Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (23-24. âyetler)

Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (23-24. âyetler)

Şimdi de, bizim kuyûdun fevâidi dediğimiz, seçilen kelimelerdeki dil incelikleri üzerinde teker teker durmak istiyoruz.

Evvela burada Kur’ân وَإِنْ كُنْتُمْ diyor. Daha önce de geçtiği üzere, إِنْ şart edatıdır ve mutlak şek içindir. Şöyle ki, anlatılan şeyin vukuu kat’i ise ya da en azından ekseriyet yahut zann-ı gâlip ifade ediyorsa, bu durumda kullanılacak edat إِذَ ; şayet vukuu ile adem-i vukuu müsavi ise, yani olup olmayacağı şüpheli ise o zaman da إِنْ kullanılır. İşte burada, onların reybîliğine, şüpheciliğine ima sadedinde إِنْ kullanılmıştır. Buradaki şek, şüphe, muhatabın durumuna göredir, yoksa mütekellim olan Cenab-ı Allah’a göre mesele kat’idir.

Aynı zamanda şüphe sebeplerinin izale edilebilecek türden olduğu da yine إِنْ edatıyla vurgulanmıştır. Yani azıcık ciddi baksalar bu kitapta reyb olmadığını görecekler. Bu itibarla denebilir ki, Kur’ân-ı Kerim’e beşer kelâmı demek, düşünmeden verilmiş peşin bir hükmün ifadesidir. Böyle bir ifadenin başında muhataba bakan إِنْ kelimesinin bulunması, oradaki şekkin bütünüyle temelsiz ve üflemekle zâil olacak kadar zayıf olduğunu gösterir. Fesübhânallah! Reyb ile yakîn arasında böyle ince zar gibi bir perde var. Ama yine de bazıları ona takılıp kalabiliyorlar..!

Burada, Kur’ân’da başka yerde geçen إِنِ ارْتَبْتُمْ “Eğer şüphe ettiyseniz, şüphe ediyorsanız…”[1] ifadesi ihtiyar edilebilecekken bunun yerine وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ “Eğer herhangi bir şüphe içerisindeyseniz…” buyuruluyor:

Bu ifade tarzı kesinlik ifade eder. Yani onlar devamlı şüphe düşünmekte, şüphe soluklamakta ve şüphe ile oturup kalkmaktadırlar.. âdeta şüphe, tabiatlarının bir derinliği hâline gelmiş gibidir.. reyb etraflarını o kadar sarmış ki başka bir şey görecek hâlleri kalmamıştır…

فِي رَيْبٍ bir zarftır. Şayet reyb birine zarf ise o da reybin mazrufu olmuş demektir. İnsanlarda reybin mahalli kalb, dimağ veya vicdandır. Vicdanda reyb olur mu, olmaz mı o felsefi bir konu ve münakaşası yapılabilir. Ne var ki bu reyb, bu şek ve tereddüt hangi sistemde olursa olsun onları öyle pençesine almıştır ki, artık hep reyb içinde yüzüyor, reyb düşünüyor ve reyb konuşuyor olmuşlardır. Evet, maraz önce kalbde başlar, sonra da metastazla bütün bedeni istila eder. Bu mânâ, cezâlet-i beyanda açıktır ve bu konuda bütün kelimeler birbirini takviye etmektedir. Ayrıca رَيْبٍ kelimesindeki tenvin de tenvi’ içindir. Yani pek çok mütenevvi reybler demektir. Bu da bir yönüyle reybin çokluğunu göstermek içindir. Bir yönüyle فِي zarf edatı, bir yönüyle de keynûnet hususiyeti ve diğer yandan tenkîr tenvininin bulunması ciddi bir tesânüt ve tenâsüp içinde reybîliğin derinliğini aksettirmektedir.

مِمَّا نَزَّلْنَ cümlesinde de aynı tenâsübü görebiliriz. Cümleye yapılan bir takdire göre مِنْ teb’îz mânâsı ifade eder. مَ kelimesi nekredir ve “şey” mânâsına gelir ki مِمَّ “indirdiğimiz şeyin bir parçasından” demek olur.

Ayrıca, نَزَّلْنَ kelimesi, peyderpey indirmek mânâsını taşıması açısından yine cüz’iyet ifadesiyle aynı hususu işaretliyor.

سُورَةٍ kelimesi, bütün Kur’ân değil herhangi bir sûre demektir ki bütün bunlar, “Kur’ân-ı Kerim’den bir tek parçaya nazire getirin.” mânâsı etrafında toplanmaktadır ve burada da bir tecâvüb ve tesânüt söz konusudur.

Âyette, “tek seferde indirme” mânâsını taşıyan أَنْزَلْنَ değil de, “ceste ceste, parça parça, belli bir vetire takip ederek indirme” anlamını taşıyan نَزَّلْنَ kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’in 23 senede nüzulü نَزَّلْنَ ile anlatılır. Onun Levh-i Mahfuz’dan sema-i dünyaya inmesi, –oradaki hüviyeti nasıl ise– o hüviyet ve keyfiyetiyle mele-i a’lânın sakinlerine –âyân-ı sâbitesiyle mi, temessülatıyla mı– gösterilmesi ise birden olmuştur ve إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ (Duhân sûresi, 44/3) ve إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ الْقَدْرِ (Kadir sûresi, 97/1) âyetlerinde olduğu gibi if’âl babından أَنْزَلْنَ ile ifade edilmiştir.

عَلٰى عَبْدِنَ ibaresindeki kelimelerin de ifade ettiği mânâlar var.

Evvela, عَلٰى harf-i cerri, isti’lâ içindir. Bu yönüyle de vahyin masdarının ulviyetini vurgulamakta, vahyin semaviliğine dikkat çekmektedir. Ayrıca insanın üzerine inen bir şeyin onun üzerinde, omuzlarında meydana getirdiği ağırlık da yine bu kelimeyle işaretlenmektedir.

عَبْدِنَ kelimesiyle, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en mümtaz hususiyetinin O’nun kulluğu olduğu, yani resûl olmadan evvel de kul olduğu vurgulanarak, Allah’la insanlar arasında değişmeyen münasebetin kulluk olduğuna dikkat çekilmektedir. Aslında O’nun hayatındaki pek çok mazhariyet de kulluğunun semeresidir ve şüphesiz bunlardan biri de miraçtır. Bu itibarla da denebilir ki, burada Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en mümtaz bir vasfı nazara verilmektedir.

İkinci olarak, Cenab-ı Hakk’ın عَبْدِنَ demek suretiyle kulluğu Zât-ı Uûhiyet’ine izafe etmesi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kulluğunun hususiyetine ve kimsenin bu konuda O’na benzemediğine işaret etmektedir.

Üçüncü olarak da terkip şunu ifade etmektedir: Siz başkalarının beyanında tereddütlü olabilirsiniz; başkalarına eş, ortak isnat etme teşebbüsünde bulunabilirsiniz; ancak o kul bizim kulumuzsa ve onun ağzıyla biz konuşuyorsak, onun konuşan dili oluyorsak, değil onun tebliğ ettiği vahy-i metluv, gayr-i metluv beyanının benzerini getirmeniz dahi mümkün değildir.

فَأْتُوا بِ kelimesi “getirin” mânâsında emirdir. Melzumu zikredip lazımı murad gibidir. Yani teşebbüs, tahkik, araştırma, sonra misli, meseli, mesîli, kıyası, makîsi öğrenme, ondan sonra benzerini getirme mazmununu mutazammındır. Aslında bu, onlar için teklif-i mâlâ yutâk, yani güç yetirilemeyecek bir şeydi. Teklif-i mâlâ yutâk, yani birine, kudreti dahilinde olmayan bir şeyin emredilmesi, tamamen onun âcizliğini ortaya çıkarmak içindir ve altında bir istihza, bir tehekküm ve tahkir söz konusudur. Yani “Haydi getirin bakayım, getirin de göreyim.” demek gibi bir şeydir.

سُورَةٍ kelimesinde “sûre” başta da gördüğümüz gibi Kur’ân-ı Kerim’den bir bölüm, bir parça demektir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bir yerde “surlu sûre” tabirini kullanır.[2] Sûre ile ‘sur’un aynı kökten geldiğine daha önce değinmiştik. Burada bir belâgat nüktesi olarak şu husus ifade edilebilir: Siz Kur’ân’ın tahaddîsi karşısında bir tek sûrenin surlarını dahi aşıp ona erişemez, benzerini ortaya koyamazsınız. Yani bir sûreyi dahi fethedemezsiniz. Eğer fethetme bir hakikatin ortaya çıkması, bir kapalı şeyin açılması ise, اَللّٰهُمَّ افْتَحْ عَلَيْنَا حِكْمَتَكَ وَانْشُرْ عَلَيْنَا رَحْمَتَكَ “Allahım, bize hikmetinin kapılarını aç, rahmetini üzerimize saç.” duasıyla mü’minler için bir mânâda açılım olsa da, siz bu surlu sûreyi fethedip içine giremezsiniz, hâkim olamazsınız, yaptık diyemezsiniz.. gibi bir telmih de söz konusu olabilir.

Hâsılı, سُورَةٍ sözüyle âdeta “Siz en küçük bir sûreye dahi nazire getiremezsiniz. Kevser Sûre-i Celîlesini dahi tanzîr edemezsiniz.” deniyor.

مِنْ مِثْلِه kelimesindeki zamirin Kur’ân’a râci olduğu düşünüldüğünde şu ihtar ediliyor denebilir: “Sizin bir kısım müzahrefat türü şeyler ortaya koymanız mümkündür fakat Kur’ân gibi bir kitap getiremezsiniz. Binaenaleyh bu kitap Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi bir ümmînin beyanı olamaz.”

Daha önce de ifade edildiği gibi buradaki zamirin Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) râci olma ihtimali de söz konusudur. Vâkıa bu husus, beliğlerce pek hüsn-ü kabul görmemiştir ama buna ciddi bir mâni de gözükmemektedir. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi bir ümmînin –o ümmîye canlar kurban– böyle bir kitap ortaya koyması mümkün değildir.

İnsan bunaldığı zaman meydan okumayı ciddiye alır; çare arar ve sağdan-soldan, alttan-üstten, önden-arkadan medet ister. Kur’ân bu durumda olan kimselere diyor ki: وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ “Seslenin bütün etrafınıza; ellerindeki imkânlarla imdada koşsunlar.. Muallaka şairlerine ki hâlâ Kâbe’nin duvarında asılı bulunan o şahane şiirlerini değerlendirsinler.. veya benzerlerini tanzim edip getirsinler.. dahası onlar yetmiyorsa gelecek nesiller de imdat etsin.. evet, bu konuda maddî-mânevî bel bağladığınız kim varsa hepsini çağırın...”

Evet, bu bir meydan okumadır. Böyle bir meydan okuma karşısında onlar bunalmışlardır ve insan bunaldığı zaman sesinin duyulması için bağırır. Bağırma, bunların yapabileceği tek şeydir. Zira bir taraftan tehdit ediliyorlar.. âdeta onlara –tefsirde istimali doğru olmasa da– halk diliyle “hodri meydan” deniyor. Diğer taraftan âbâ ü ecdadlarının dini, bağlandıkları akideleri yıkılıyor; her şey tezelzül içinde, her gün itibarlarının sarsılmasıyla iki büklüm bir şekilde tehdit edilmeleri karşısında canları gırtlaklarına gelmiş bu insanlara Kur’ân: “Bağırın! Bağırırken de mânâlı bağırın! Şahitlerinizi / hâzır olanlarınızı ve Allah’tan gayrı size yardım edebilecek ne kadar cin, ins varsa hepsini çağırın! Yani putlarınızın içine giren şeytanlarınız dâhil hepsini çağırın! Verebileceklerse size bir fikir versinler de onları değerlendirip Kur’ân’a nazire yapın!” diyor.

Bu meydan okuma, cinler için de aynıyla vâriddir; evet onlar, âlem-i şehadete intikal eden bizim için gayb bir kısım meselelere muttali olduklarından, Kur’ân’ın tahaddîsi onlar için de söz konusudur. Aslında مِنْ دُونِ اللهِ kaydıyla, melâike-i kiram, cinler ve insanlar hepsi bu meydan okumaya muhataptır. Ancak melâike-i kiramın Cenab-ı Hakk’ın kelâmına karşı bir nazire getirmeye kalkışmaları söz konusu olamayacağından geriye cinler ve insanlar kalmaktadır. Buna binaen Kur’ân-ı Kerim, tahaddîde bulunduğu diğer bir âyette sadece cin ve insi zikretmektedir: قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرً “De ki, bütün insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak maksadıyla bir araya gelseler, bu hususta birbirlerine zahîr de olsalar, yine de onun gibi bir eser ortaya koyamazlar.” (İsrâ sûresi, 17/88) Evet, cinnin mütemerritleri dahi Kur’ân’ın belâgat ufkuna ulaşamamış ve nazire getirmekten aciz kalmışlardır.

إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ fezlekesi ise şunu ifade ediyor: Siz kendi kendinize diyorsunuz ki, biz de Kur’ân’ın bir benzerini getirebiliriz. Aslında bu bir meseleyi beğenmeyen kimselerin hâlet-i ruhiyelerinin ifadesidir. Onlar yapıyor, biz de yaparız ne var sanki. Bu, aşağılık duygusu içinde bulunan mağlup hemen her fert ve topluluğun idare-i kelâm etmede dile getirdiği ifadelerdendir.

İşte bu إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ cümlesi ile onlara: “Kendi kendinize konuşup durduğunuz ve yaparız dediğiniz hususlarda, eğer doğru iseniz buyurun, meydan sizin.” denmektedir.

فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُو : Bu husus daha evvel de ifade edilmişti. Bu cümle esas itibarıyla mâziye delâlet ediyor. Bunda şöyle bir işarî nükte söz konusu olabilir: Kur’ân-ı Kerim’in cihanı şereflendirdiği Saadet Asrı’nda Kur’ân-ı Kerim’e benzeyebilecek bir ifade ortaya konamadığı gibi, daha önceki yıllarda da konamamıştır. Evet, o dönemdeki hatiplerin müdebdeb ifadeleri, Kur’ân-ı Kerim’e hiçbir zaman nazire teşkil etmemiş ve onların o müzeyyen hutbeleri, Kur’ân-ı Kerim’in benzeri olmamıştır, olamamıştır.

وَلَنْ تَفْعَلُو Asla yapamayacaksınız!” Evet, geçmişte böyle bir şey yapamadığınız gibi, istikbalde de bunu kat’iyen yapamayacaksınız.! Hâdiseler de bu hususu teyit etmiş ve aksi zuhur etmemiştir.

Öyleyse فَاتَّقُو “Korkun, sakının!” Bu kelimeyle, ittikâya, korunmaya, sakınmaya, ilâhî himayeye girmeye çağrıda bulunulmuştur. اِجْتَنِبُو veya تَجَنَّبُو de denmemiştir. Çünkü tecennüp etme, mutlak olarak bir şeyden uzak durma demektir. Mesela insanın, gözüne doğru bir şey gelince gözünü kırpması infialî bir sakınmadır. Evet insan, kendisine gelip çarpan şeyler karşısında infialleriyle, refleksleriyle farkında olmayarak mukabelede bulunur ki, bunların her biri birer tecennüptür. Ama bu, o şeyi bertaraf edici bir sakınma değildir. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’in nazarında matlup olan sakınma, esbabıyla sakınmadır. Buna göre deniyor ki: “Eğer Kur’ân-ı Kerim’in mislini getiremezseniz onun Allah kelâmı olduğu sizce de sübut bulacak. Allah kelâmı olduğu sübut bulduğu takdirde de O’nun (celle celâluhu) tehdidi ve sizin de su-i akıbetiniz söz konusu. Öyle ise, gelin o altı boş iddialardan vazgeçin.. O’nun (celle celâluhu) himayesine sığının.” İşte biz buna ittikâ diyoruz ki, bu da ancak emirlere imtisal, nehiylerden de içtinap etmekle olur.

النَّار Mahiyeti sizce tam belli değil, bir yönüyle durumu sonradan belli olacak.. yakıtı, insanlar ve taşlar olan bir ateş ki, şimdiden keyfiyetini kestirmek mümkün değil. İşte o ateşten sakının.

الَّتِي ism-i mevsûl; sılası, bir cezâlet-i beyaniye ile o ateşi ifade ediyor. Bilindiği üzere ism-i mevsûlün kendisinde bir meçhuliyet vardır, onun bir şey ifade etmesi sılasıyla olur. Evet, الَّتِي kelimesinin müfâdı, sonrasını duyacağımız âna kadar meçhuldür. Sıla zikredilince, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateş olduğu bilinecek ve mesele idrâk edilecektir. الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ “Bir ateş ki, yakıtı insanlar ve taşlardan ibaret.” Yakıtının insanlar ve taşlar olması, –daha önce de değinilmişti– terhib ve tehvîl açısından, yani işin dehşetini göstermesi bakımından çok müessir; gönüllere ürperti salıyor.

أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ “Kâfirler için hazırlanmıştır.” fezlekesiyle, Cehennem’e girmeye vesile vasıf zikredilerek mevzu noktalanıyor. Başka bir ifade şekliyle, Cehennem’in i’dâd edilmesi, Cehennem’i gerektiren vasfa bağlanmıştır ki, o da küfürdür. Bu, Kur’ân-ı Kerim’e ait bir cezâlet-i beyaniyedir ki, birinin müstehak olduğu durumu anlatırken aynı zamanda hangi sebeple ona müstehak olduğuna da dikkatleri çeker. Burada “Şu insanlar Cehennem’e gider.” denseydi yeniden bir beyan lazım gelirdi. Çünkü o zaman, “Acaba hangi sebeple Cehennem’e gidiyorlar?” sorusu akla gelirdi. Bu açıdan لِلْكَافِرِينَ denilerek, yeni bir sual tevcihine meydan bırakmayıp, küfürleri sebebiyle Cehennem’e gidecekleri ifade edilmiş oluyor.

Kur’ân’ı Kerim, ister makta’ları, ister cümleleri ve ister kelimeleriyle ele alındığında, onda harikulâde bir tesânüt, bir tenâsüp ve bir tecâvüp müşahede edilmektedir ki, Devr-i Risalet-penahideki o mağrur, o kibirli, o başı göklerde gezen şairler Kur’ân’ın bu yönünü görmüş, o mu’ciz-beyân kitaba karşı itirazda bulunamamış ve serfürû etme lüzumunu duymuşlardır. O devirde Müseylimetü’l-Kezzâb’ın bir-iki cümleyle gülünç muarazası müstesna Kur’ân-ı Kerim’e karşı nazire yapmaya teşebbüs eden olmamıştır.

سُورَةٍ kelimesini arz ederken, en küçük bir sûreye de nazire yapılamaz demiştik. Fahreddin Râzî bu meselenin üzerinde uzun uzadıya durur ve Kevser Sûresi’ne dahi nazire yapılamaz, der.[3] Vâkıa, Müseylime kendine göre o sûreye bir nazire yapmıştı. Şöyle diyordu kendince: إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْجَمَاهِير فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَهَاجِرْ إِنَّ مُبْغِضَكَ رَجُلٌ فَاجِرٌ “Biz sana pek çok şey verdik. Rabbin için namaz kıl ve sana tâbi olmayanları bırak veya hicret et. Sana buğz eden, fâcir bir adamdır.”[4] Son zamanlarda Avrupalı müsteşriklerden biri bunu ele alarak mal bulmuş mağribî edasıyla “Kur’ân’a nazire yapılabilir.” deyiverdi.

Şimdi isterseniz bu iki sözü bir iki hususta kıyaslayalım. Aslında derin bir teemmüle gerek yok; en mübtedi bir insan dahi Kur’ân-ı Kerim’e nazire olarak ortaya konan bu şeyi gördüğü zaman gülecektir.

Evvela, Cenab-ı Hak azametle buyuruyor: إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ “Biz azîmu’ş-şan Sana verdik.” Bir parça belâgattan anlayan biri Cenab-ı Hakk’ın rubûbiyet, ulûhiyet ve azamet ifade eden “azamet nûnu” ile ifade buyrulmuş “Biz azimüş-şan” beyanındaki ihtişamı anlar. Hazreti Üstad, benzer bir meseleyi anlatırken şöyle der: وَقِيلَ يَۤا أَرْضُ ابْلَعِي مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَۤاءُ وَقُضِيَ الْأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ “‘Ey yer, suyunu yut ve ey sema, sen de suyunu tut!’ diye emir buyruldu. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî üzerinde yerleşti ve ‘Kahrolsun zalimler!’ denildi.” (Hûd sûresi, 11/44), keza ثُمَّ اسْتَوٰۤى إِلَى السَّمَۤاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ اِئْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَۤا أَتَيْنَا طَۤائِعِينَ “Sonra iradesi bir gaz hâlinde olan göğe yöneldi. Ona ve yere şöyle buyurdu: ‘İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime uyun gelin!’ onlar da: ‘İsteyerek, gönüllü olarak geldik.’ dediler.” (Fussilet sûresi, 41/11) fermanları gibi ifadeler bir insan tarafından söylense hezeyan olur.[5] Bu, koskoca bir orduya bir çocuğun “yat, kalk” şeklinde emir ve komut vermesi gibi bir şeydir. Ama bu direktif komutan tarafından söylenirse celâdet ve haşmet içerisinde büyük bir mânâ ifade eder. Aynen bunun gibi إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ beyan-ı sübhânîsini ancak Allah (celle celâluhu) söyleyebilir.

İkincisi, âyette seçilen kelime الْكَوْثَرَ’dir. Kevser kelimesi, “hayr-ı kesir, şefaat, ilim, hidayet, dünya ve ukba hayrı” mânâlarına gelmektedir. Yani Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle ferman edilmektedir: “Azamet ve ulûhiyetimle, kemal-i kudret, haşmet-i saltanat ve umum raiyyetim hesabına Sana kevseri verdik. –Bunlar, Arapçada dilin karakteristik durumundan çıkan mânâlardır. Cenab-ı Hak bütün âlemlerin Rabbi olması itibarıyla konuşurken böyle konuşur.– Binaenaleyh verdiğimiz şey sadece Sana has değil; umum ümmeti de alâkadar etmektedir. Senden onlara, onlardan da Sana.. Senden mesaj ve irşad, onlardan hayırla yad, ardı arkası kesilmeden mütemadiyen teselsül edip gidecektir. Onların Seni hayır dualarıyla yad etmeleri Senin Makam-ı Mahmud’a vusûlüne vesile olacaktır ki; aslında kevserin bir mânâsı da işte bu şefaat-i kübra makamıdır. Onlar Sana dua edecek, Sen de onlara ahirette şefaat edeceksin.”

Bundan başka kevser, aynı zamanda Cennet’te bir nehrin de adıdır ki onu da Sana verdik. Diğer bir anlamıyla kevser, ümmetin ulemasıdır ve tıpkı Senin irşatta yaptığın rehberlik gibi onlar da ümmetin içinde hayra hidayete vesile olabilen peygamberlerin vârisleri öyle kimselerdir ki, biz işte onları da Sana lütfettik. اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الْأَنْبِيَاءِ “Âlimler, peygamberlerin vârisleridirler.”[6] Ve bunlar dinin hakikatini tam ifade edebilen sâlih bir zümredir.

Şimdi bütün bunlardan sonra gelin aradaki farkı görün. Kur’ân إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ fermanıyla bütün bunları söylemesine mukabil, o ise, إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْجَمَاهِرَ hezeyanıyla diyor ki: “Sana pek çok şeyler verdik.” Hayr-ı kesir, hidayet, ilim, şefaat-i kübrâ gibi pek çok mânâlara gelen kevser kelimesinin yerine konan ifadenin ne kadar zayıf düştüğünü anlatmaya gerek yoktur zannederim.

Üçüncüsü, “Seni kötüleyenin kendisidir ebter (soyu kesik).” ifadesiyle Kur’ân, erkek evlatları yaşamadığı için Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm) ebter diyerek tahkir eden zatın kendisinin akim kalacağını, soyunun kesileceğini, devam etmeyeceğini söylemek suretiyle istikbale dair verdiği gaybî haberle bir mucize sergiliyor. Hâlbuki nazirede, bu çirkin yakıştırmayı yapan Âs İbn Vâil’in akim kaldığına dair bir şey yok. Sadece رَجُلٌ فَاجِرٌ “Fâcir bir adam” deniyor. Kevser Sûresi’nde ise, o zatın sadece kâfirliği, fâcirliği değil aynı zamanda ebter olduğu da anlatılmak suretiyle mukabele-i bilmisil yapılıyor.

Derinlemesine bakıldığında daha pek çok tenakuz ve ifade eksiklikleri bulunabilir. Ancak bu misal ve kıyaslamalar, Kevser Sûresi’ne nazire olarak Müseylimetü’l-Kezzâb ve daha sonraki dönemlerde onun sözlerinin bazılarını değiştirmek suretiyle aynı hezeyanı deneyen mülhitler tarafından o kısa sûreye dahi nazire yapılamayacağını göstermesi açısından yeterlidir zannediyorum.

Aslında, Kur’ân-ı Kerim’e nazire yapılamayacağını o devrin edip ve beliğleri anladığı gibi daha sonrakiler de itiraf etme mecburiyetinde kalmışlardır. Öyle ki, Üstad’ın da bir iki yerde, Câhız’a izafe ederek tekrar ettiği gibi, “Muâraza-yı bi’l-hurûf mümkün olmadı, muharebe-yi bi’s-süyûfa mecbur oldular.”[7] Evet, eğer çok kısa ve rahat bir tarik olan kelimelerle mücadele imkânı olsaydı, onlar kılıçlarla mücadele ve muharebe yolunu seçmeyeceklerdi. Harfler ve kelimelerle mücadele imkânı olmadığı için muharebe yolunu tercih ettiler. Bu zor yolu seçmeleri gösteriyor ki, kolay yolda yürümek onlar için imkânsızdı. Bundan da anlaşılmaktadır ki, Kur’ân’ın o sehl-i mümteni, yani zâhiren insanın rahat anlayabileceği ve ilk bakışta benzeri yapılabilir gibi görünen ifadeleri, duru suların derinliklerini ketmetmeleri gibi bir sırrı ihtiva etmektedir.

* * *

Evet, beyan-ı Kur’ân’a karşı insanın muarazada bulunması mümkün değildir. Burada esas maksat, belâgat-ı Kur’âniye ve i’câz-ı Kur’ân’ın vurgulanmasıdır. Bize düşen de temel prensipleri itibarıyla Kur’ân’ın mucizevî yanlarının ortaya konmasıdır ki, pek çok müfessir de bunu öne çıkarmıştır. Bu cümleden olarak Üstad Bediüzzaman bazı risalelerinde ısrarla bu husus üzerinde durmuştur. İcmalen de olsa hatırlatılmasında yarar var.

Bazılarına göre –daha evvel de geçmişti– Kur’ân-ı Kerim’in en önemli mucizesi, onun insan takatini aşan o yüksek üslubudur. Diğer bazılarına göre, hayat-ı içtimaiyeyi tanzim eden onun o harika disiplinleridir. Bazılarına göre ise Kur’ân’ın en büyük mucizevî yanı, –benim ruh hâletimde de büyük bir yeri olan budur– insanın ledünniyatını, iç yapısını ve derinlemesine enfüsî yanlarını emsalsiz bir şekilde ele almasıdır ki onun bu hususiyeti insanın, insanlığın güç ve takatini aşacak mahiyettedir.

Nurlar’da ise hemen hemen bunların hepsini câmi (kapsayan) mahiyette bir tahlil gözükmektedir. Ezcümle, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın nazmının cezâleti üzerinde durur ve bir İhlâs Sûre-i Celîlesinin otuz altı buudunu işaretler ve bir satır içinde otuz altı satır olduğunu gösterir.[8] Bazen de o cezâlet-i beyanı –biraz evvel misallerini irad etmeye çalıştığımız hususlarda olduğu gibi kelimeler arasındaki tecâvüb, tesânüd ve tenâsüpte ortaya koyar ve وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ (Enbiyâ sûresi, 21/46) ve وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (Bakara sûresi, 2/3) gibi âyetlerle misallendirir.[9]

Ayrıca سَبَّحَ – يُسَبِّحُ kelimeleriyle, gökler ve yerdeki her şeyin Allah’ı tesbih edişini faik bir ifade ile dillendirerek, Kur’ân’ın beşer karihasının eseri olamayacağını ortaya kor. İnsan, mütekellimi, muhatabı nazar-ı itibara alarak bu hakikate bakabilse daha ne bedî nüktelere şahit olur..!

Bütün mukattaât, Nebe ve Kâf gibi sûreler okunduğunda insan kendini bir büyülü atmosferde hisseder ki başka bir beyanda onu duymak mümkün değildir. الٓمٓ – الٓرٰ – حٰمٓ – قٓ – صٓ gibi farklı üslup o âna kadar gelmiş geçmiş ediplerin, beliğlerin beyanlarında bulunmayan garip bir tarz-ı beyandı…

Lafzının fesâhatıyla alâkalı olarak meânî uleması ve dil üstadlarının zikrettiği hususlar, mücelletlere sığmayacak genişliktedir. Meânî, beyan ve bedi’ uleması sık sık o “el-menhelü’l-azbü’l-furât”a başvurarak tezlerini teyit etmişlerdir.

Hele onun beyanındaki metanet, rüsûh, sağlamlık ve ihtişamın emsalini göstermek mümkün değildir. O hep hakîmdir beyanında ve ifadesinde. Kısa bir cümlesi âdeta mücelletlik bir mevzu ihtiva eder.

Mesela: اَلْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (Fâtiha sûresi, 1/2) cümlesinde öyle bir beyan vardır ki, anlayan “İşte medh ancak bu kadar olur!” der. Bu ifadede en küçük bir müdahene eseri de görülmez; tabi senada da en ufak bir kusur hissedilmez. اَلْحَمْدُ لِلهِ cümlesiyle anlatılan bu hakikatte fevkalâde bir metanet görülür. Hem mesela “Uhuvvet Risalesi”nde[10] ve “Yirmi Beşinci Söz”de أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ (Hucurât sûresi, 49/12) âyetiyle ele alındığı gibi zemm makamında öyle tesirli bir zecr üslubu görülür ki dahası olamaz. Keza وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ اَلَّذِي جَمَعَ مَالًا وَعَدَّدَهُ“Veyl o hümeze-lümezeye ki mal biriktirir (sonrada bir cimri edasıyla) onu hep sayar durur.” (Hümeze sûresi, 104/1-2) âyetlerinde servet ü sâmân biriktirmeyi ve kaş-göz işaretiyle insanlarını kınamayı ve hafife almayı öyle bir ifade eder ki, insan “Ancak bu kadar olur.” der.

Bunlar gibi, haşr u neşre dair âyetlerde de fevkalâde bir câmiiyet müşahede edilir. Ezcümle: فَانْظُرْ إِلٰى اٰثَارِ رَحْمَةِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَۤ “İşte bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine! Ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise, ölüleri de O diriltecektir. O, her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rûm sûresi, 30/50) veyahut قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللهُ يُنْشِئُ النَّشْأَةَ الْاٰخِرَةَ إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “De ki: Dünyayı gezin dolaşın da, Allah’ın ilk hilkati nasıl gerçekleştirdiğini anlamaya çalışın! Sonra tekrar yaratacak olan, yani ölmüş bedenleri yeniden hayata mazhar edecek olan da yine Allah’tır. Allah elbette her şeye kadirdir.” (Ankebût sûresi, 29/20) أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلٰۤى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ “Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya olmaz mı kadir! Elbette kadir! Hallâk O’dur, Alîm O’dur! (Her şeyi yaratan, her şeyi bilen O’dur).” (Yâsîn sûresi, 36/81)

Bu ve benzeri âyetler haşri ispatta öyle bir metanet ve rasanet gösterir ki dahası olamaz. Keza ifhamda (muhatabı ilzam etme, sesini kesme) örnek olarak üzerinde durduğumuz âyet-i kerime verilebilir: وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’ın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda haklı iseniz!” Evet, bu âyet-i kerime, muarızların sesini soluğunu keser mahiyette bir metanet göstermektedir. Teferruatlı bilgi için işaret edilen kaynaklara bakılabilir

Keza Kur’ân’ın lafzının câmiiyeti de üzerinde durulması icap eden ayrı bir konudur. Bu konuda bir misal olarak وَالْجِبَالَ أَوْتَادً “Dağları da arzı tutan birer kazık yapmadık mı?” (Nebe sûresi, 78/7) âyeti gösterilebilir. Hazreti Üstad, “Bu âyetten ümmî bir insan ne anlar? Çoban ne anlar? Haymenişîn (çadırda yaşayan) ne anlar? Edip ne anlar? Coğrafyacı ne anlar? Hikmet ilmine vâkıf olan ne anlar? Devrin jeofiziğine vâkıf insan/insanlar ne anlar?” diyerek bütün bu farklı anlamalar çerçevesinde âyetin câmiiyetini gösterir.[11]

Keza: أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَ “O Hakk’ı inkâr edenler görüp bilmediler mi ki gökler ve yer bitişikti de biz onları birbirinden ayırdık.” (Enbiyâ sûresi, 21/30) âyetinde de harika bir câmiiyet vardır. İlk insanlar ne anlarlardı bundan; ilim erbabı olmayan ne anlar, feza fiziğine, astrofiziğe vâkıf bir insan ne anlar, edip ne anlar… Bütün bu anlayışlara göre, âyetin lafzında engin bir genişlik var ve lafzın câmiiyeti dediğimizde biz bunları anlıyoruz ki Kur’ân’ın vücûh-ü i’câzından biri de işte budur.

Kur’ân’ın bir de mânâsının câmiiyeti var ki, bütün fıkhî içtihatların yanında daha sonraki devirler itibarıyla ondan pek çok ilmî hakikatler de istinbat edilmiştir ki, kütüb-ü fıkhiye, kütüb-ü tefsir, kütüb-ü kelâm, kütüb-ü tasavvuf, kütüb-ü ahlâk gibi o câmiiyetin birer ürünü olan kitaplar milyonlara ulaşmış ve kütüphaneleri doldurmuştur. İmam Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed İbn Hanbel, İmam Sevrî, İmam Evzaî ve daha niceleri… hepsi de dilin kaideleri çerçevesinde yaptıkları istinbatlarında, değişik tevil ve tefsirlerinde, temelde hep aynı, teferruatta biraz farklı, ama hep onun ruhuna uygunluk içindedirler. İşte bu husus da, Kur’ân-ı Kerim’in mânâsındaki zenginlik ve câmiiyeti göstermektedir.

Bundan başka bir de onun muhtevasının câmiiyeti vardır ki üzerinde durulmaya değer. Mesela o, kevnî hakikatlerden, ilâhî hakikatlerden bahsettiği zaman baş döndüren çok ciddi bir zenginlik gösterir. Batılı araştırmacıları, mütefekkirleri en çok hayrette bırakan husus da budur. O, kevnî hakikatleri anlattığı aynı anda ulûhiyete ait hakikatlere girerek insanları asıl hakikat konusunda düşünmeye davet eder.

Bu cümleden olarak, يَوْمَ نَطْوِي السَّمَۤاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَأْنَۤا أَوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ وَعْدًا عَلَيْنَۤا إِنَّا كُنَّا فَاعِلِينَ “O gün gök sayfasını tıpkı kitap rulolarının dürülmesi gibi düreriz. Varlığı ilk defa yoktan var ettiğimiz gibi onu tekrar yaparız (ölüleri diriltiriz). Bu üzerimize aldığımız bir vaattir. Onu yapacak da biziz.” (Enbiyâ sûresi, 21/104)

Semaların tayyi (dürülmesi) meselesi gibi kevnî bir hakikat anlatılırken bir taraftan Cenab-ı Hakk’ın makro âlemde tasarrufu, diğer yandan da insanın Allah’la münasebeti hatırlatıldıktan sonra hemen insanı çok alâkadar eden öbür âleme dikkat çekilerek haşre vurguda bulunulmaktadır.

Keza أَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ الْأَوَّلِ بَلْ هُمْ فِي لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz ilk yaratmada acizlik mi gösterdik? Hayır, hayır (onlar da öyle olmadığını biliyorlar) ama yine de yeniden yaratılış konusunda şüphe içindeler. Andolsun, insanı Biz yarattık, nefsinin ona neler fısıldadığını da Biz biliriz; zira Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf sûresi, 50/15-16)

Evet, “Biz insana şah damarından daha yakınız.” ifadeleriyle kevnî hakikatlerin içinde ulûhiyete ait hakikatlerin câmi bir mahiyette takdimi, Kur’ân-ı Kerim’in hassa-i lazimesidir ve başka hiçbir beşerî ifadede bunu bulmak mümkün değildir. Bu da Kur’ân-ı Kerim’in ayrı bir câmiiyetidir.

Ayrıca, Kur’ân-ı Kerim’in gayptan verdiği haberler de üzerinde durulacak önemli bir konudur. O, gerek mâziden gerekse istikbalden pek çok hâdiseye temas eder. Geçmişe ait hâdiseler açısından onun ele aldığı konulara o detaylarla hiç kimse temas etmemiştir. Hatta câmi tarih dedikleri, tarihçilerin babası saydıkları Heredot’un kitabında bir kısım kavimlerin tarihinden bahsedilirken, “kurûn-u ûlâ”ya ait Âd kavmi, Semûd kavmi ve Hazreti Nuh kavmi gibi milletlere müteallik hiçbir beyan yoktur. Oysaki bugün bazı araştırmalar, bu toplumların hem de Kur’ân’ın haber verdiği çerçevede yaşamış olduğunu ortaya koymakta, Kur’ân-ı Kerim’in mâziden verdiği bu haberlerin ayn-ı hakikat ve mahz-ı hak olduğunu ispat etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim istikbalden de haber verir. Rûm Sûresi’nin başındaki, Fetih Sûresi’nin sonundaki âyetler, Mâide Sûresi’ndeki وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ “Allah Seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır.” (Mâide sûresi, 5/67) beyanı ve daha niceleri, istikbale dair Kur’ân-ı Kerim ne haber vermişse hepsinin aynıyla zuhur ettiğini göstermektedir.

Kur’ân, sarahaten olduğu gibi işareten ve remzen de pek çok kevnî veya ilâhî hakikatleri haber verir ki, vakti ve sırası geldiğinde bunlar bir bir zuhur etmiştir. Bu mevzuda ehl-i kalb, ehl-i şuhûd, ehl-i mükâşefe gerek kevnî hakikatlere dair, gerekse kendilerine ilham edilen ulûhiyet hakikatlerine dair neyi keşf ve müşahede etmiş ve kitaplara geçirmişlerse bütünü geçmiş kitaplarda hem de onca tahrife rağmen mevcuttur ve Kur’ân-ı Kerim’in bu mevzudaki beyanlarına tıpatıp uymaktadır. Uymayan hususlar, tahrif kurbanı hususlardır.

Kur’ân-ı Kerim’in vücûh-u i’câzından biri de onun şebâbeti yani her devirde genç kalmasıdır. Üstad buna misal verirken يَۤا أَهْلَ الْكِتَابِ hitabını يَا أَهْلَ الْمَكْتَبِ teviliyle ele alır.[12] Aslında Kur’ân’ın hangi âyeti ele alınırsa alınsın, tarâveti, halâveti, şebâbeti insanı büyüler mahiyettedir.

Buna yakın Kur’ân-ı Kerim’in diğer bir mucizevî yönü de, onun daima zamanı aşma keyfiyetidir. Zamanın Kur’ân’ı kayıt altına alamamış olması; mesela bütün devirlerde hayat-ı şahsiyeye verdiği ders ve terbiye, hayat-ı içtimaiyeye verdiği ufuk enginliği ve bütün devirlerin derdine derman olacak reçetelerden, faizin haramlığı ve zekâtın farz oluşu gibi prensipleri, Kur’ân’ın zamanla aşınmadığını, aksine onun bütün zamanları, devirleri aştığını ve mu’ciz bir beyan olduğunu gösterir.

Onun bir diğer yönü de, içtimaî hayata dair vaz’ ettiği düsturlar ve terbiye ile ilgili getirdiği prensiplerdir. Şu âna kadar insanlığı terbiye adına terbiyecilerin ortaya attıkları prensiplerin yetersizliği ve aczine mukabil; Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bu konudaki kifâyeti onun mucize olduğunu gösterir. Bunun için sırf günümüzde arz edilen yarım yamalak dersler bile nazar-ı itibara alınacak olursa, Kur’ân’ın terbiye mevzuunda dahi bîhemta olduğu ortaya çıkar.

Benzer diğer bir husus olarak da onun, bütün yönleriyle ilmü’n-nefsin (psikoloji) teşrihatını yapması zikredilebilir. Fert psikolojisi, aile psikolojisi, cemiyet psikolojisi, recâ psikolojisi, havf psikolojisi.. bütün bunları insan, Kur’ân-ı Kerim’de takip, tetkik ve tahkik ederken âdeta kendi ruh hâletinin teşrih edildiğini ve his dünyasının anatomisinin nazarına arz edildiğini hisseder gibi olur. Asırları aşarak insan ledünniyatına, insanın içine böylesine inme ve onun içinde sinmiş şeyleri deşifre etme, bir bakıma psikanaliz yapar gibi bütün şuuraltı müzmeratı su yüzüne çıkarma meselesi Kur’ân-ı Kerim’e has bir keyfiyettir ki, psikologların, pedagogların kitapları bundan yoksun olduğundan, onların aczine; Kur’ân’da bulunduğundan dolayı onun da mucize olduğuna apaçık delâlet eder. İşte bu hususların hepsini kendi içinde çeşitli kısımlara ayırdığınız zaman vücûh-u i’câzın nerede ise kırka ulaştığı görülür.

Bu arada şu hususları hatırlamada da yarar var: Üzerinde durulan âyetteki en önemli hususlardan biri, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetidir. Nübüvvet mevzuunda “On Dokuzuncu Söz”ün reşhalarındaki beyanat, keza İşârâtü’l-İ’câz’da bu âyetin tefsirinde üzerinde durulan, Efendimiz’in şahsına ait özellikleri.. nübüvvetle alâkalı sıdk, emanet, fetanet, ismet, tebliğ gibi evsaf-ı âliyesi.. sonra şahsî, ailevî hayatla alâkalı getirdiği prensipler.. yaptığı âlemşümul inkılaplar.. gayptan verdiği haberler.. liderliği.. mükemmel kumandanlığı.. fevkalâde aile reisliği.. yetiştirdiği kimselerin fevkalâdeliği.. âdâb ve ahlâk-ı seyyieyi kaldırıp onların yerine ahlâk-ı âliyeyi ikâme etmesi.. insanların dem ve damarlarına işlemiş olumsuzlukları onlara terk ettirmesi.. ve bir tekini dahi beşerin en mütefekkirlerinin yapamayacağı daha pek çok şeyleri çok kısa zamanda yapması... gibi hususlar O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini apaçık göstermektedir ki, bütün bunlar O’nun Allah’ın sadık kulu olduğunun ve Cenab-ı Hakk’ın iltifatıyla serfirâz bulunduğunun alâmetidirler.

Binaenaleyh bu hususu da bütünüyle Risaleler’deki ve sair kitaplardaki nübüvvetle alâkalı bahislere havale ederek, Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) alâkalı Kur’ân-ı Kerim’deki daha başka âyetlerin tefsirinde yer yer –inşâallah– anlatılacağına binaen şimdilik bu kadarı ile iktifa etmek istiyoruz.

[1] Mâide sûresi, 5/106; Talâk sûresi, 65/4.
[2] Bediüzzaman, Sözler s.560 (Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat).
[3] Bkz.: er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 2/108, 32/126.
[4] el-Cürcânî, Delâilu’l-i’câz s.290; er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 32/126.
[5] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.218 (On Dördüncü Reşha).
[6] Tirmizî, ilim 19; Ebû Dâvûd, ilim 1; İbn Mâce, mukaddime 17.
[7] Bkz.: es-Suyûtî, el-İtkân 2/313-314; Bediüzzaman, Mektubat s. 212.
[8] Bediüzzaman, Sözler s.399 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule).
[9] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.397-399 (Yirmi Beşinci Söz, İkinci Sûret).
[10] Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.312 (Yirmi İkinci Mektup, Hâtime).
[11] Bediüzzaman, Sözler s. 421-422 (Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şua)
[12] Bediüzzaman, Sözler s.439 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şu’le).

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.