Müfredat mânâsı (25. âyet)

Müfredat mânâsı (25. âyet)

Evvela, و görüldüğü gibi bir fehva ve ondan hâsıl bir lazımî mânâya işaret etmektedir.

بَشِّر kelimesi, tef’il babından “müjdele, bişâret ver” mânâsına bir emr-i hâzırdır. Türkçemizde buna muştu, bu ameliyeyi yapmaya da muştulama diyoruz. Tef’il babından olması itibarıyla, bu ameliyenin peyderpey ve aralıklarla yapılacağına işaret vardır, yani bir bişâretten sonra bir bişâret daha ver, demektir. Böylece Kur’ân, bu mübarek zümrenin ruhlarında, fıtratlarında nefret uyarabilecek şeylere meydan vermemiştir.

Ardından gelen اٰمَنُوا “İman ettiler.” sözü işin iman, عَمِلُوا “Amel ettiler.” sözü ise aksiyon yönünü hatırlatır. الصَّالِحَات “sâlih, iyi ameller” kelimesine gelince o da yapılacak şeylerin yararlı olmasını ihtar eder.

الصَّالِحَات kelimesi şu âna kadar görmediğimiz, görülmesi gerekli bir kelimedir. صَالِح veya صَالِحَة’nın cem’idir. Sâlih; yararlı, yaraşıklı, hayırlı şey, Cenab-ı Hakk’ın hoşuna gidecek, dünyada huzur, ahirette de bereket ve saadet vesilesi olan iş demektir. Bu kelime esasen bir sıfattır fakat burada isim olarak kullanılmıştır.

Daha önce üzerinde durmadığımız ikinci kelime جَنَّاتٍ’dir; جَنَّة kelimesinin cem’idir. Cennet, örtme/örtünme, perdelenme, gizlenme mânâlarına gelen جَنَّ – يَجُنُّ / يَجِنُّ – جُنُونًا kökündendir. Bizim Türkçede kullandığımız cinnet de aynı köktendir ki bir çeşit perdelenme demektir. Yani bu hâldeki insan, gözü görürken, kulağı işitirken, duyguları çalışırken görülecekleri doğru göremeyen kimse demektir.

Lügat itibarıyla cennet, ağacı bol olup da zemini görülmeyecek kadar girift ağaçların boy attığı bahçeye, bağistâna denir.

Şer’î mânâsıyla ve Kur’ân’da ekseriyet itibarıyla maksut olan şekliyle o, gayb olan, gözlerin göremediği; sevabın, hasenatın, sâlihatın mükâfat yurdu olan, hususiyetleri tasavvurları aşkın bir dâr-ı karardır.

تَجْرِي kelimesi ‘cereyan’dan gelmektedir. Biz, akıp giden her şeyde bu tabiri kullanırız. Ancak o daha ziyade suların çağlayıp gitmesi ve gürül gürül akmasını ifadede kullanılır.

تَحْتَ kelimesi, daha evvel de zikredildiği üzere فَوْقَ’nın zıddıdır ve alt demektir.

أَنْهَار : نَهْر kelimesinin cem’idir ve “nehirler, ırmaklar” demektir.

كُلَّمَا kelimesi geçmişti. “Bütün, bir şeyin hepsi” demek olan كُلّ kelimesi مَا’ya muzâf olmuş, külliyete tekerrür mânâsı katmıştır; “Her ne zaman ki…” mânâsına gelir.

رُزِقُوا kelimesi rızk kökünden fiil-i mâzî, meçhul, cem-i müzekker gâib kipidir ve “rızıklandırıldılar” mânâsına gelmektedir.

مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ cümlesinde birinci مِنْ ibtidâ için, ikinci مِنْ ise teb’îz içindir. Cennet’in bütün nimetlerini yemeleri mümkün olmadığından, oradaki nimetlerin bir kısmından istifade edeceklerini beyandır.

أُتُوا kelimesi أَتٰى’dan fiil-i mâzi, meçhul, cem-i müzekker gâibdir. “Kendilerine verildi.” mânâsına gelmektedir.

مُتَشَابِهًا kelimesi تَشَابَهَ’den ism-i fâildir. Kur’ân-ı Kerim’de birkaç yerde geçer. Müteşâbih, birbirine benzeyen, benzer şeyler demektir. Biz, ecsâmın birbirine benzemesine teşâbüh diyoruz. Mesela, bir meyvenin diğer meyveye benzemesi bir teşâbühtür, bu meyvelerden her birine de müteşâbih denir. Aynı zamanda rüyalarda nazarlara arz edilen timsallerin sembollerinin âlem-i yakazada (hakiki varlık âleminde) bir kısım hakikatlere yani âyân-ı sâbitenin aynî şeylere benzemesine de biz teşâbüh deriz. Bu kelimeyi bazen, aralarındaki benzerliğin çok fazla olmasından dolayı birini diğerinden ayıramadığımız, net hüküm veremediğimiz, mahiyetini tam bilemediğimiz şeyleri ifade için de kullanırız ki, şer’î bir ıstılah olarak müteşâbih bu mânâya gelir ve Kur’ân-ı Kerim de Âl-i İmrân Sûresi’nde onu bu mânâsıyla “muhkem”in (açık, net hüküm ifade eden) karşısında ele alır: هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ “Bu muazzam kitabı sana indiren O’dur. Onun âyetlerinin bir kısmı muhkem olup bunlar Kitab’ın esasıdır. Âyetlerin diğer bir kısmı ise müteşabihtir.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/7)

أَزْوَاجٌ kelimesi, eş anlamına gelen زَوْجٌ kelimesinin çoğuludur ve eşi olan, onunla beraber bir çift teşkil eden her şey için kullanılır. Mesela, erkeğin karşısında kadın, kadının karşısında erkek için kullanılır. Vâkıa, karışma ihtimali olan yerde erkeğe “zevç”, kadına ise “zevce” denir ama haddizatında kelime her ikisini de şamildir.

مُطَهَّرَةٌ kelimesi de “tef’il” babından ism-i mefûldür; “temiz kılınmış, olabildiğine nezih, temiz mi temiz, pâk mı pâk” anlamlarına gelmektedir.

خَالِدُونَ kelimesi, lügat mânâsı itibarıyla “uzun zaman kalanlar” demektir ki, خُلْد kökünden gelmektedir. Ne var ki şer-i şerifte çok defa ebed kelimesiyle takviye ve te’kid edildiğinden bunun da genelde ebediyet mânâsına geldiğine hükmedilmiştir. Vâkıa, Kur’ân-ı Kerim’de أَبَد kelimesi خَالِديِنَ ile beraber üç defa Nisâ Sûresi’nde, bir defa Mâide, iki defa Tevbe, bir defa Ahzâb, bir defa Teğâbün, bir defa Talâk, bir defa Cin, bir defa da Beyyine Sûresi’nde olmak üzere 11 yerde geçmektedir.[1]

Sebkat eden âyetlerle beraber nazar-ı itibara alındığında anlaşıldığı üzere, nübüvvet vazifesinin mühim bir rüknünü inzar teşkil ettiği gibi diğer bir rüknünü de tebşir teşkil etmektedir. Bu çerçevede mânâ-i münîfi şöyle ifade etmek mümkündür:

Habib-i Zîşânım! İman edip, mutlak ifadesiyle sâlihâtı eda eden kimseleri, altlarından ırmakların çağlayıp gittiği, akıp akıp durduğu cennetlerle müjdele! O cennetler ki, ne zaman onlara, onun nimetlerinden, meyvelerinden herhangi bir şey, rızık ve nasip olarak verilse, kendi aralarında muhavere sadedinde “Bu daha evvel dünyada ibadet hâlinde, Cennet’te nimet hâlinde ve birkaç gün evvel de burada emsaliyle bize nasip olan rızık cinsinden.” derler. O nimetler onlara böyle birbirine benzer şekilde ihsan edilir. Ve onlar orada yalnız değillerdir; onlar için orada ünsiyet edebilecekleri, içlerini dökecekleri, onlara inşirah üzere inşirah yaşatacak eşler de vardır ve bu eşler pâk mı pâk, nezih mi nezih, temiz mi temizdirler. Onlar orada, zevâl-i lezzetle de asla müteellim olmazlar, zira zevâl-i lezzet elemdir. Evet, onlar, mazhar oldukları bütün nimetlerle beraber Cennet’te “hâlidûn”durlar, kalıcıdırlar.

Tafsilî mânâya dair serdettiğimiz bu sözlere, bütün nüanslara riayet ederek arz edilmeye açık ama müfredat mânâsına göre bir nokta-i tezekkür, bir mirsad-ı tefekkür mülâhazasıyla bakılabilir.

* * *

Tafsilî mânâya dair birkaç söz:

Kur’ân-ı Kerim burada, yerinde kısaca izahını gördüğümüz imanı, iz’anı elde edenleri ve onu sâlihâtla taçlandıranları lütuflarla müjdeliyor. Sâlihât’a gelince o, Kur’ân-ı Kerim’de zikredilirken hep mutlak bırakılır.. ıtlâk, umum ifade eder. Sünûhat’ın başında, bu mesele arîz ve amîk olarak ele alınmıştır. Orada şöyle denir:

“Kur’ân, sâlihatı mutlak ve müphem bırakıyor. Zira ahlâk ve faziletler, hüsün ve hayır, çoğu nisbîdirler. Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa muhtelif olur. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça onun mahiyeti de değişir.”[2]

Bu tespitten sonra tevazudan izzete, ondan vakar ve hüsnüniyete kadar her şeyin bir yönüyle sâlihât olabileceği; hatta yerinde vakar izharı adına kibir zannedilebilecek tavır takınmanın dahi Kur’ân-ı Kerim’in bu ıtlâkıyla sâlihât arasına girmiş olduğu ifade edilebilir.

İşte bütün yaraşıklı, hayırlı, bereketli işler, dünyada insanın içine inşirah salan ve “Vazifemi yaptım.” dedirtmekle insanın içinde ümit duygularını canlandıran, ukbâda da Cennet gibi bir neticeye bakan her fiil, sâlihâttan birer nümunedir. Ne var ki Kur’ân-ı Kerim tebşiri burada imanla, sâlih amelle irtibatlandırmış ve sadece iman eden veya sadece amel eden kimse dememiştir. İman eden kimse amel etmezse günaha girmiş olur. Amel eden kimse iman etmemişse o da münafık sayılır. Vâkıa, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in çoğunluğuna göre amel, imanın cüz’ü değildir. Bununla beraber Cennet’le tebşir meselesi doğrudan doğruya nass-ı Kur’ân ile hem imana hem de sâlih amele ta’lik edilmiştir ki, bunlardan sadece birini yapmakla insan bu tür Cennet nimetlerinden istifade edemez. Amelsiz iman ile aynı neticenin hâsıl olması ancak hususi inayetle mümkündür.

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ “İman edip sâlih amel işleyenleri müjdele: Onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır.” Evet, insanın hayatta en çok istediği şey, altından ırmakların çağladığı, bağların ve bahçelerin iç içe arz-ı dîdâr ettiği, tatlı tatlı rüzgârın estiği, suların akıp gittiği, bülbüllerin öttüğü ve insanın bütün elemlerden âzâde, âsûde bir hayat yaşadığı; ne baş ağrısı ne diş ağrısı olmayan bir hayattır.

Hemen âyetin başında müjdeleme yapılırken, “Acaba nedir bu müjdelenen şey, bize ne verecekler?” mukadder sualine bir cevap mahiyetinde, “Onlar için altlarından ırmakların akıp gittiği cennetler vardır.” cümlesi gelir. Kur’ân-ı Kerim’de, hangi âyette Cennet ifade edilse büyük bir nispette hemen altından ırmakların aktığından bahsedilir. Hatta bazı âyetlerde bu ırmakların keyfiyeti de vurgulanır.

Mesela, مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ فِيهَۤا أَنْهَارٌ مِنْ مَۤاءٍ غَيْرِ اٰسِنٍ وَأَنْهَارٌ مِنْ لَبَنٍ لَمْ يَتَغَيَّرْ طَعْمُهُ وَأَنْهَارٌ مِنْ خَمْرٍ لَذَّةٍ لِلشَّارِبِينَ وَأَنْهَارٌ مِنْ عَسَلٍ مُصَفًّى وَلَهُمْ فِيهَا مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَمَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ كَمَنْ هُوَ خَالِدٌ فِي النَّارِ وَسُقُوا مَۤاءً حَمِيمًا فَقَطَّعَ أَمْعَۤاءَهُمْ “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vaat edilen Cennet’in misali şudur: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü meyve ile bir de Rabbileri tarafından mağfiret vardır. Bu nimetlere erişenler hiç Cehennem ateşinde devamlı kalıp da kaynar sular içirilip bununla bağırsakları lime lime olan kimseler gibi olur mu?” (Muhammed sûresi, 47/15)

Burada, Kur’ân-ı Kerim’in, müttakilere vadedilen Cennet’in misalini anlatırken riayet ettiği nüanslara dikkat edildiği takdirde şu hususlar görülür:

O Cennet’te, tertemiz saf sulardan öyle nehirler vardır ki, sürekli köşklerin, villaların altından çağlayıp giderler. Bunun yanında, tadı bozulmamış, dünyadakilere benzemeyen, tertemiz, nezih, berrak, dupduru süt ırmakları; insana sekir vermeyen, başını döndürmeyen, dünya şaraplarından farklı meşrubat çağlayanları ki, içtikçe maddî-mânevî bir zevk u lezzete sebebiyet verecek mahiyette, oraya mahsus nehirlerdir. Bunlardan başka bir de saf, tertemiz, dupduru baldan bir nehir ki, içenler, içtikçe yeni bir iştahla yine içmek isterler.

Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyeti, Cennet mevzuunda o kadar tahşidatta bulunmuştur ki, beyan-ı Kur’ân’dan sonra o mevzuda yeni bir şey söylemek zâid olur.

مُتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَۤائِكِ لَا يَرَوْنَ فِيهَا شَمْسًا وَلَا زَمْهَرِيرًا ۝ وَدَانِيَةً عَلَيْهِمْ ظِلَالُهَا وَذُلِّلَتْ قُطُوفُهَا تَذْلِيلً “Koltuklarında diledikleri gibi dinlenir dururlar. Orada ne güneş sıcağı görürler ne de dondurucu soğuklara uğrarlar. Cennet ağaçlarının gölgeleri onların üzerlerine sarkar, meyveleri devşirilebilecek şekilde emre âmade olmuşlardır.” (Dehr sûresi, 76/13-14) beyanlarına ve devamındaki âyetlere bakılacak olursa, erîkelere (koltuklar, kanepeler) yanları üzerine uzanmış insanların tasviri verilmekte ve ağaç dallarının kendilerine yaklaştırıldığı, el uzatıp da onları koparma zahmetine dahi girmeden doğrudan doğruya derilmiş, uzatılmış, âdeta ağızlarına konulmuş gibi bir resim nakşedilmekte...

Bunlar bir önceki âyette ifade edildiği gibi bir bakıma hakikat-i insaniyeye ihsan edilen, mahiyetleri müteşâbihliklerine emanet hakikat-i nimettir. Acaba hakikat-i insaniye nedir? Bilemediğimiz o hakikati şu dünya hayatında olduğu gibi kavramamız mümkün mü? Bunları ilm-i muhit-i ilâhiye havale daha uygun olacaktır. Zaten bu meseleyi tavzih eden Kur’ân-ı Kerim’in فَلَا تَعْلَمُ نَفْسٌ مَۤا أُخْفِيَ لَهُمْ مِنْ قُرَّةِ أَعْيُنٍ جَزَۤاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ “Onların dünyada yaptıkları makbul işlere mükâfat olarak gözlere aydınlık, gönüllere ferahlık hangi sürprizlerin, hangi nimetlerin saklandığını hiçkimse bilemez.” (Secde sûresi, 32/17) âyetinden de anlaşıldığı üzere biz sadece bize anlatılan dünya nimetlerini tefekkür mirsadı yaparak, verilecek nimetlerin çeşitleri hakkında belli bir malumata sahip olabiliriz.. evet, hiçbir zaman oradaki nimetlerin hakikatini idrâk edemeyiz. İşte bu âyet bir mânâda bizlere: “İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez.” Siz dünyadaki zevk ve lezzet kantarlarınızla ukbâdaki zevk ve lezzetleri tartamazsınız demektedir.

Bu konu, Buhârî ve Müslim’deki bir kudsî hadis-i şerifte şöyle ifade edilir: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Sâlih kullarıma hazırladığım öyle şeyler vardır ki, ne göz görmüş ne kulak işitmiş ne de kalb-i beşere hutûr etmiştir.”[3]

Evet, Cennet’te insanlara ihsan edilen şeyler, tamamen müteşâbihtir. Yani Hazreti Üstad’ın ifade esprisiyle, burada bir “sübhânallah” der, orada bir meyve-i Cennet yersin.[4] Şöyle denebilir; orada bir elmayı tadarken tedailer olur ve sen anlarsın ki bu, işte o “sübhânallah”ın semeresi bir elmadır. Sonra bir armut yersin ve onu tattığında da onun “elhamdülillah” neticesi bir armut olduğunu sanırsın. Bir başka zaman sana karpuz takdim ederler; tattığında onun da “Allahu Ekber” meyvesi bir karpuz olduğu mülâhazasına girersin. İşte sâlihâtın orada bir Cennet meyvesi olarak temessül etmesi, bir yönüyle bu şekilde müteşâbih bir şey..!

Nimetlerin “müteşâbih” oluşunu, dünyada tattığımız nimetler cinsinden, benzerinden olması yönüyle de anlayabiliriz. Yani Cennet’in elmasını tadınca, hakikaten dünyada yediğimiz elmalara benzediğini söyleriz ama ortada ne tam bir ayniyet ne de gayriyet söz konusudur. Yani “Bu da elma ama bizim elmalar böyle değildi.” diyebileceğiniz bir durum bahis mevzuudur.

Bir diğer husus da, tadılan nimetlerin ayniyeti içinde her defasında hususiyet farklılığı ile sunulmasıdır ki orada tattığımız nimetleri bir daha tatmayacağız demektir. Aralarında ciddi bir benzerlik bulunmakla beraber tattığımız nimetlerin hep başka olacak olması, iki sebebe mebnidir:

1. Birbirine benzeyecektir; çünkü insan tanımadığı, bilmediği bir nimeti tenâvül ederken çekingen davranabilir. Sahih hadiste ifade edildiği gibi, Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) keler sunulduğu zaman yadırgaması ve أَجِدُنِي أَعَافُهُ “Tiksinti duyuyorum.” buyurması, “Bunu yemek haram mıdır?” diye sorulunca da “Benim beldemde yoktu böyle bir şey.”[5] demesi konumuza ışık tutmaktadır. İşte bir yönüyle, insan bilmediği şeylere karşı tiksinti duyabileceğinden ötürü müteşâbih yiyecekler bir bakıma orada tenâvül edeceğimiz nimetleri bilmemiz ve tiksinti duymamamız açısından bizim için önemlidir.

2. Diğer bir zaviyeden ise, eğer o nimetlerde ayniyet olsaydı da, o ayniyetle beraber bir gayriyet olmasaydı, her gün ikram olunan aynı nimetlere karşı zamanla bir bıkkınlık oluşabilirdi. Binaenaleyh öyle nimet olmalı ki, ne aynı olsun ne de gayrı. Birbirine benzesin, bir nimetten diğer nimete tedailerle intikal edilsin, ama tam aynı da olmasın...

Bütün bunlardan anlaşılan şudur: Cennet’te mü’minlere takdim edilecek nimetler tamamen hakâik-i nimettir ve bu hakâik-i nimeti kavrayacak da ancak hakikat-i insaniyedir. Ben cismimle mi bunu tenâvül ederim, ağzımın kuvve-i zâikası mı bunu tadar, yoksa vicdanım mı duyar, bunlar bizim ufkumuzu aşan şeylerdir. Hakikat-i insaniyenin ona karşı olan teveccühleri, kalbî ve ruhî münasebetleri ölçüsünde ancak tam duyulabilir. Böyleleri için orada takdim edilecek şeyler de insana, bedeni, cismaniyeti ve âlem-i eşbaha ait keyfiyetini unutturacak kadar âlî, ruhanî belki vicdanî çok derin hazlar duyurur.

Vâkıa bu, cismanî zevki inkâr da değildir; değildir ama cismaniyet zevkini çok geride bırakacak ölçüde anlayamadığımız öyle ulvî bir zevktir ki; habru’l-ümme Hazreti İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: لَيْسَ فِي الْجَنَّةِ شَيْءٌ مِمَّا فِي الدُّنْيَا إِلَّا الْأَسْمَاءُ “Dünyada sizin görüp tattığınız nimetlerin Cennet’te sadece isimleri vardır.”[6] Yani Cennet’teki nimetlerin dünyadakilere benzerliği, sırf “budur” diyebilmeniz için bir mirsad-ı tefekkür olacak kadardır; yoksa hadd-i zatında tam bir ayniyet yoktur.

Bunlarla, müteşâbihe ait bazı hususları hecelemeye çalıştık ki bu, orada verilen rızıkların tebeddül, tegayyür ve teceddüt esprisine bağlı olduğunun ifadesidir. İnsan orada Allah tarafından tekrar ber tekrar tecdit edilen bu nimetlerden zevk duyacak ve bu tarifsiz lezzetin kendi aralarındaki muhaverelere konu oluşu: قَالُوا هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ “Bu, bundan evvel bize hep ihsan edilegelen nimetlerden bir nimet.” şeklinde cereyan edecektir. لَا لَغْوٌ فِيهَا وَلَا تَأْثِيمٌ “Ne boş bir şey ne insanı rahatsız ve tedirgin edebilecek bir husus ne de bir günah meselesi orada bahis mevzuu değildir.” (Tûr sûresi, 52/23) İşte onlar, hep böyle âlî şeylerle iştigal edecek, zevkten zevke yürüyeceklerdir.

وَأُتُوا بِه مُتَشَابِهًا “Nimetler onlara müteşâbih olarak takdim edilecek.” âyetinde أُتُوا fiili “takdim edilecek” mânâsında meçhul olarak geliyor.

Evvela; fiil, fiil-i mâzidir ki, “Bu ifade edilen şeylerin gerçekleşmesi muhakkaktır, bunda hiç diriğ etmeyin, endişelenmeyin ve bunu olmuş gibi kabul edin. Çünkü iş, Allah’ın elindedir, dolayısıyla da olacaktır.” mânâlarına işaret etmektedir.

Belâgat nüktesi açısından ikinci husus şudur: Siz orada hiç zahmet çekmeyeceksiniz. قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ “Zira oranın meyveleri hemen el ile koparılacak durumdadır.” (Hâkka sûresi, 69/23) Allah’ın size ihsan ettiği hizmetçilerle size takdim ettiği nimetler, o hizmetçilerin elleriyle rahatlıkla size sunulacak ve siz bu müteşâbih nimetlerle perverde edileceksiniz.

Dünya nimetlerini ahiret nimetleriyle kıyaslayacak olursak, ahiret nimetleri elemsiz bir lezzet şeklinde tecelli edecektir ve insanın zevk-i imanisi ve sâlihâtından hâsıl olan haz, Cennet’teki nimetlerin zevkini derinleştiren ayrı bir husus olacaktır. Dahası, buradaki ibadet ü taatın meşakkati, sıkıntısı orada tamamen lezzet hâlini alacaktır. Burada vicdanda duyulan mantıkî ve vicdânî her haz, orada hakikat-i vücudu işaretleyen farklı bir lezzete dönüşecektir.

وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ “Orada onların tertemiz eşleri de olacaktır.” İnsan bu nimetler içinde yüzüp onları tadarken her şeye rağmen yine de ciddi bir eksiklik hisseder. Zira Allah (celle celâluhu) kâinatta hiçbir şeyi yalnız yaratmamıştır. Daha evvelki âyetlerde şimşekle ilgili bahiste temas edildiği gibi, yaratılan her şey çift yaratılmış; havadaki su buharları dahi zâit ve nâkıs (artı ve eksi) kanunu ile bu çift olmanın şümulüne girmiş, otlar, ağaçlar bu erkeklik-dişilik esası çerçevesinde üremiş, gelişmiş; hatta atomlar, elektronlarıyla, protonlarıyla, nötronlarıyla hep “çift” olma keyfiyeti sergilemişlerdir. Öyle ise, mahlûkat içindeki yeri ve konumu itibarıyla insan da çift olacaktır ve ancak çift olduğu zaman mesrur ve müreffeh olabilecektir.

Bu lütuflara ermek için insan, dünyada imanının, iz’anının derinleşmesine çalışmalıdır ki, zâhiren bunlar iradenin neticesidir. Diğer yönüyle de mârifet ve muhabbetini derinleştirme gayreti içinde bulunmalıdır ki, gidip ta rü’yet ü rıdvan ufkuna ulaşıp Cennet nimetlerine erişebilsin. Şart-ı âdi plânında da olsa bütün bunların anahtarı akıl ve irade, onları doğru kullanmanın sırlı anahtarı ise vahy-i semavidir. Evet, burada bu dinamikler doğru çalıştırıldığı ve inbisat ettirildiği nispette kim bilir Cennet-nümûn daha neler söz konusu olacaktır. Her şeyden evvel iman, içinde öyle bir Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor ki, Hazreti Üstad’ın da ifade ettiği gibi, inbisat ettiği zaman bir Cennet-i ahiret olacak ve dünyada da insana o cenneti yaşatacaktır.[7] Dünyada bu duyuş inbisat edince bağ ve bahçeler hâlinde ahirette arz-ı dîdâr edecektir.

Buna binaen insanın burada duygu ve kabiliyetlerinin gelişmesi ve genişlemesi nispetinde oradaki, huzur-u kibriyadaki nimetlerden istifadesi de farklı olacaktır. Evet, maddî ve mânevî zevk olarak insanın Cennet’in bütün nimetlerini iliklerine kadar duyabilmesi, onun mârifet-i Sâni adına malumatına, vicdanında duyduğu hakâike, iz’anının derinliğine, muhabbetinin enginliğine ve müşahedeye olan iştiyakının da vüs’atine bağlıdır. Bu hususlar onda ne kadar geniş, ne kadar ulvi ve derin ise orada da bu hazlar o nispette yüksek olacaktır.

Bunun içindir ki burada nazarını dinî bir disiplinin gereği olarak haramdan sakındıran ve iffetine dikkat eden, namus konusunu hayati ehemmiyet taşıyan bir mesele olarak ele alan –kadın olsun, erkek olsun– zevçlerin bu hususlardaki hassasiyetleri nispetinde orada bu nimetten istifade edişleri –o âlemin ölçülerine göre– daha bir derin olacaktır. Evet, bu وَلَهُمْ فِيهَۤا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ bişâreti, böyle bir istikamete bağlıdır. Şayet burada afif yaşamış, namuslarına dikkat etmiş ve bu mevzuda titizlik göstermişler ise, orada bu nimete mazhar olacaklardır. Cismaniyete ait bu hususlar da yine oranın derinliğine göre gerçekleşecektir. وَلَهُمْ فِيهَۤا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ fehvasınca, erkek, iffetin oraya akseden hususiyetleriyle, kadın da maddî-mânevî kirlerden pâk ve temiz olarak, hatta hayız, nifas, istihaza gibi durumlardan, huysuzluk, huşûnet gibi kötü ahlâktan müberrâ keyfiyetiyle orada bulunacaktır. Dünyada kadın ve erkeklerin arasında çok defa görülen huzursuzluk orada görülmeyecektir. Orada huzur, orada selâm, orada emniyet olacak ve her şey bu hususların etrafında dönüp duracaktır.

وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Onlar orada sonsuza dek kalacaklardır.” Muhalfarz bu nimetler, böyle baş döndürücü güzelliği, insanı tepeden tırnağa zevke gark edici keyfiyeti ve eksik hiçbir şeyinin olmaması yanında şayet dünyada olduğu gibi bir gün çeker giderse o zaman nikmete inkılap eder ki, dünya nimetleri ile ahiret nimetlerini birbirinden ayıran husus da işte budur. (Ne var ki, ötelerin tasavvurları aşkın Cennet’i de, burada hayatın Cennet çizgisinde sürdürülmesiyle tam alâkalı.) Bu dünyada insan hür ve emniyeti temin eden bir devletin raiyyeti olarak yaşar, Cennet köşesi gibi bir ailesi ve cıvıl cıvıl çocukları sayesinde hep Cennet-nümûn bir hayat sürdürebilir.. fakat yine de inanan insan bu nezih hayatın çehresinde öteleri heceler durur. Zira, Üstad Bediüzzaman’ın da “İsm-i Kuddûs’ün Cilvesi”nde[8] ifade ettiği gibi, dünya o kadar güzeldir ki, ahiretin gerçek yüzünü göremeyenler dünyanın bu yüzüne âşık olurlar. Ama esas dünyanın çirkin, sevimsiz bir yüzü daha vardır ki, o da onun fena ve zevalindedir. İşte bu fena ve zeval tasavvuru dahi elemdir. Hususiyle de inanmayan insanın aklına geldiği zaman onun içine damla damla tasa akar. Onun içindir ki Kur’ân, nimetlerin zeval acılığını izale edebilecek ayrı bir inayet-i ilâhiyeye işareten şöyle buyurur: وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Onlar orada sonsuza dek kalacaklardır.”

Onlar orada bağ ve bahçeler içindeler; altlarında çağlayanlar var ki, akıp gidiyor gürül gürül. Yanıbaşlarında da yâr-ı vefadarları, tertemiz eşleri var. Ancak bütün bunlara rağmen verilenler ebedî olmazsa ve insan bu nimetlerle beraber “hâlidîn”den değilse, zeval-i lezzet elem olması itibarıyla, o insan dağidâr olacaktır. Onun için Kur’ân, “(Hayır, öyle zannedildiği gibi değil.) Onlar orada ebedî kalacaklardır.” diyor ve âhiret saadetinin en önemli derinliğine vurguda bulunuyor.

Bu âyetlerin mâkabli ile olan münasebetine gelince:

Daha Bakara Sûre-i Celîlesinin ilk âyetlerinde, sâlihât ve sâlihâtın çerçevesinin neden ibaret olduğuyla alâkalı bir fikir veriliyor. Daha sonra sâlihât bazı âyetlerle tavzih edilmek suretiyle Allah’a ubûdiyetin şekli vurgulanarak O’nun ulûhiyetini, rubûbiyetini ilan etmek ve daire-i rubûbiyete karşı tevhid-i ubûdiyetle O’na tahsis-i nazarda bulunmak –ki mutlak mânâda sâlihâtın özü de işte budur– gerektiği anlatılıyor. Görüldüğü gibi, akide ve amel âdeta iç içe girmiş mahiyette bir görünüm arz ediyor. Sonra bu işi yapan ve yapmayanların mükâfat ve mücazatı olarak işin akıbeti vurgulanıyor. Bunlardan biri, أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ ile, diğeri de bu وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ âyetiyle.. İşte ta baştan buraya kadar olan âyetler sanki tek makta’ içinde ve bir anda nâzil olmuş, bir tek meseleyi ifade ediyor gibi bir resim söz konusu...

Cümlelerin birbiriyle münasebetine gelince:

Evvela, وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ beyanında, daha önce arz edildiği gibi, mâkablinin fehvasına ve onun lazımî mânâsına işareten bir atıf “vav”ı bulunuyor. Binaenaleyh “İnsan, Allah’a kullukta bulunup tevhid-i rubûbiyet ve tevhid-i ulûhiyeti ikrar ettiğinde ne olur, kabullenmediği ve kitaba, nübüvvete inanmadığı takdirde ne olur?” şeklindeki iki sorunun ikincisine, bir önceki âyette geçen فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ “Öyle bir ateşten sakının ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” beyan-ı sübhânisi ile cevap verilmişti. İlk soruya cevap ise buradaki وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ Rahmanî müjdesidir ki, bir insanın maddî-mânevî, ruhanî-cismanî bütün arzularına cevap verebilecek mahiyette bulunan “Cennet’ül-huld”ü nazara verir.

Evet Cennet, maddî-mânevî, mahiyet-i insaniyeye göre hazırlanmış bir “müstekar”dır; eğer o sadece ruhaniyete nazır olsaydı, insanlık hakikati tam gözetilmemiş olurdu. Nitekim bir kısım kimseler, muhabbeti, Allah’a imandan önce ele alır ve Allah’a karşı duyulacak saygıyı, huzuru, Cennet ve Cehennem’in önünde düşünürler. Bu, niyet olarak çok güzeldir ama, kulluk yapmanın veya yapmamanın neticesi olan, iyi ve kötü amellerle hakiki mahiyetleri tam tezahür edecek olan Cennet ve Cehennem gibi iki büyük hakikati hafife alma ve meselenin ciddiyetini bilememe, laubalilik veya zevke, hâle yenik düşme sayılır ki, Yunus’un Cennet’le alâkalı –ona aitse– sözleri ve Cehennem’i hafife alması bu türdendir. O şöyle der:

Cennet Cennet dedikleri,
Birkaç köşkle birkaç huri;
İsteyene ver sen onu,;
Bana Seni gerek Seni.

Biz buna bir öncelik meselesi veya hâle mağlubiyet deyip geçelim. Haddi zatında Cennet öyle büyük bir nimettir ki, insan Cennet’ten Allah’ı görür, Cennet’te huzura erer, Cennet’te nebilerle görüşür, Cennet’te hakâik-i imaniyeye şahit olur ve Cennet’te esrar-ı Kur’ân’ın açılımıyla şereflendirilir. Yani Cennet olmadan hiçbir hakikat tam tezahür etmez ve Cennet olmadan insan maddî-mânevî beklentilerini bulamaz. Sırat’ı, Cehennem’i hafife alma da şöyle dillendirilir:

Sırat kıldan incedir,
Kılıçtan keskincedir;
Varıp onun üstünde,
Evler yapasım gelir.
Ta’n eylemen hocalar,
Hatırınız hoş olsun;
Varuban ol tamuda,
Biraz yanasım gelir.

Kim söylerse söylesin şayet bu sözler bir önceliğe bağlı söylenmemişse, Cennet ve Cehennem gibi iki Kur’ânî hakikat hafife alınmış sayılır. Bazı kimseler, “İnsanları sevmek esastır.” –bir mânâda Hümanizm– derler. Aslında Allah’a (celle celâluhu) iman ve O’nu sevmek, başta insan olmak üzere bütün varlığı O Zât’ın (celle celâluhu) sanat eserleri olarak görmeyi ve bu açıdan bütün mahlûkatı sevmeyi gerektirir. Bunun aksine, muhabbet esastır diyerek Allah’a, Nebiye, Cennet ve Cehennem’e iman gibi hakikatleri hafife almak bir inhiraftır. Cennet ve Cehennem büyük birer hakikattir ve insanın, bunların birinden kurtulup diğerini elde etme davası, dünyada en büyük davalardandır. Üstad’ın “Meyve’nin Dördüncü Meselesi”nde ifade ettikleri gibi,[9] insanın filan devlet kadar serveti, filan devlet kadar da aklı olsa o büyük davayı kazanmaya verecektir; zira o davayı kazanamama ebedî hüsran, dünya ve akıbet zindan, kazanma ise firdevs ü cinân ve rü’yet ü rıdvan demektir.

Binaenaleyh, insanın insanlığını görmezlikten gelmeyip onu insan olarak ele aldığımız takdirde maddî ve mânevî, cismanî ve ruhanî bütün arzularının karşılanacağı yerin ancak Cennet olabileceği tebeyyün eder. İşte bu bakımdan müjdenin, جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ olması, çok tonlu, çok dolu, olabildiğine zengin ve insan vicdanında itminan hâsıl edecek şekilde, onun şöyle-böyle tasarlayabileceği şeklin çok üstünde bütün nimetlerin bir bir sıralanması, hem insan tabiatı hem de insan ruhundaki ebedî saadet arzusu açısından o kadar yerinde ve uygun düşmüştür ki bu ancak, beyan-ı sübhânide ve ifade-i Kur’ânî’de bulunabilecek bir hususiyettir.

Üzerinde durulası bir diğer husus da şudur: Öyle bir tablo tasavvur edin ki, nimetler önümüzde çağlayanlar hâlinde akıp gitsin, kulaklarımızda hep ağaçların hemhemesi, demdemesi, ezvâcın sesi-soluğu ve وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ10 ile ifade edilen Cennet gençlerinin, çocuklarının cıvıltıları duyulsun... hangi insan tabiatı bunları önemsemez? Hele bir de bunlar hep farklılaşarak devam ediyor ve insana sürekli sürprizler yaşatıyorsa. İşte: كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ “(Öyle cennetler ki,) ne zaman meyvelerinden onlara ikram edilse: ‘Bu bize daha önce de ikram edilmişti’ diyeceklerdir.” ferman-ı sübhânisi bu hususu ifade sadedinde, daima bir yenilenme içinde ilâhî nimetlerin geleceğini haber vermektedir. Bu ifade, daha evvelki âyette hâsıl olan istifhama, isti’nâfî bir cümle olarak cevap mahiyetinde irad buyrulmuş gibi gözükmektedir. Ayrıca bütün bu nimetlerin bir gün zâil olup gitmemesi ve zeval-i lezzetle onların eleme inkılap etmemesi hususunu ifade adına da وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Onlar orada ebedî kalacaklardır.” buyrulmaktadır ki, bu da o mazhariyetlerin en önemli derinliğini ifade etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerinden anlıyoruz ki, Mevla-i Müteal’i görüyor gibi kulluk yapanlar için bir “hüsnâ” yani esmâ-i ilâhiyenin cilvegâhı olan Cennet, bir de ziyade vardır ki, o da rü’yet ve hulûddur. Evet, لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ11 âyet-i kerimesindeki “ziyade”ye rü’yet-i ilâhiye de demişlerdir. “Cenab-ı Hakk’ın cemâlini gören ölmezdi ebedâ.” sözünde ifadesini bulduğu şekliyle rü’yet-i ilâhiye ile Cennet’teki hulûd birbirini gerektiren şeylerdir. Zira o kadar derin olan bir insan âdeta melekleşir ve ebediyete namzet hâlini alır.

[1] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/57,122,169; Mâide sûresi, 5/119; Tevbe sûresi, 9/22, 100; Ahzâb sûresi, 33/65; Teğâbün sûresi, 64/9; Talâk sûresi, 65/11; Cin sûresi, 72/23; Beyyine sûresi, 98/8.
[2] Bkz.: Bediüzzaman, Sünûhat s.17.
[3] Buhârî, tevhid 35; Müslim, cennet 4, 5.
[4] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.705 (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf).
[5] Buhârî, et’ime 10, 14; Müslim, sayd 43, 44.
[6] el-Makdisî, el-Ehâdîsü’l-muhtâra 10/16.
[7] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.16 (İkinci Söz).
[8] Bediüzzaman, Lem’alar s.329 (Otuzuncu Lem’a, Birinci Nükte).
[9] Bkz.: Bediüzzaman, Şualar s.190 (On Birinci Şua, Dördüncü Mesele).
[10] Vâkıa sûresi, 56/17; Dehr sûresi, 76/19.
[11] Bkz.: Yûnus sûresi, 10/26.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.