أَمْرُ اللهِ “Allah’ın emri geldi.” (Nahl sûresi, 16/1) âyetinde de görüldüğü gibi bu fiil “gelmek” mânâsına lâzım (geçişsiz) bir fiil olmasına karşılık, buradaki gibi ب harf-i cerriyle müteaddî yapıldığında “getirmek” anlamına gelir.

سُورَةٍ : Sur kelimesi de sûre ile aynı kökten gelir. “Mahfuz, mahsur bir yer” demektir. Her bir Kur’ân sûresi kendi başına yarı istiklaliyeti hâiz olduğundan, kelime, âdeta müstakil bir sur, bir kale içinde olma gibi bir anlam taşımaktadır. Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerine necm de denir. Tıpkı uçsuz bucaksız nebülözler, galaksiler gibi… Bunlar da bir yönüyle bir sisteme bağlı, diğer yönüyle ise müstakildirler. Mesela Samanyolu içinde Güneş sistemimiz böyledir; bir bakıma müstakil olmasına mukabil bir bakıma da Samanyolu içindeki büyük çekim kuvvetine takılı ve onun çekim dairesi içinde dönmektedir. Aslında bizce çok muhteşem görünümlü Samanyolu da böyle bir çekim kuvvetinin tesirinde, o çekim dairesi içinde hareket etmektedir.

مِنْ مِثْلِه ifadesindeki مِثْل kelimesi daha önce de geçtiği üzere benzer, menend, eş demektir.

Buradaki “ه” zamiri ya Kur’ân-ı Kerim’e râci, ya da Efendimiz’e râcidir. Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) râci olması âyetin muhtevası itibarıyla pek müsait gibi görünmüyor. Çünkü âyette Kur’ân-ı Kerim anlatılıyor ve muhteva onun üzerine dönüyor. Ancak zayıf bir ihtimal dahi olsa مِثْلِه’deki zamirin Efendimiz’e ircasında da ayrı bir nükte söz konusu olabilir. Allahu a’lem, buna göre şöyle denmiş olur: “Haydi hem Kur’ân gibi bir kitap hem de Nebi-yi Ümmî gibi bir zattan benzerini getirin.” İşin hakikatini Allah bilir.

وَادْعُو : دَعَا – يَدْعُو fiilinden emr-i hâzırın müzekkere hitap çoğuludur ve “çağırın” demektir.

شُهَدَۤاءَ da شَهِيد’in çoğuludur. Bu da hâzır ve gören demektir. Yani olup biten vakalara nigehbân, işin içyüzünden haberdar, önde gelenleriniz, sürekli vesvese veren şeytanlarınız, bilgin dessaslarınız... gibi çağıracağınız her kim ve ne varsa hepsini çağırın demektir. Çağırın da içinizde bir ukde kalmasın.

دُونَ kelimesi فَوْقَ’nın zıddıdır ve aşağı demektir. Vâkıa, burada غَيْر mânâsına gelmektedir ama bir mânâsı itibarıyla فَوْقَ’ya nispetle alt ve aşağı demek olan bu kelimenin seçilmesi, Allah’tan gayrı her şeyin daire-i ulûhiyete nispeten dûn olmasına işaret eder.

صَادِقِينَ : صَدَقَ - يَصْدُقُ fiilinin ism-i fâilinin çoğuludur, “doğrular, doğru sözlü kimseler” demektir ve “yalancılar” mânâsına gelen كَاذِبِينَ’in zıddıdır. Kökü olan sıdk (doğru), vâkıa mutabık olan şeye; kezib (yalan) ise vâkıa mutabık olmayana denir. Sıdk-kezib meselesine diğer bir yaklaşım da, konunun muhatabın kanaatine göre değerlendirilmesi hususudur.

فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُو : لَمْ تَفْعَلُو “cahd-i mutlak”tır. Esasen إِنْ de, لَمْ de birer âmildirler ve iki tane âmilin içtimaı dil zevki açısından hoş görülmemiştir ama burada إِنْ amel etmemektedir, yani fiilen âmil değildir; amel eden لَمْ’dir. إِنْ amel etmediği takdirde başka bir âmil ile cem olabilir.

وَلَنْ تَفْعَلُو : Yukarıdaki “cahd-ı mutlak”a mukabil “cahd-ı müstağrak” diye ifade edilen bu kip, –Kelâm’da da bir mevzuda üzerinde durulduğu üzere– nefy-i müekked içindir; nefy-i müebbed için değildir.

فَاتَّقُو kelimesinin ifade ettiği takvayı da daha evvel hecelemeye çalışmıştık.

نَار : النَّار ve نُور kelimelerinin ikisi de aynı kökten gelmektedir ve ateşin iki hüviyetini anlatmaktadırlar. نُور onun aydınlatıcı hüviyetini, نَار ise yakıcı keyfiyetini ifade eder

الَّتِي kelimesi de tıpkı اَلَّذِي gibi ism-i mevsûldür. Fakat bu müennestir ve الَّذِي’den farklı olarak çeşitli şekillerde (اللَّاتِي – اللَّوَاتِي – اللَّائِي - اللَّوَائِي ) çoğul yapılır.

وَقُود kelimesi ise yakıt, çıra, yanıcı madde gibi anlamlara gelir. Araplar ateş yakmak için malzeme olarak kullandıkları şeye وَقُود derler. وَضُوءٌ veznindedir. Abdest almak için kullanılan suya وَضُوء denildiği gibi ateşi tutuşturmak için kullanılan nesneye de وَقُود denir.

النَّاسُ kelimesinin, me’haz-ı iştikakı ile beraber belâgat nüktelerini daha önce görmüştük.

اَلْحِجَارَةُ kelimesi “taş” mânâsına gelen حَجَر kelimesinin çoğuludur, “taşlar” demektir. İlerde kükürt, kömür gibi taş cinsinden yakıtların da zuhur edeceğine işaret etmesi açısından buna Kur’ân’ın bir mucizesi olarak bakılabilir.

أُعِدَّتْ kelimesi “hazırlandı” demektir. Nitekim eskiden, aynı kökten gelen “idadi” mektepleri vardı; bunlar, bir meslek için veya bir sonraki eğitim merhalesi için hazırlık mesabesindeydi. Bu kelime Kur’ân-ı Kerim’de farklı yerlerde farklı münasebetlerle kullanılmıştır. Mesela harbe dair bir âyette وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمُ اللهُ يَعْلَمُهُمْ “Düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın, savaş atları yetiştirin ki bu hazırlıkla Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve onların ötesinde sizin bilemeyip de ancak Allah’ın bildiği başkalarını korkutup yıldırasınız.” (Enfâl sûresi, 8/60)

Şimdi de bu müfredata göre âyetlerin münif mânâsını arz etmeye çalışalım:

Abd-i hâssımız Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ceste ceste indirdiğimiz Kur’ân hakkında reybîlik içinde iseniz, herhangi bir şüphe ve tereddüdünüz var ise ondaki bir sûrenin mislini de siz ortaya koyuverin. Bu hususta güvendiğiniz, size yardım edeceğini umduğunuz kimler varsa onları da çağırın. Eğer davanızda sadık iseniz bunu yaparsınız. Yok eğer yapamaz iseniz –ki asla yapamayacaksınız– o hâlde yakıtı, çırası, yakıcı maddesi insanlar ve taşlar olan –tasavvuru müthiş– o ateşten korkunuz ve Allah’ın himayesine giriniz ki, o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır.

* * *

Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhataplarının birbirinden farklı ciddi tereddütleri vardı. Çeşit çeşitti bu tereddütler:

Evvela, doğrudan doğruya vahyin ne olduğu, yani onun mahiyeti konusunda reyb içinde idiler.

Sâniyen, “Vahiy böyle gelir miymiş!” şeklinde, vahyin vasfı hakkında tereddüt yaşıyorlardı. Mesela, Resûlullah Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) meleğin gelmesine, vahiy geldiği an fevkalâde tezahürüne, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) fevkalâde bir hâl içinde bulunmasına akıl erdiremiyorlardı ki, bu onların vahyin vasfındaki tereddütleriydi.

Sâlisen, başka âyetlerde de ifade edildiği gibi, bir tereddütleri de vahyin Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmesi hakkındaydı ki, bir çeşit gururla “Ebû Talib’in yetimi” deyip vahyin O’na gelmesini istiğrab ediyorlardı. Hatta “Vahiy gelecekse Taif’te Urve İbn Mesud es-Sekafî’ye, Mekke’de de Velid İbn Muğire’ye gelmeli.” hezeyanı yaşıyorlardı.[1] Bu da Efendimiz’in o mübarek şahsiyetini tanımamaları, vahiy ile Efendimiz’in şahsiyeti arasında bir münasebet kuramamalarından kaynaklanan bir tereddüt idi.

Râbian, böyle metafizik bir hâdiseye inanma onlar gibi maddeci bir toplum için güçtü. Yani inandığımız Allah’tan beşere gelecek vahiy de imkân ve vücûb âleminin birleşik noktası gibi tamamen metafizik bir şeydi; bu, ilmen izahı kâbil bir vaka sayılır mıydı?

Bütün bunların hepsinden kaynaklanan ciddi tereddütleri vardı ve bu ruh hâletiyle onlar Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan hakkında şüphe içindeydiler; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetini de sindiremeyip inkâra gidiyorlardı.

Reybîlik hangi cinsten olursa olsun, Kur’ân’ın Allah kelâmı olmasıyla Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvveti müsellem olunca onların hepsi kendi kendine yıkılmış gitmiş olacaktır. Ve işte Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: “İnzâl ettiğimiz şeyde eğer şüphe ve tereddüdünüz var ise haydi benzeri bir sûre getirin.” deyip sonunda da “doğru iseniz” diyerek onların sesini kesmektedir. “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) –hâşâ– peygamber değil, Kur’ân da Allah kelâmı değildir. Vahiy başkasına inmesi gerekirken O’na inmesini biz kabul edemeyiz. Bu başka birisi olmalıydı...” şeklindeki demagojilere ve mantık oyunlarına karşı Allah (celle celâluhu) “İşte Kur’ân, işte siz; haydi getirin mislini.” diyerek onları susturmuş oluyor.

Aslında Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayatının büyük bir bölümünü yani kırk yaşına kadar olan kısmını bu toplum içinde sıdk u sadakatle serfirâz olarak geçirmiş bir mübeccel şahsiyetti. Hiç kimse, O’nun hilaf-ı vâki bir beyanda bulunacağına ihtimal vermezdi. Kur’ân-ı Kerim bunu ifade sadedinde فَإِنَّهُمْ لَا يُكَذِّبُونَكَ وَلٰكِنَّ الظَّالِمِينَ بِاٰيَاتِ اللهِ يَجْحَدُونَ “Onlar Seni yalanlamıyorlar, onlar, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (En’âm sûresi, 6/33) buyurur. Nitekim İbn İshak, Meğâzî’sinde bu meseleyle alâkalı bir hususu anlatırken, Muğire İbn Şu’be’den şunu nakleder: Ebû Cehil ve Muğire İbn Şu’be bir gün Mekke sokaklarında yürürlerken karşılarına Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) çıkar ve bu fırsatı değerlendirip onlara peygamberliğini anlatır. Ebû Cehil demagojilerle bunu reddeder. Ancak Efendimiz ayrılıp gittikten sonra Muğire İbn Şu’be’ye şöyle der: “Ben biliyorum ki, O doğru söylüyor. Ama ben şunu hazmedemem: Benî Kusay –Efendimiz’in kabilesi– dediler ki ‘Mekke-i Mükerreme’de hicâbe (Kâbe’nin perdedârlığı ve anahtarlarını elinde bulundurma) bizde, nedve (Müslümanlıktan evvel Kureyş’in belli hususları müzakere için toplandığı yer) bizde, livâ (sancak) bizde, sikâye (Kâbe’yi ziyarete gelen hacıların sularını tedarik etme) bizde…’ Hepsini kabul ettik ama bir de kalkar nübüvvet bizde derlerse işte ben bunu çekemem.”[2]

Muğire İbn Şu’be bunu Müslüman olduktan sonra anlatır. Bundan anlaşılmaktadır ki, gösterilen reaksiyon, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsına karşı değildi. O’nun getirdiği mesaj ve davaya karşıydı. Efendimiz kırk yaşına kadar sıdk, emniyet ve iffet ile serfirâz olarak yaşamış bir zat olduğundan, âyetin sonundaki إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Eğer davanızda sadık iseniz.” fezlekesi de gayet latif düşmektedir. Aslında O’nun, ondan sonraki misyonunu sürdürmek için kendini kabul ettireceği en mühim husus da sıdk ve emanetle serfiraz kılınmış olmasıydı.

Allah Resûlü, Cenab-ı Hak (celle celâluhu) tarafından kendilerine gönderilen bir peygamber olduğunu, elindekinin de Allah kelâmı olduğunu ve O’na uyduklarında, ebedî olan bir saadete mazhar olacaklarını haber veriyordu. Kur’ân-ı Kerim de O’nun sıdkını vurguluyor ve inanmayanlara şöyle buyuruyor: “Siz bugüne kadar O’nu sâdık tanıdınız. Şimdi bu husus, sıdkın temsilcisi işte o zatla ortaya konuyor.. ve sizin sâdık bildiğiniz o zat size çok hayati şeylerden bahsediyor. Siz ise aksini iddia ediyorsunuz. Mantıken birbirine zıt iki meselenin ikisinin de doğru olması mümkün değildir. Zıddeyn (iki zıt) içtima etmez. Bunlardan birinin butlanı zâhir olunca, diğeri sıdk olarak zuhur edecektir. O, “Ben sadıkım.” diyor; siz de öyle diyordunuz ama şimdi O’nu tekzip ediyorsunuz; öyle ise Kur’ân-ı Kerim’in mislini getirin, sıdkınızı gösterin ve tenakuzdan kurtulun.”

فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِين
“Şayet bunu yapamazsanız ki, asla ve kat’a yapamayacaksınız. O zaman, tutuşturucu yakıtı, insanlar ve taşlar olan Cehennem’den sakının. Çünkü o, böyle kâfirler için hazırlanmıştır.”

Burada bir hususa dikkatinizi çekmek isterim: İlm-i yakînin mesnetleri ve temel rükünleri vardır. Mesela bedihiyyât, ilmin önemli erkânındandır; yine aklî istidlâl, ilmin hayatî rükünlerindendir. Bu arada pozitif gerçekler, aklî istidlâl ile ilmin rükünleri arasında mütalâa edilir. Pozitivistler, ilmi sadece pozitif gerçeklere irca etmeleriyle ifrata sapmışlardır. Pozitivizm bizatihi müstakil bir ilim değildir. O önemli bir şeydir ama her şey değildir. Evet, his ve müşahede bizzat ilim değildir. Siz mikroskopla bir hücrenin mahiyet ve keyfiyetini görebilirsiniz. Hücrenin içindeki aminoasitlerin diziliş şeklini, DNA’nın hareket ve faaliyetlerini X ışını veya daha başka vasıtalarla görebilirsiniz. Ancak bunlar mutlak mânâda kat’i ilim sayılmazlar. Burada onun kadar aklî istidlâlin de büyük bir önemi vardır. Asıl ilim, bunların yanında, değişik yöntem ve kıstaslarla müşahedenin dışında, daha üst katmanlarda elde edilmektedir. (Bu mevzuda derinlemesine bilgi edinmek isteyenler için Mustafa Sabri Bey’in, Mevkıfü’l-akl ve’l-ilm ve’l-âlem isimli eserinin ilim bahsi tavsiyeye şâyândır.) Evet bunlar, ilm-i yakîni elde etmek için başvuracağımız erkândır ve tecrübe de bunlardan biri sayılır.

Bunlardan başka, inkârı kâbil olmayan –dindeki adıyla– “mütevatir haber” denen husus da önemli bir bilgi kaynağıdır. Herhangi bir meseleyle alâkalı böyle bir icma ve ittifakla hâsıl olan bilgi, verilen haber, hâsıl olan malumat da yakîn ifade etmektedir. Mesela müşrikler, kırk yaşına kadar Peygamber Efendimiz’i (aleyhissalâtü vesselâm) çok iyi biliyorlardı. Biliyorlardı ki, O’nun o güne kadar, din adına farklı bir iddiada bulunmasına sebebiyet verecek, kendisinden bu tür hususları öğreneceği hiç kimseyle teması olmamıştı. Suriye’ye ticari sefer yapışlarında orada bir iki gün kalmıştı. Yirmi üç senede ceste ceste nâzil olan Kur’ân-ı Kerim’in o iki gün içinde öğrenilmesi mümkün değildi. Kaldı ki Kur’ân-ı Kerim’de öyle konular mevcuttur ki, onların hiçbirini kütüb-ü sâlifede görmek mümkün değildir. Diğer bir iddia da, Kur’ân-ı Kerim’i Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ehl-i Kitap’tan bir kölenin talim ettiği şeklindedir ki –bu iddia şimdiki müsteşriklerin de serrişte ettiği bir husustur– Kur’ân-ı Kerim buna karşı: وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّهُمْ يَقُولُونَ إِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ لِسَانُ الَّذِي يُلْحِدُونَ إِلَيْهِ أَعْجَمِيٌّ وَهَذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُبِينٌ “Biz onların, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında: ‘Mutlaka ona öğreten bir insan vardır!’ dediklerini pek iyi biliyoruz. Hakikatten uzaklaşarak tahminle kendisine yöneldikleri şahsın dili başka (a’cemî)dir, hâlbuki bu Kur’ân, açık bir Arapçadır.” (Nahl sûresi, 16/103) beyan-ı sübhânisiyle meseleyi kesip atmaktadır. Aslında o köle, Arap da değildi, güzel, kusursuz Arapça konuşamıyordu. Aynı zamanda bir insan, kendi karihasıyla böyle şeyleri diyebilecek durumda ise, neden onunla kendisini ifade etmeyip de başkasına öğretsin ki?!

Evet o zat, kusursuz Arapça konuşmasını bile bilmiyordu. Hâlbuki belâgat-ı Kur’âniye, cahiliye devrinin şairlerini, edip ve belâgat üstatlarını dize getirmişti. Kur’ân-ı Kerim bu hususu pek çok âyetiyle vurgular. Binaenaleyh O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kırk yaşına kadar din ve diyanet adına ne bir müktesebat sahibi olmuş ne de bu mevzuda bir iddiada bulunmuştu. Bulunmuş olsaydı daha sonraki dönemlerde bu iddiayı geliştirmiş ve sistemleştirmiş olduğu düşünülebilirdi. Fakat o güne kadar din-diyanet adına hiçbir şey konuşmamış olan Efendimiz birdenbire kırk yaşının başlarında en mütebahhir insanların dahi bilemeyeceği pek çok malumatla ortaya çıkıyordu. O güne kadar bir tek kelimesini söylemediği şeyleri insanlara anlatıyordu. Açık bir farklılıkla beşerî iffeti, nezaheti, emniyeti ve fetaneti müsellem bir zatın böyle sürpriz şekilde birdenbire mühim bir dava ile ortaya çıkması, bunu yaparken de hilâf-ı hâl beyanda bulunmaması ve söylediği şeylerin de vâkıa mutabık ve herkesin teslim edeceği şeyler olması.. dahası kütüb-ü sâlifeden dosdoğru haberler vermesi gayet bedihî olarak gösterir ki, O Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediği şeyleri kendinden söylemiyor…

Sâniyen, her biri birer deha olan Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer gibi kimselerin ve Huzur-u Risalet-penahiye geldiklerinde O’nun okuduğu âyetlerin ihtişamı karşısında büyülenen A’şâ, Hansâ gibi –Hassan İbn Sabit’in iki mısralık şiirinde sekiz yanlış bulan bir kadındır– şair ve ediplerin evlad u iyâllerini, mal u menallerini terk ederek Aleyhissalâtü vesselâm’ın yanlarında yerlerini almaları, aklen ve mantıken, Kur’ân-ı Kerim’de herkesi büyüleyen ve cezbeden bir câzibenin olduğunu gösterir. Bütün bunlardan başka, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân’la getirdiği esaslar ve prensipler, şahsî ve içtimaî hayatın bütün dertlerine derman olmuş ve o devirdeki anlayışın çok fevkinde içtimaî problemlere çözümler sunmuştur. Tecrübe ile sabittir ki, bir insan bu kabîlden küçük bir meselede dahi, pek çok tekrarat ile ele alıp tecrübe etmeden kat’i bir şey söyleyemez.

İşte bu da göstermektedir ki, binler defa tecrübe edilmiş gibi muhkem kaziyeler hâlinde ortaya konan Kur’ânî hakikatlerin Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi ümmi bir insanın dimağından çıkması mümkün değildir.

Sâlisen, –yine İşârâtü’l-İ’câz’da Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin de ifade ettiği gibi– bir zat düşünün ki, elinde bir kitap var ve bu kitap kendinden evvel gelmiş-geçmiş kitapların ittifaklı meselelerinde onlara omuz veriyor, ittihad ediyor. İhtilaflı meselelerinde de sulhkarâne aralarını buluyor. Tartışma mevzuu olan meselelerde tam bir hakemlik yapıyor. Evet, işte böyle bir durumda anlaşılır ve inanılır ki, bu zata Allamü’l-guyûb olan Allah her şeyi öğretiyor ve o da böylece geçmişteki bütün bu kitapları derinliğine ariz ve amik biliyor.

Şimdi akla, aklın istidlâlât u bedihiyyâtına, tecrübeye dayalı bu delâille beraber, onların pek çoğunun bildiği fakat Efendimiz’in bilmesine ihtimal vermedikleri vakaları Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara dosdoğru olarak haber vermesi, O Zât’ın hakkaniyeti adına öyle sağlam ve yakîn hâsıl edecek hususlardır ki, O’nu kabul etmemeyi bir tarafa bırakın, bunlar karşısında tereddüde düşmek bile reybîlik sayılır. Öyleyse bunda şüphe bile olmamalıdır.

Aslında وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ âyetinde de böyle bir tehekküm ve istihza sezilmekte. Şöyle ki, ‘reyb’e mahal olmadığını gördüğünüz hâlde gayr-i fıtri bir şekilde tereddüde saparak komik duruma düşüyorsunuz. Zira Kur’ân-ı Kerim “buyurun, emsalini getirin” derken bütün bu bedihiyyâtı, aklî istidlâlâtı, tecrübe yollarını nazara vererek onları hür ve serbest bırakıyor.. ve gayet açık olarak “hodri meydan” dercesine; “Buyurun, Kur’ân-ı Kerim’i tecrübe edin, Hazreti Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) tecrübe edin, tekrar tekrar üzerinde durun ve onun emsalini getirmeye çalışın.” diyor.

Bazılarının aklına şöyle bir istifham takılabilir: “Kur’ân-ı Kerim’le onlara meydan okunuyor ve ‘O’nun gibi bir zattan (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu Kur’ân’ın bir mislini getirin.’ deniyor. Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) mümtaz bir fıtrat, nadide ve nadire-i hilkat bir zat. Bu itibarla öyle bir dimağ ve öyle mükemmel bir ruh nerede bulalım ki Kur’ân-ı Kerim’in mislini getirtebilelim. Eğer biz de O’nun gibi üstün yaratılışlı, temiz, nezih, pırıl pırıl bir dimağ ve inkişaf etmiş bir ruh bulabilsek, ona teklif ederiz, o da yazar getirir.”

Bu mülâhaza bir bakıma itiraz şeklinde olsa da; diğer yönüyle meseleyi teslimden başka bir şey değildir. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onların iddia ettiği gibi kendisine isnat edilen Kur’ân-ı Kerim ve onun ihtiva ettiği hükümleri şahsen ortaya koyabilecek olsaydı bunları daha önceden de kendi namına söyleyebilirdi. Hâlbuki O, “Ben Allah’ın bir kuluyum ve mesaj da O’nundur.” diyor ve mütevazıâne ilâhî mesajı tebliğ ediyordu. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman kendisini nazara verircesine davranmamış, sunduğu şeyleri kendi nefsine, kendi anlayışına isnat etmemiş, hep ciddi bir tevazu ve mahviyet örneği sergileyerek “Bütün bunlar Allah’tandır.” buyurmuşlardır.

Öyleyse Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ ettiği Kur’ân-ı Kerim’in ihtişamını kabul ettikten, azameti, celâdeti ve haşmeti karşısında kendinizi inkıyada mecbur saydıktan ve şu anda içinde bulunduğunuz toplumda Kur’ân’ın bir benzerini getirebilecek herhangi bir ferdin bulunmadığına kanaat getirdikten sonra siz de teslim ediyorsunuz ki, Kur’ân, beşer takatini aşan bir harikadır.

Bu mevzuda hatıra gelebilecek bir iki hususu daha arz etmek istiyorum. Kur’ân-ı Kerim, bir sürü edip ve beliğin söz sahibi olduğu bir devirde nâzil oldu. Siz bunu belki elli bin defa hatiplerden işittiniz, belki elli bin defa da kitaplarda gördünüz ve okudunuz. O devir, Hazreti Musa ve Hazreti İsa (alâ nebiyyinâ ve aleyhimesselâm) devirlerinde hükümfermâ olan bir kısım harikulâde şeylere mukabil belâgatın hükümfermâ olduğu bir devirdi. Başka hususlardan daha ziyade o dönemde fesâhat ve belâgat inkişaf etmişti. Hakikaten cahiliye devrine ait eserleri mütalâa ettiğimizde bunu açıktan açığa görürüz.

Ben şahsen İmriü’l-Kays’ın vefatı esnasında söylediği yanık, içten ve insan hissiyatı hesaba katılarak ifade edilmiş sözlerini okurken her zaman heyecanlanırım. Keza A’şâ’nın neşidelerine bakıldığında da hayran olmamak mümkün değildir. Lebid muhteşem ve dev bir şairdir, Kur’ân’ı tanıyınca ona teslim-i silah etmiştir. Hansâ, kardeşi Sahr hakkında o dillere destan mersiyesiyle hakikaten o günün üdebâsını ağlatmış ve parmak ısırtmıştır. Hassan İbn Sabit’in cahiliye devrine ait şiirleri de edebiyat ve belâgat açısından çok muhteşemdir.

İşte böyle edebiyatçıların bu derece saltanat sürdüğü ve o günün insanının fikrine, hayaline, ruhuna hâkim olduğu böyle bir devirde Kur’ân-ı Kerim’in edebi yönüyle meydana çıkması ve bunların hiçbirinden bir itirazın sâdır olmaması fevkalâde önemlidir. Daha sonraki devirlerde bir kısım kendini bilmezlerin cahilane itirazlarının ne önemi olabilir? Vâkıa o dönemde de Müseylime’nin bir iki tane erâcifi olmuştur ama onlar da insanı güldürecek mahiyettedir.[3]

Bundan anlaşılan şudur ki: Devr-i Risalet-penahinin bütün edip ve beliğleri Kur’ân-ı Kerim’in bu noktadaki harikulâde keyfiyetini hep teslim etmişlerdir. Kaldı ki –dikkat edin– Kur’ân-ı Kerim, cahiliye devri şairlerinin kullandığı malzemeyi de hiçbir zaman kullanmamıştır. Bu yönüyle de baştan sona harikulâdedir.

Aynı zamanda Kur’ân, onların tarzınca şiir türü şeyler söylememiştir. Evet o, çok değişik ve bâkir bir terminolojiyle gelmişti ki mevzu ve muhtevasıyla da dikkatleri çekiyordu. Ele aldığı mevzuların şebâbeti, tarâveti, gençliği ve orijinalliğinin yanında o, farklı bir buud ve derinliğin sesi-soluğu olarak duyuluyor ve hissediliyordu. Konuları tamamen bâkirdi yani o güne kadar üzerinde durulmamış, işlenmemiş, öteler soluklu, kalb ve ruh edalı mevzuları ele alıyordu. Ne ki bunlarda da öyle bir tarâvet, bir halâvet, bir neşât, bir şetâret vardı ki duyanları büyülüyordu.

O gün cahiliye devrinin şairleri hep belli temaları işliyorlardı; bunlar da daha ziyade kadın, neşe, deve ve at türü şeylerdi. Tarafe’nin şiirlerine baktığımızda, meliklerin destanlaştırıldığını, harplerde mızrak atmanın ve kılıç darbelerinin tasvirlerini görürüz. Bütün cahiliye şiirini tetkik ettiğimizde bu tür şeylerin dışında bir tek kelime söylemedikleri görülür. Bunlar çok güzel resmedilmiş olabilir ama böyle bir darlık içindedir. Herkes bu tür mevzulara vâkıf olduğundan, malzemeyi bu hususlarda rahat kullanmışlardır. Kur’ân-ı Kerim ise bunların hepsini bâtılı tasvir saymış ve insanlığın dünyevî-uhrevî problemlerini ve onların çarelerini dillendirmiştir. Evet, Kur’ân-ı Kerim, hayatî şeylerden bahsetmiş ve kullandığı kelimeler ve ortaya koyduğu düşünce sistemiyle tamamen farklı bir derinlik sergilemiştir. Bugün dildeki devrim ve insanın fikrî yapısının devamlı değişmesi karşısında nesiller, ortaya atılan mevzuları anlama hususunda çok zorluk çekiyor, hatta çok defa söylenenleri anlamıyor. Düşünce dünyası başka, bu düşünce dünyasını ifade eden terminoloji ise daha başka. Bir düşünün, o günün edibinin karşısına apayrı bir mevzu çıkıyor ve bütün o üdebâ ve büleğâ, işlenmemiş, yontulmamış, rötuşlanmamış yepyeni kelimelerle anlatılan bu terütaze mevzu karşısında dilini tutuyor, “Bunlar asla söylenemez!” diyor…

İkinci bir husus da şudur: وَالشُّعَرَۤاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ أَلَمْ تَرَ أَنَّهُمْ فِي كُلِّ وَادٍ يَهِيمُونَ وَأَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ “Şairler var ya, bunların peşine ancak sapkınlarla çapkınlar düşer. Görmez misin onlar her biri bir vadide sözcüklerin, hayallerin peşinde dolaşır durur ve yapmayacakları şeyleri söylerler.” (Şuarâ sûresi, 26/224-226) âyetlerinin de ifade ettiği gibi şairler umumiyet itibarıyla mübâlağalar, mücâzefeler, bir kısım hilâf-ı vâki beyanlar ve yalanlarla meseleyi şaşaalandırarak şiirlerine ihtişam katıyorlardı.

Bir meseleyi destanlaştırırken, devrimizin propagandistleri gibi, onu gerçeklerden çok uzaklaştırarak, daha ziyade şiirdeki hava, eda, ton gibi unsurlarla muhatapların ruhunda heyecan uyandırmayı esas alıyorlardı. Onun için de o devir şairinin sıdkla asla alâkası yoktu. Bundan dolayı da serbest hareket ediyorlardı. Hatta duygu ve düşüncelerini çok daha rahat ifade edebilmelerinin arkasında bunun olduğu da söylenebilir.

Kur’ân-ı Kerim ise beyan ettiği her hususla alâkalı söyleyeceğini vâkıa mutabakat içinde söylüyordu. Onda mübâlağa ve mücâzefe yoktu. Böylesine disiplinli ve bağlayıcı kayıtlar içinde edebî ihtişamını muhafaza etme Kur’ân-ı Kerim’e has bir keyfiyettir. Onun için edipler, Lebid ve Hassan İbn Sabit gibi kimselerin şiirlerine baktıkları zaman cahiliye devrine ait olanların daha parlak, İslâm devrine ait olanların daha sönük olduğunu görürler. Zira cahiliye devrinde onlar gayet rahat malzeme kullanma imkânına sahip bulunuyorlardı. Hassan, hiçbir zaman cahiliye devrindeki kadar muhteşem şiir söyleyememişti. Lebid ise buna hiç cesaret edememişti. Vâkıa o, مَا كُنْتُ لِأَقُولَ شِعْرًا بَعْدَ أَنْ عَلَّمَنِيَ اللهُ الْبَقَرَةَ وَاٰلَ عِمْرَانَ “Allah, bana Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini öğrettikten sonra ben şiir söylemeye haya ederim.” demiştir.[4] Ne var ki ortada bir realite de vardır. Zira eğer şiir yazsaydı kat’iyen cahiliye devrindeki limite ulaştıramayacaktı. Bu itibarladır ki, cahiliye devri şairleri, bir bakıma ifadelerinde çok rahat olmalarına mukabil Kur’ân-ı Kerim; yalan, doğru, mücâzefe, mübâlağa yollarından sadece doğru yolunu seçmiş ve böylece her şeyi vâkıa mutabakata bağlamıştı. Mü’min artık mübalağa ve mücâzefede bulunamazdı. Bütün bunlarla beraber Kur’ân ihtişamından hiçbir şey kaybetmemişti. Şairler de bunu görüyorlardı.

Sâlisen; Kur’ân-ı Kerim, emir-nehiy, va’d-vaîd, Cennet-Cehennem, tevhid-i rubûbiyet ve tevhid-i ulûhiyete ait hakikatler gibi belli sabit hakikatleri işliyordu. Binaenaleyh bu tür meselelerin gerektirdiği ciddiyete münasip düşmeyen ifadeler Kur’ân-ı Kerim’de bulunmayacaktı. Zira bu türlü mevzular ciddiyet ister, net anlaşılmak ister, olumsuz te’villere kapalı olmak ister. Yerinde konunun maddelere ayrılmasını, tasnife, tertibe tâbi tutulmasını ister. İşte Kur’ân-ı Kerim de bunu yapmıştır. Mesela miras hukuku, ukûbat (ceza hukuku) bahisleri ve bazı içtimaî meseleler ifadede netlik ve ciddiyet ister. Kur’ân, bu hususları belli bir ciddiyet çerçevesinde ele alıp bu hassasiyeti muhafaza etmekle beraber edebî ihtişamıyla da hep göz kamaştırıcı olmuştur.

Râbian; en edebî eserlerin dahi bütünü aynı belâğat seviyesine çıkamayabilir. Mesela bu bir şiir ise, bazen sadece birkaç mısrada bir ihtişam müşahede edilir. Bizim felâketli günlerimizin şairi, aruzu çok rahat kullanan, nesir gibi şiir yazan M. Akif’i dahi bu nazarla ele aldığımızda bazen hiçbir edebî değeri olmayan sözler söyler ki, Necip Fazıl’ın onun bu yönlerini ele aldığı bir konferansında şöyle dediğini hatırlıyorum: “Mehmet Akif’in şiir yönü sıfırdır. O, devlere mahsus büyük bir davayı serçe gibi cılız kanatlarıyla üzerine aldı ve damların seviyesine dahi yükselemedi.” M. Akif’in her yerde böyle olduğuna iştirak etmiyorum. Ne var ki böyle olduğu şiirler de az değildir. Aslında o, bütün şiir gücünü kullanmasına rağmen, hatta Mısır’da kaldığı zaman yazdığı şiirleri daha sonra değiştirme lüzumu duymasına ve sönük gördüğü mısraları daha muhteşem mısralarla değiştirmiş olmasına rağmen yine de edebî bir zevkle ele alındığında her mısraında ona yakışan ihtişamı, o parlaklığı görmek mümkün değildir.

Bu husus, cahiliye devri şairleri için de, diğer bütün şairler için de geçerlidir. Buna mukabil, Kur’ân-ı Kerim’in başından sonuna kadar neresine nazar edersek edelim, her kelimesinin siyakıyla-sibakıyla münasebetinde, cezâlet-i beyan itibarıyla lafızlarının birbirine omuz vermesinde, konuları ifade ederken seçilen kelimelerde ve iç musiki adına kelimelerin çıkardığı ses tonu, hava ve edada hep bir ihtişam müşahede eder, bir tesirle heyecanlanır ve âdeta büyüleniriz. Buna mukabil en büyük edipler dahi, bütün edebî güçlerini ortaya koydukları en önemli şaheserlerinin bile ancak bazı bölümlerinde ciddi bir şey ortaya koyabilmektedirler; en dev şairlerin yazdıkları şiirlerin bütün mısralarında aynı ihtişamın korunamadığı bir gerçektir. Hiçbir şeyle kâbil-i kıyas olmayan Kur’ân-ı Kerim’in ise bu mevzuda eşi-menendi yoktur ve daima o muhteşem ifade keyfiyetini muhafaza etmiştir.

Hâmisen; her şair, şiirin bir tarafını tutmuştur. Mesela kimisi lirik tarafı, kimisi hamaset tarafını ve kimisi de millî meseleleri dile getirme tarafını tutmuştur. Cahiliye devrinde de bu böyleydi; mesela İmriü’l-Kays’ın işlediği mevzular kadındır, neş’edir ve attır; A’şâ’nın işlediği mevzular daha ziyade neş’e, keyif ve içkidir; içkiye müptela bir adamdır. Züheyr İbn Ebî Sülmâ’nın işlediği mevzular pek çoğu itibarıyla tergibdir, recâdır. Nâbiğa’nın şiirlerinde ise korku imajı, bedbinlik ve karamsarlık hâkimdir. Bunların her biri, mevzu olarak ele aldığı sahada söz sahibi birer otorite olarak görülmüşlerdir ama sahalarının dışına çıktıklarında sönük birer muma dönmüşlerdir.

Kanaatim şu ki, cahiliyenin bu dev şairleri Devr-i Risalet-penahiyi idrâk edip Kur’ân güneşinin doğuşuna muttali olsalardı şiir anlayışlarında –yenilerin diliyle– ciddi bir reforma gideceklerdi; tabi, Kur’ân devrindeki şiirleri çok sönük, cahiliye devrindekileri ise daha parlak görünecekti. Bunlar şiirde takip ettikleri sistemi değiştirselerdi de yine bir sönüklük müşâhade edilecekti. Kur’ân-ı Kerim ise –dikkat buyurun– en cüzî bir yaratılış hakikatinden en küllî rubûbiyet ve ulûhiyet hakikatine kadar bütün mesâili ele alıp işlemiş ve mu’ciz bir beyan sergilemiştir.

Kur’ân وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ “Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, açık, net bir kitapta bulunmasın.” (En’âm sûresi, 6/59) ferman-ı sübhânisi işaretiyle çevçevelediği bütün rubûbiyet, ulûhiyet, ubûdiyet hususlarını, mülk ve melekût âlemlerinin sırlarını en ince teferruatına kadar ele alıp işlemiş ve her konuda ulaşılmazlığını göstermiştir. Bu kadar ayrı ayrı mevzuların, bu kadar kısa zaman içinde en bâkir kelimelerle ve değişik terminolojik bir üslupla işlenmiş hakikatler olarak bir ümmî tarafından ortaya konabilmesi, cahiliye edip ve beliğlerinin nazarında ihtimal dâhilinde bile görülmeyecek bir mevzu olduğundan, önyargısız gelip dinleyen, ona kulak veren herkes ister istemez teslim olma lüzumunu duymuştu.

İleride, Kur’ân-ı Kerim’in kullandığı beliğ üslubu belli bir tasnif çerçevesinde arz etme imkânı bulmayı ümit ederim.

* * *

İşte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kulluğu içinde nübüvvete ait o muallâ mevkide durup Cenab-ı Hakk’ın kendisini serfirâz kıldığı o yüksek şâhikadan bütün insanlara: يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ “Ey insanlar, Rabbinize kulluk edin!” diye seslenerek onları Hakk’a ubûdiyete davet ediyor ve kulak verip dikkat kesilen muhataplara nübüvvetini, Kur’ân-ı Kerim’in kelâm-ı ilâhî olduğunu ve hakkaniyetini anlatıyor. Bunları anlatırken de bütün gücüyle onların dikkatlerini Kur’ân-ı Kerim’e çekiyor. “Dikkat edin!” diyor, “Eğer varlığı ve meydana gelişini.. eğer psikoloji ve sosyolojinin prensiplerini.. ve eğer abd–Mâbud ilişkisini, halk-Hâlık-mahlûk münasebetini biliyorsanız Kur’ân-ı Kerim’e dikkat ediniz. Bunu yapabildiğiniz takdirde kat’iyen anlayacaksınız ki bu Kur’ân kat’iyen bir beşerin eseri olamaz. Zira o, konu edindiği her şeyi fevkalâde bir sebep-müsebbep insicamı ve uyumu içinde anlatıyor. Evet o, varlığın meydana gelmesini, illet-malûl münasebeti içinde ifade ediyor. Vücud-u eşyanın verâsındaki hikmet ve hakiki illeti gösteriyor ve her hâdisenin arkasındaki sebepleri yaratan Müsebbibü’l-esbab’a nazarları çeviriyor.

O, kendi üslubuyla derinlemesine ilm-i nefsi ele alıyor –Frenkçe adıyla psikoloji– kâinatla münasebetinde insanın duyduğu ve düşündüğü şeyleri şerh ediyor ki, insanlık onca çabasına rağmen onun işaretlediği ufka ulaşamamıştır. Yaratıldığı günden bugüne gelişen insan düşüncesinin, psikolojiye dair ortaya koyduğu ürünleri ve bu mevzudaki Kur’ânî disiplinleri ele alınız, inceleyiniz, siz de o yüksek farkı göreceksiniz. Vâkıa, bu mevzuda şunu da hemen ifade etmekte yarar var: Kur’ân’ın ilm-i nefsle alâkalı tespitlerini ele alan doyurucu bir eserin mevcudiyetinden bahsetmek henüz mümkün değil, o hususta müstakillen yazılmış bir tefsir bilmiyorum. Ancak bu mevzuun da ariz ve amik ele alınması lazımdır. Dilerim bir gün bunu yapacaklar da çıkar!

Aslında Kur’ân-ı Kerim’in bir konuyu ele alışına ilm-i nefs açısından bakıldığında, basiret sahibi herkes, hâlet-i ruhiyesiyle kendini Kur’ân’ın âyetleri içinde hisseder. Yüz ekşitmeleri, göz kırpışları, bazen tatlı gamzeleri, bazen reveransları, bazen tavrı, edası, bazen ses tonuyla kendini hep onun içinde görür. Evet, ilm-i nefisten behreniz varsa, Kur’ân-ı Kerim’in içine daldığınız zaman –tabi tam teveccühle olursa– insanın derinlemesine şerh edildiğini görür ve ürperirsiniz. Keza içtimaiyat ilmiyle (sosyoloji) meşgul olduğunuzda, bütün beşerî çalkalanmalar ve bu çalkalanmalardaki âmiller karşısında çaresizlik yaşamanıza karşılık Kur’ân-ı Kerim’in içinde o herc ü mercin çözüm tekliflerini duyacak, hissedecek ve hayranlıkla köpüreceksiniz. Evet, bütün beşerî olumsuzlukların gürültüsünü, çareleriyle beraber onun muhtevasında duyacak ve rahat bir nefes alacaksınız. Sosyoloji ilmi, geçen asırlarla beraber gelişmiş olmasına, yüzlerce ilim adamının terini alnında taşımasına rağmen Kur’ân-ı Kerim’in ulaştığı zirveye ulaşmış değildir, ulaşmasına da imkân yoktur. Bu açıdan eğer biraz içtimaiyattan haberiniz varsa siz de Kur’ân-ı Kerim’in beşer mahsulü olduğu fikrini reddedecek ve “Bu, bir Allah kelâmıdır.” diyeceksiniz.

İşte Kur’ân, فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه fermanıyla bu muhtevalı kitabın zenginliğine dikkati çekiyor ve diyor ki, buyurun böyle bir kitabı getirin. Hatta onun sûreleri gibi bir tek sûre getirin. Hususiyle de bir ümmîden bunu getirin. Ümmîden getirmekten de vazgeçip مِثْلِه’deki zamiri Peygamberimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) irca etmeyelim de şöyle diyelim: Siz kimden olursa olsun, ulemadan, edip ve beliğlerden müteşekkil bir heyetin gayretiyle bunu getirin. Ne ki bu mutlaka Kur’ân-ı Kerim’in muhtevasını hâvî bulunmalıdır. Yani onun ifade ettiği şeyleri aynı eda ve aynı derinlikte ifade etmelidir. Bunu arz ederken hayatı ve vücud-u eşyayı yani varoluşu ve eşyanın varoluşundaki illet-malûl tenâsübünü, içtimaiyat ilmini, ilm-i nefsi, ahkâmı ve Hâlık-mahlûk münasebetleri hususatını ihtiva eden bir kitap olsun. Böyle bir kitap getiremeyeceğinize göre, gelin inkıyat edin ve Kur’ân-ı Kerim’e teslim olun.

Bundan başka Kur’ân-ı Kerim bu meselede tahaddîde bulunurken farklı iki mucize de izhar etmiştir.

Bunlardan biri,وَلَنْ تَفْعَلُو “Asla yapamayacaksınız.” ifadesi ile izhar buyrulan mucizedir ki, hiçbir zaman böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceğini beyan buyurmuş ve buyurduğu gibi de olmuştur. Evet, Devr-i Risalet-penahiden asrımıza kadar gelen bütün edip ve beliğler dostluk şevkiyle ya da düşmanlık duygusu ve nefretiyle bu mevzuda çırpınıp durmuşlar, hatta iktibaslar yapıp pek çok eserler meydana getirmişlerdir ama ne dostun şevk u iştiyakı ne de düşmanın bu mevzudaki muaraza arzusu Kur’ân-ı Kerim’in benzeri bir kitabın meydana gelmesine yetmemiştir. Bu itibarla burada hemen “cümle-i mu’teriza” (günümüz ifadesiyle ara söz) olarak araya sıkıştırılmış bulunan وَلَنْ تَفْعَلُو sözünün ifade ettiği mucizeyle karşılaşmaktayız.

İkincisi, Kur’ân-ı Kerim, ileride tafsilen arz edileceği vechile, kevnî, ledünnî, enfüsî mucizelerinin yanında وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ “Onun yakıtı, çırası insanlar ve taşlardır.” demek suretiyle ayrı bir mucizeye daha dikkat çekmiştir. –Allahu a’lem– buradaki mucize, taşları dahi yakacak veya taşların yakıt olarak kullanılacağı bir ateşten bahsedilmesidir. Esasen cahiliye devrinde taşın yanması, demir madenlerinin şiddetli ateşlerde eritilmesi belki düşünülebilirdi ama, taşın doğrudan doğruya kendisinin vakûd-yakıcı olma meselesi düşünülemezdi. Biz bunu ancak bu çağda anlayabiliyoruz. Şöyle ki, hararet bir seviyeye yükseldikten sonra taş yanma keyfiyetini kaybeder, artık yakıcı bir hâl alır. Yani doğrudan doğruya taş, yakacak hâle gelir.

Diğer bir yönüyle de, kelimenin başındaki harf-i tarifin ahd için olduğu düşünülürse, son zamanlarda zuhur eden kömür ve kükürt gibi belli taşlara işaret de olabilir. İster kükürt, ister kömür, tutuşturucu, yakıcı vazifesi görmedeki malumiyetiyle Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın mucizelerindendir.

Kur’ân’ın kendi ruhu içinde, nazmının inşası, lafızlarının tenâsübü ve o fevkalâde tasvir gücü, açık-kapalı –sahabenin engin anlayışı mahfuz– ilk defa Abdülkâhir Cürcânî, kısmen merhum Sekkâkî, biraz daha derince, onlardan sonra gelen Zemahşerî gibi zatlar tarafından dillendirilmiştir. Bu arada önemli bir dil de Üstad Bediüzzaman Hazretleri olmuştur. Merhum Seyyid Kutup’un tasvir üzerindeki cehdi de oldukça önemlidir. Kur’ân’ın tefsiri içinde behemehal bu meselenin de ele alınması çok önemlidir. Arapça bilmeyen kimseler ilk plânda belki bu zemzeme-i Kur’ân’ı, bu demdeme-i beyanı pek hissetmezler ama üzerinde duruldukça onlar da bir şeyler anlayacaklardır. Bu itibarla da bu, mutlaka âli bir heyet tarafından gerçekleştirilmelidir. Fakir, İşârâtü’l-İ’câz’da üzerinde ısrarla durulan şu hususları da önemli görüyorum:

1. Ele alınan her mevzuun, her makta’ın bir yönüyle Kur’ân-ı Kerim’in bütünüyle ve hususiyle de o sûreyle münasebeti,

2. Cümlelerin veya âyetlerin birbiriyle münasebeti,

3. Bizim seçilen kelimelerdeki dil incelikleri veya “kuyûdun fevâidi” diyerek ele aldığımız hususların yerli yerine vaz’ edilmiş yani her kelimenin o yerin iktizasına göre getirilip konmuş olması...

Bu hususlara mutlaka dikkat edilmelidir. Bir iki sûre bu tarzda tahlil edilse Kur’ân’ın nasıl bir mucize olduğu hemen anlaşılır ve bu yüce kitabın tamamı hakkında bir kanaate sahip olunabilir.

* * *

Geriye dönecek olursak وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَ âyetinde ele alınan mevzuun daha evvelki mevzularla sıkı bir münasebeti görülür.

Şöyle ki, sûrede öncelikle Kur’ân-ı Kerim’i medihle söze başlanıyor: الٓمٓ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda.” Sonra da هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “Hidayet rehberidir müttakilere.” geliyor. Sûre-i Bakara’nın başından buraya kadar olan âyetler arasında ciddi bir alâka göze çarpıyor. Daha sûrenin başında, muhteva, iç enginlik ve farklı üslubuyla Kur’ân-ı Kerim’in sair ifadelere, hutbelere, süslü beyanlara meydan okuduğu görülüyor. Tabi bu, bakış zaviyesini belirlemiş olanlara göre bir duyuş. Aksine ona sathî bakanlar için tereddüt ve şüphe kaçınılmazdır. Ancak dikkatli bakan ve bütüncül bir nazarla meseleleri ele alan kimselerdir ki onu mahz-ı hidayet kaynağı olarak görürler. Bu itibarla o daha söze başlarken, reyb içinde olan mütereddit kimselere, kâfir, münafık ve mü’minlere, her birinin bakış açısı itibarıyla ima ve işarette bulunur.

Diğer bir husus da, daha başlangıçta Cenab-ı Hakk’ın, insanları imana ve ibadete çağırmasıdır. Tabir-i diğerle tevhid-i ulûhiyete, tevhid-i rubûbiyete davetidir. Birbirinden ayrılmayan, birbirinin lazımı olan hususları vurgulamanın zımnında, iman esaslarından biri olan nübüvvete de bir işaret söz konusudur. Mezkûr hususlar sabit olup da nübüvvetin olmaması düşünülemez. Ayrıca evvelki âyetlerde abd-Mâbud münasebetinin, يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُو âyetinde de ümmet-nübüvvet münasebetinin anlatıldığı söylenebilir. Demek oluyor ki ilk makta’ sayılan sûrenin başından son makta’da ifade edilen hakikatlere kadar her kelime ve cümle fevkalâde bir münasebet içindedir.

Âyette cümlelerin birbiriyle münasebeti de gayet açıktır. Şöyle ki mesela, وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَ bir cümledir. فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه maksadı anlatan ayrı bir cümle. Ama bunlar birbiriyle münasebeti açısından tek bir cümle gibidirler.

Mesela, Kur’ân diyor ki: “Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz.” Buna mukabil, “Kabul ettik, Rabbimiz Allah’tır ama nasıl ibadet edeceğiz?” mukadder sualine cevap olarak Kur’ân daha başta İslâmî esasları zikrederek sualin cevabının o ilâhî program içinde olduğunu vurguluyor. Ardından, “Bu kitabın Allah’tan geldiğini nereden bileceğiz?” sorusuna cevap olarak, “Onun benzerinin getirilememesi size yetmiyor mu?” deniyor. Evet, bu Kur’ân öyle bir kitap ki, bir yönüyle bizim maslahatımızı yani bütün beşerî maslahatları gösteriyor, diğer yönüyle de kendi kendine hüccet oluyor; evet o, hücceti de, delilleri de içinde bir kitab-ı muciz-beyandır.

Bir diğer münasebet de şudur: Çeşitli dönemlerde imanın rükünleri içinde insanların en çok şüphe ettikleri, Allah’ın indirdiği kitaplar ve peygamberlik müessesesi olmuştur. Bu açıdan her iki yerde de bu konu “reyb” kelimesiyle ele alınmıştır. Kuran ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ “İşte Kitap! Şüphe yoktur onda.” diyor. Demek kalblerde, dimağlarda sathilikten ötürü bir tereddüt var ki, o içinde hiçbir şüphe olmadığı hakikatine dikkatleri çekerek bu reybîliği reddediyor. وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَ “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân hakkında şüpheniz varsa...” âyetinde ise o, muhataplarından, onun Allah kelâmı olduğunda herhangi bir şüpheleri varsa, samimi davranıp önyargılarından sıyrılmalarını ve kendi kendine hüccet olabilecek o beyana insaf nazarıyla bakmalarını istiyor.

“Pekâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in semavî ve Allah kelâmı olduğunu nasıl anlayacağız?” şeklinde akla gelebilecek bir soruya da Kur’ân’ın cevabı şudur: فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه “Haydi, onun benzeri bir sûre de siz getirin.”

Aslında Kur’ân’a nazire olabilecek bir şeyi getirip ortaya koyma da öyle hemen olacak iş değildir. Malum, hazır bir şey olacak ki getiresiniz. Öyleyse burada tayyedilmiş (zikredilmemiş) hususlar vardır ve onların nazara alınması fevkalâde önemlidir.

Evet, Kur’ân, ince bir ifade tarzıyla melzumu zikr ve lazımı murad etmiştir. İşârâtü’l-İ’câz’da da ifade edildiği gibi[5] sanki onlara, “Tekellüfe sapmadan önce tahkikat yapın; misil, mesîl, misal bunlar üzerinde durun, bir şey bir şeye ne zaman benzer? Benziyor dediğimiz şey hakikaten benziyor mu? Bu konuda mukayese yapmayı ihmal etmeyin, sonra bütün gücünüzle çalışın; semere-i sa’yinizi ortaya koyun; bütün bunları müteakip de uydurduğunuz şeyleri test edin ki, şunu niye yapmadık demeyesiniz.” denmektedir. Evet bunlar o cümlede melhuzdur, zira فَأْتُو emriyle getirilmesi istenen şey, hemen elinizi uzattığınızda alıp getireceğiniz hazır bir şey değildir. Kur’ân مِنْ مِثْلِه sözüyle açıktan açığa bu kıyasa, misile, mesîle, misale dikkat çekiyor ve onlara âdeta şöyle diyor: “Evvela düşünün-taşının, ölçün-biçin ve yapacağınızı öyle yapın. Aksine, gelişi güzel Müseylimetü’l-Kezzâb gibi ortaya bir laf atıverirsiniz ve Kur’ân’a benzedi zannedersiniz de bununla sadece kendinizi gülünç duruma düşürmüş olursunuz.”

Bu reybî, şüpheci taifenin aklına gelebilir ki; “Biz bunu yapamıyoruz ama belki geçmiş insanlar arasında ya da hâl-i hazırda bizim bilmediğimiz kimseler içinde bizden daha zeki dimağlar, daha mükemmel karihaların Kur’ân’a nazire yapıp onun misli bir eser ortaya koymaları mümkün olabilir. Binaenaleyh biz bu tahaddîye, bu meydan okumaya karşı Kur’ân’ın benzerini getiremiyor olabiliriz, ne var ki birileri çıkıp bu işi yapabilir.”

Buna cevaben deniyor ki: وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ Allah’tan gayrı bütün şahitlerinizi, geçmişte ve gelecekte beliğ hutbeleriyle arz-ı dîdâr eden bütün ediplerinizi, beliğlerinizi de çağırın; ister geçmişten, kitaplarıyla, divanlarıyla eskiler, daha eskiler ve Muallaka şairleri gibi söz erbabını, isterse hâl-i hazırda bulunan ve sizin şu yenik ve perişan durumunuza muttali olanları ve sizi söz cambazlıklarıyla iğfal edenleri de yanınıza alınız ve Kur’ân’ın nazirini getiriniz.

Burada aynı zamanda şuna da bir ima’nın var olduğu görülüyor: Allah (celle celâluhu) Hazreti Muhammed’in eline, nübüvvetini ispat etmesi için bir tasdik alâmeti olarak mu’cizü’l-beyan bir kitap veriyor. Onunla hem murad-ı sübhânisini beyan ediyor hem de O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) has bir elçi olduğunu ispat ediyor. Siz ise bu meselede tereddüt içindesiniz. Eğer onun doğru olmadığını iddia ediyorsanız mislini getiriniz. Onu getireceğiniz âna kadar size susmak düşer. Muhal-farz mislini getirirseniz, o sukût edecek, meydan size kalacak ve siz ispat edilmiş bir dava ile ortaya çıkmış olacaksınız. Ne var ki, onu kat’iyen getiremeyeceksiniz. وَلَنْ تَفْعَلُو ifadesi bunu ifade etmektedir.

Acaba getirebilme imkânı hiç yok muydu? Hayır, geçmişte kimse getiremediği gibi, gelecekte de kimse getiremeyecektir; getiremeyecek zira, Asr-ı Saadet’te hükümfermâ olan şey daha ziyade edebiyattı, belâgattı. Sıklıkla üzerinde durulduğu gibi, Musa (aleyhisselâm) devrinde hükümfermâ olan sihirdi; İsa (aleyhisselâm) devrinde tıp, Devr-i Risalet-penahide ise daha ziyade şairlerin büyüleyici beyanlarıydı. O dönemde bazen bir söz, insanları birbirine düşürüyor, bir başka söz de sulha vesile olabiliyordu. Binaenaleyh söz sultanlığının yaşandığı bir devirde Kur’ân-ı Kerim’in o büyüleyici beyanına karşı sehere-i şuarâ (büyüleyici şairler) secde ettiklerine göre ileride de hiç kimse onun benzerini getiremeyecek demektir. Onun için فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُو ifadesinin ardından gelen وَلَنْ تَفْعَلُو beyanıyla, gerek Asr-ı Saadet’te gerekse daha sonraki devirlerde Kur’ân-ı Kerim’e eş, menend bir eser ortaya konamadığı gibi gelecekte de bunun söz konusu olamayacağı anlatılmıştır.

فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا - وَلَنْ تَفْعَلُوا - فَاتَّقُوا النَّارَ ibaresindeki cümle-i mu’teriza (ara söz), “Bir dakika!” deyip birkaç mucizeye dikkatlerimizi çekmiş oluyor:

Birincisi,وَلَنْ تَفْعَلُو kâfi bir mucize-i Kur’ân’ı anlatıyor ki, kıyamete kadar kimse Kur’ân’ın mislini getiremeyecektir, bugüne kadar getiremedikleri gibi. Devr-i Risalet-penahide belki bu işe daha az teşebbüs olmuştur. Çünkü onlar erbab-ı lisan idi, dilden anlıyorlardı ve böyle bir şeye teşebbüs cüretini gösteremiyorlardı. Daha sonraki devirlerde mesela Mütenebbî, Maarrî, Gulam Ahmed ve daha başkaları küstahlıklarını izhar etme yolunda böyle bir teşebbüste bulunmuşlardı. Aslında bunlar Kur’ân’ın iç derinlik, fesâhat ve belâgatına tam muttali değildiler. Kendi şiir vadilerinde birer şair veya kâhin idiler. Onun için Devr-i Saadet’teki aczi göremeyerek bir olmazın peşine takılmışlardı. Aslında onlar da neticede bunu başaramayacaklarını anlamışlardı.

İkincisi, Kur’ân-ı Kerim meydan okuyunca bunların izzetleri, haysiyetleri rencide oluyor, “yapamazsınız” deyince de gururları kırılıyordu. Hâlbuki o devirde burnu bulutlarda gezen o çok mağrur edip ve şairler böyle bir şeyi çok rahat sindiremezlerdi. Bu itibarla Kur’ân’ın bu tarz ifadesi onları fevkalâde bir gayzla, nefretle, kinle Kur’ân-ı Kerim’e karşı mübarezeye zorluyordu. İşte böyle kuvvetli bir saik altında pek çok kitabın yazılması, nice muaraza örneğinin ortaya dökülmesi gerekirdi. Hâlbuki şu âna kadar dost ve düşmanın kitaplarında bu mevzuyla alâkalı bir şeye şahit olamıyoruz. Ayrıca arz edildiği üzere, bu iş o gün mümkün olmadığı gibi bugün ve istikbalde de olmayacak demektir. Evet, ilk dönemde olmadığına göre daha sonraki devirlerde de olmayacağı açıktır.

Burada bir hususa daha dikkatinizi rica edeceğim. Bir kısım edipler, daha sonra Arap dili üzerindeki oyunlarıyla kısmen dili Kur’ân’dan uzaklaştırdılar. Onlar bununla iyi bir şey yaptıklarını sanıyorlardı. Aslında Kur’ân dili, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı ve sahabe anlayışı, her şeyin doğru anlaşılmasında çok önemliydi. Binaenaleyh aslında fikren, hayalen o devre gidip Kur’ân’ı, nüzul atmosferinde duymak çok önemliydi. Hazreti Üstad birkaç yerde: “Bir adam,سَبَّحَ لِلهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ “Gökte ve yerdekiler O’nu (celle celâluhu) tesbih etti/ediyor.” (Hadîd sûresi, 57/1) âyetini okudu. Dedi: ‘Bunun hârika telâkki edilen belâgatını göremiyorum.’” diyor.[6] Sonra; “سَبَّحَ لِلهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ âyetindeki belâgat-ı mâneviyeyi zevk etmek istersen, kendini nur-u Kur’ân’dan evvel o asr-ı cahiliyette, o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, her şey zulmet-i cehil ve gaflet altında, tam bir perde-i cumûd-u tabiata sarılmış olduğu anda Kur’ân’ın lisan-ı mânevisinden سَبَّحَ لِلهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ gibi âyetleri işit, bak; nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudat-ı âlem, سَبَّحَ – تُسَبِّحُ sadasıyla, işitenlerin zihninde diriliyor, hüşyar hâle geliyor ve kıyam edip zikrediyorlar.”[7] diyor.

Bundan anlaşılıyor ki, Kur’ân-ı Kerim’in üslubundaki enginliği ve ihtişamı görebilmek için mutlaka ve doğrudan doğruya cahiliye devri ve bedevilik dönemindeki insanların yavaş yavaş zulmeti terk edip nura gelişleri ve vahşetten sıyrılıp Kur’ân’ın getirdiği medeniyet anlayışına intikal edişleri nazar-ı itibara alınmalıdır ki o derinlik tam hissedilebilsin. Böyle bir anlayış içinde bakmayıp da şu bozuk düzen devrin şartları ve hâdiseleri zaviyesinden o mu’ciz beyan ele alınacak olursa tam ve hakkıyla zevk edilemez.

فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ “Çırası ve yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının.” beyanının da diğerleriyle münasebeti var. Zira yukarıdaki âyetle muhataplara şu denmiş oluyor: “Kur’ân’ın menendini, eşini getiremediniz, âciz kaldınız. Öyle ise o bir mucizedir, size de bunu kabul etmek düşer.” Bunun mukabilinde onlardan gelebilecek “Onu kabul etmenin gereği nedir, ne yapmalıyız?” mukadder sualinin cevabı, “Emirlere imtisal ve nehiylerden içtinap edeceksiniz. Takvanın asıl mânâsı da işte budur. Daire-i takvaya girerek Allah’a sığınmak ve size bahşettiği imkânları iyi değerlendirip dünya ve ukba saadetini elde etmeye çalışmak. Aksine, nazîrini getiremediğiniz hâlde hâlâ bu mucize-i bâhireye karşı gözünüzü kaparsanız o zaman “hutame”ye (Cehennem) “hatap” (odun) olursunuz. Sakının çırası, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem’den...” şeklinde olur.

Burada mücmel olarak hesap yani imanın rükünlerinden bir diğeri olan ahiret de anlatılmış oluyor. Cehennem’e mukabil Cennet ise, mü’minleri tebşir sadedinde bir sonraki âyette ele alınmaktadır.

Aynı zamanda bu makam, bir sonraki âyette gelecek “tergib”e mukabil bir “terhib” makamıdır. Böylesine tesirli bir terhib ancak yakıtı insanlar ve taşlar olan bir Cehennem tasviriyle yapılabilirdi. Evet, o öyle müthiş bir ateş ki, çırası taşlar ve insanlardır. Bu tasvir çok müthiş ve ürperticidir. Zira ağaçları, otu-kökü ve kömürü tutuşturmak için bir kibrit, bir parça gaz ve birkaç çıra yetebilir. Cehennem ateşinin şiddetine bakın ki onu tutuşturmak için gaz, kibrit ve çıra yerine insanlar ve taşlar kullanılıyor. Artık varın gerisini siz düşünün! Bu tehvîl (gönüllere ürperti salma) makamında hem de mübalağasız meselenin böyle beliğâne ele alınması hakikaten onun çok faik bir beyan ve üstün bir ifade tarzı olduğunu gösteriyor.

أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ “Kâfirler için hazırlanmıştir.” âyeti bize şunu da anlatır: Dünyada musibetler umumileştiğinde, o musibet bir parça olsun hafifler. Cehennem’de ve Cehennem azabında ise böyle bir hafifleme söz konusu değildir. Ahirette ilâhî kudret daha önde, hikmet ise ona göre bir bakıma daha geridedir ve esbap perdesi aradan kalkmıştır. Orada bütünüyle hakka’l-yakîn zirvesinde daire-i akaid hükümfermâdır. Öyleyse küfre ve dalâlete giren, nev’i şahsına mahsus olarak azaba maruz kalacak; iyilik yapan da nev’i şahsına mahsus naîm-i Cennet ile mütelezziz olacaktır. Oysaki dünyada durum böyle değildir. Şöyle ki, bazen bir beldede haksızlık ve zulüm işlendiğinde gelen musibet umumi olarak gelir. وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَۤاصَّةً وَاعْلَمُۤوا أَنَّ اللهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ “O fitneden sakının ki, geldiğinde içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.” (Enfâl sûresi, 8/25) Burada ise أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ deniyor. Kâfir, Cehennem’e; mü’min de Cennet’e giriyor, inanç ve yaşam tarzlarına göre muamele görüyorlar.

أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ ifadesi aynı zamanda, Cehennem’in henüz yaratılmadığını, dünya harap olup ahiret âlemi kurulduktan sonra yaratılacağını iddia eden Ehl-i İtizâl’e de önemli bir cevap teşkil eder. Evet, Cehennem şu anda hazırdır. Ne var ki, o henüz açılıp, inkişaf etmiş ve tafsilî hüviyetiyle ortaya çıkmış değildir. Ama icmalî mânâsıyla şu anda da mahlûktur ve müstahaklarını beklemektedir.

Buraya kadar, bu iki âyet içinde dercedilen cümlelerin birbiriyle ve ta Sûre-i Bakara’nın başına kadarki bütün bir mebhasla olan çok sıkı münasebetlerini göstermeye, okuyan ve dinleyenlerin zihninde oluşabilecek sorulara cevap vermeye çalıştık.

[1] Bkz.: Zuhruf sûresi, 43/31.
[2] İbn İshak, es-Sîre 4/191; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/255-256.
[3] İbnü’l-Cevzî, Keşfü’l-müşkil 3/320; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 2/412.
[4] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve 1/736; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 4/540.
[5] Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.137.
[6] Bediüzzaman, Sözler s. 485 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Zeyl); Şualar s. 124 (Yedinci Şuâ, Âyetü’l-Kübrâ).
[7] Bediüzzaman, Sözler s.400 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule).

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.